30 Temmuz 2010

Okuma bıraktıranlar

Birinci Bırakış

Fatih Çekirge'ye yine bir selam. 
Aynı gün içinde iki defa oldu bu durum. Öyle bir söz dizimi, öyle bir kelime tercihi görüyorsunuz ki devamını getirmek için hiçbir istek kalmıyor. Mesela, 46 diye bir dergi var. Ünlü fotoğraf efektçisi Mehmet Turgut'un efektlediği fotoğraflar eşliğinde röportajlar var bu dergide. Deniz Akkaya ile "ölümü" konuşmak istemişler, şöyle bir girişi var:
"Yaşlanmayı kabul eden bir bünyeniz varsa, yaşlı bedenin ruhla birleşmesinin keyfini sürecek bir zihniyetteyseniz (ölümden) korku duymazsınız. İleride vücudum miladını doldururken hedefim böyle bir kadıblablablabla..."
Yıktı perdeyi eyledi viran. Miadını/miyadını diyecekken vücuduna milat doldurtmuş. Röportajı yapan arkadaş da bir tuhaflık görmediğinden olacak, kelime dergiye böyle geçmiş. Artık röportajın geri kalanında Deniz Akkaya ölüm, beden, ruh geyikleri üzerine neler yardırırsa yardırsın okuyamayacağım. (Olayın tümü de bir garip zaten. D. Akkaya ile ölümü konuşmanın ne anlamı var? Ne alaka? D. Akkaya'nın "bedeni değil ruhu tutması" ne kadar ironik bir de. Nihat Doğan'ın dediği gibi, eğer ruhlar ortaya koyulacaksa, bedenlere bakılmayacaksa, Allah'ımın üstüne yemin ederim, D. Akkaya'nın adını anıyor olmazdık. Bütün hayatını bedenine borçlusun, ne konuşuyorsun bik bik?)

İkinci Bırakış

46 dergisi çok hafif geldiyse koyu edebiyat dergisi Kitaplık'a geçelim. Burada da, Mukadder Özgeç isimli yazar, Tahsin Yücel'in son romanı Sonuncu hakkında yazıyor. Yazının daha ikinci paragrafı:
"Tahsin Yücel, son romanı Sonuncu'da da, yazınsal evreninin en belirgin konularının neredeyse bütününe yer verir: yineleme, salaklık, anamalcılık, çalıntı, alıntı, özgünlük, söylen, iletge (medya) ve tüm bu izleklerin belirlediği koşullar içinde güçlü tutkularıyla sıradışı kişiler..."
"İletge ne arkadaş, iletge ne? Medya'dan ne istiyorsun, ne güzel sözcük, hem biraz Türkçeleşmiş de... Hadi madem bunu kullanacaksın, niye parantez içinde kullanıyorsun?" diyerek yazının geri kalanından kendimi halâs ettim. Az önce internette bir arayayım dedim, Google efendi önce Liège mi diyorsun abi diye soruyor. Az aşağısında ise bu sözcüğü icat eden kişiye ait birkaç yazı var. Prof. Mehmet Yalçın, bu sözcüğü bir kitap çevirirken türetmiş. "Başıma bela açtı" diyor. Fakat ilginç olan, eklediği şu not: "Ne denli kafa yormuş olsam da, ürettiğim sözcüklerin ille de herkesçe benimsenmesi gerektiğini düşünmedim. Kaldı ki terimler tanımlayıcı öğeleridir; toplumca benimsenip kullanılması gerekmez; tıpkı matematik ya da mantık dillerinde kullanılan imler gibi, simgeseldirler." Kafamı karıştırdı. Terimler dilini toplumsal dilden spatula ile çekip çıkarması beni biraz rahatsız etti. Ayrıca bir yandan "medyayı büyük bir ileti ve göstergeler dizisi" olarak görüp böyle bir tabir düşünmesi, bir yandan da terimlerin simgesel olduğunu, benimsenmesi gerekmediğini söylemesi ilginç. Çünkü her ikisini de Türkçe kelimeler olarak düşünecek olursak medya, iletge'den daha simgesel, daha elle tutulur değeri ve anlamı olmayan bir terim. Ama tutan da o. Tutması imkansız olan ise, iletge

29 Temmuz 2010

Kışladan Anayasaya Ordu: Siyasi Kültürde TSK'nin Yeri - Hıdır Göktaş, Metin Gülbay

Kışladan Anayasaya Ordu: Siyasi Kültürde TSK'nin Yeri - Hıdır Göktaş, Metin Gülbay
Kitaba geçmeden önce idefix hakkında biraz gönüllü yıkama-yağlama yapmak isterim. Bu siteden bugüne kadar 100'e yakın kitap aldım ve idefix'in İmge'yi arattığını, alışverişe lanet ettiğimi hatırlamıyorum. Siparişlerin haftayı geçtiği, pakette eksik-gedik çıktığı da hiç olmadı. Üstüne bir de milkshake filan koyuyorlardı kutuya bir aralar. Gayet profesyonel çalışan, güven veren bir internet mağazası, tavsiye ediyorum. Kitaplar gidip kitapçıdan almaya (ben eskiden İmge'den alıyordum) kıyasla her seferinde daha ucuza geliyor; bunun dışında, sürekli indirim teorisi   nin pratiğe dönüştüğü, 1-5 TL arası fiyatlı Punto serisi var, ki arada bakmak lazım, zira Ejderha Serisi, Tapınak Dörtlemesi tarzı tırıvırı kitapların arasında epey güzel kitaplar da olabiliyor. Ben bu kitabı da bu vesileyle görüp aldım.

Metis'in Siyah-Beyaz serisinden çıkan kitap, bir kısmı orduya, ordunun siyasetteki yerine dair yaptıkları çalışmalarla ve/ya da popüler görüşleriyle bilinen isimlerle, bir kısmı da doğrudan ordu konusuyla ilgilenmemekle birlikte olayın alternatif yüzlerini bulup çıkarabileceği düşünülen "feminist yazar", "Türkiye'de yaşayan yabancı gazeteci", "bürokrat" gibi kimselerle yapılmış on altı röportajdan oluşuyor. Bu kişiler, Ahmet Altan, Handan Koç, Andrew Finkel, Tomris Özden, Murat Belge, İsmet Akça, Serdar Şen, Sönmez Köksal, Ömer Laçiner, Nadir Devlet, Ümit Özdağ, Yalçın Akdoğan, Mehmet Ali Kışlalı, Ümit Cizre, Zafer Üskül ve Mustafa Erdoğan. Röportajlar, 2003 yılı sonu-2004 başı gibi yapılmış. AKP iktidarının ilk yılları, 2002'nin sonunda AB tarafından verilen vaat uyarınca, üyelik müzakerelerinin başlatılması için kayda değer şekilde çalışmalar yürütülüyor; güneydoğu cephesinde çok fazla hareketli günler yaşanmıyor, Irak'ın karışık durumları haricinde; daha Ergenekon yok, açılımlar yok, genel olarak sakin bir ülke durumunda Türkiye.

Röportajlar kaçınılmaz olarak TSK'nın siyasetteki konumuna doğru kaymış fakat aslında editörlerin başka dertleri de var. Her röportajda, konuyu bir şekilde uluslararası siyaset ve strateji alanına doğru ittirmeye gayret etmişler: Türkiye'nin günümüzde ve gelecekte bölgesindeki yeri ve ağırlığı nasıl bir ordu yapısını gerektiriyor, TSK bunu karşılıyor mu, bu anlamda güçlü bir ordu mu, ülkenin askeri gücü AB sürecini nasıl etkiler, öbür yanda ABD, filan gibi sorular havada uçuşuyor. Örneğin her konuşmacıya "TSK bir marka mı?" sorusunu sormuşlar. Bana tanıdık bir soru gibi gelmedi ama anladığıma göre 2003-2004'te güncel bir soruymuş bu. Bu stratejik yönelim 2010'dan bakınca insana hayli tuhaf geliyor. Sanki ordu-siyaset konularında koca bir dönem kapanmış da bu röportajlarda sıradaki dönem tartışılıyormuş gibi bir hava var kitapta; fakat o dönemin aslında hiç kapanmadığı arada geçen sürede tanıklık ettiğimiz olaylarla kanıtlanmış gibi.

Röportajlardan "kısa kısa" bahsedeyim: Ahmet Altan, kitabın en dağınık röportajlarından birini vermiş, sorulardan en bağımsız giden konuşmacı. Söylediklerinde biraz işlenmemiş, mecraını bulamamış gibi görünen bir öfke hali var. İçerik bakımından da bana biraz ezber okuyormuş gibi geldi. Bir sayfada "İnsan gücüne dayalı ordu bitti, çünkü yüz yüze savaş devri kapanıyor" diyor, iki sayfa sonra "Sınırları korusun, ordunun başımızın üstünde yeri var, görevi o çünkü, onu yapıp güven versin" buyuruyor. Sonra "ordu olunca öyle oluyor, öyle olunca böyle oluyor, böyle olunca da şöyle oluyor" diye kaptırıp öyle bir anlatıyor ki, hukuktaki çarpıklıktan medyanın hâline istisnasız her şey, ordunun siyasetteki yerinden kaynaklanıyor sanıyorsunuz. Bir orduyu aradan çeksen her şey düzelecek. Ordunun siyasetteki mevcudiyetinin, böyle alanlardaki çarpıklıkları besleyici katkısını inkâr edemem fakat bu alanların kendi içindeki çarpıklık üretici mekanizmaları gözden kaçırmamak gerekir diye düşünüyorum. Neyse ki bu röportajdan sonra Taraf gazetesi açılmış da Altan -daha düzenli ve spesifik veri beslemesinin de etkisiyle- kendisini daha makbûl bir mecraya doğru yönlendirebilmiş diyorum.

Handan Koç, TSK'ya bir feministin nasıl bakabileceği sorusundan hareketle kitaba konmuş; çok fazla bir şey demeyeceğim. Andrew Finkel röportajında da batılı (ama o Türkiye'yi de tanıyan) biri olaya nasıl bakar sorusu başrolde. Fazla enteresan bir şey yok fakat Finkel sivillerin de askerin varlığını içselleştirdiğini ve otoriter eğilimlere sahip olduğunu anlatmak isterken "Türkiye'de herkesin kafasında küçük bir orgeneral var" diyerek kitabın "manşetini atmış". (Bu paragraf hazır böyle gidiyorken kitaptaki sıralamayı bırakıp bahsetmeyeceğim diğer röportajları da anayım: Murat Belge, tipik Murat Belge, dönem itibarıyla "avro-optimizmi" biraz daha yoğun. Serdar Şen, kitabın strateji eğilimine en uygun röportajı vermiş ama NATO, AB, Avrasya taraklarında hiç bezim yok. Sönmez Köksal, formasyonu gereği tam devletin bakış açısından konuşmuş; donuk, heyecansız, temassız, atlatmacı, soruların etrafından dolanıcı... Nadir Devlet ve Mehmet Ali Kışlalı, direkt "karşı yakanın" sözcüleri konumunda. Yalçın Akdoğan da yine her zamanki gibi AKP'nin sesi. Ümit Cizre, Zafer Üskül ve Mustafa Erdoğan üçlüsünün röportajları, bu işlere Türk akademiasında genel olarak nasıl bakılıyor, neler soruluyor, yanıtlar nasıl veriliyor türünden sorulara özet yanıtlar niteliğinde.)

Benim için en sıradışı röportajlardan birisi, "Eşi Jandarma Albay Rıdvan Özden'in 1985'te Güneydoğu'da muammalı bir biçimde ölümünden sonra cesur bir çıkış yaparak eşinin ölümünü sorgulayan" Tomris Özden'e ait olanı idi. Röportaj, asker ailelerinin ve asker ailelerinden oluşan lojman topluluklarının kendine özgü hayatını masaya yatırıyor. Toplumdan soyutlanmış olmakla birlikte, toplumun örf ve adetlerini, tabularını kendi merceğinden geçirdiği halleriyle sıkı biçimde yaşayan bir minik sosyal evrenden bahsediyor Tomris Hanım. Subay eşlerinin arasındaki hiyerarşiyi anlattığı satırlar çok enteresandı. Çalışan eşe çok fazla iyi gözle bakılmıyor, eşi dışarıda çalışan subayın aile siciline bir çarpı atılıyor, subay hak ettiği takdirini alamıyor. Subay eşi, ne kadar rütbeli bir subayın eşiyse, o kadar sözü geçer hale geliyor -hatta kantine gelen erzaktan bütün aileler rütbe sırasına göre yararlanıyor-; bu sıkı hiyerarşilere karşı çıkanlar barındırılmıyor, dışlanıyor. Bu da geri dönüp subayın kariyerini etkiliyor. Böyle işleyen müthiş bir kontrol mekanizması...

İsmet Akça röportajı, her TSK-siyaset konuşmasında ve yazısında üstünkörü dillendirilen OYAK konusunu güzelce ayrıntılandırdığı için önemli. 1960 darbesi sonrasında kurulan bu kurum aracılığıyla TSK'nın rejimin bekasına yönelik ilgisini, ekonomik hayata da teşmil ettirdiğinden; hukuk laik olacak, eğitim Atatürkçüler yetiştirecek, dış politika Batı ekseninde olacak gibi kırmızı çizgilerin arasına bir de ekonomik örgütlenme kapitalist olacak'ın eklendiğinden, dediğim gibi, sıkça bahsedilir. Ama bu hasıl olan sonuç nasıl oldu, neler sayesinde oldu, bu pek bilinmez. Akça, bu konuda doktora yapmış ve büyük bir ehliyetle konuyu açımlıyor. Kitabın içerik olarak en dolu röportajı bence kesinlikle bu.

Son olarak, Ümit Özdağ'ın röportajından bahsetmek isterim. Evet, Ümit Özdağ. Tuhaf bir biçimde, hiçbir siyasi yönelimini paylaşmamama rağmen, hiçbir siyasi söyleminin de etki alanına girmememe rağmen Özdağ her seferinde bir şekilde bana kendisini dinletiyor veya okutuyor. O Kanaltürk'teki Rasim'li programda bile bazen durup dinliyorum. Bu röportajında da askerlerden ziyade odağı biraz sivillere doğru kırıyor. Türkiye'de sivillerin, özellikle de siyasetçilerin, güvenlik ve strateji konusunda büyük bir bilgisizlik içinde olduğundan bahsediyor. Dolayısıyla, benim kendisinden hareketle kurduğum bağlantı şu: evet, yasal düzenlemeler ve kültürel unsurlar TSK'ya çok çok büyük bir alan tahsis ediyor; fakat bu bir ölçüde de, sivillerin bu alanın sınırlarını negotiate etme yeteneğinden tamamen yoksun olmalarından kaynaklanıyor. Belki bir adım ötede bütün aktörlerin zaten her türlü politik konunun ordu tarafından "güvenlikleştirildiği", veyahut da bu konulardaki bilgilerin tekelinin ordunun elinde olduğu bir ortamda yetişip büyümesine götürüp oraya yaslayabiliriz, fakat ben bu tespitin kendi başına da gayet önemli olduğunu düşünüyorum.

Bilgi eksikliğinden ötürü, sivil siyasetin ordunun siyasetteki yerinin sınırlarını çizme kudretinden tamamen yoksun olması belki de kapatmak için iyi bir nokta. Aslında ben kitabın başına dönüyorum ve Ahmet Altan'ın röportajında direkt olarak bu donanım eksikliğini görüyorum. Kendisi MSB bütçesinin sorgulanamadığından yakınıyor. O bütçeyi eline alsa ne yapacağı, neyini beğenip beğenmeyeceği, neyini neye göre uygun görüp görmeyeceği meçhul. "Bir ara uçak gemisi almaktan söz etti Türkiye. Uçak gemisini neden alacağız ki mesela, bunu tartışabildik mi hiç?" diye hayıflanıyor; ben medya aracılığıyla yürütülen olası bir uçak gemisi gerekli mi tartışmasını gözümün önüne getirip gülüyorum. Duyarlı entelektüel Fazıl Say'ın genelkurmay başkanına "Var mı militaristik iktisadi gerçekçi planlarınız ve projeleriniz???" diye dönüp dönüp sorduğu açık mektuplar filan hayal ediyorum. Korkunç.

20 Temmuz 2010

Fazıl Say


I. Önce biraz sıkıcı maddeler: Fazıl Say'ın son yıllarda Facebook'tan aşkettirdiği "makaleleri" aracılığıyla üstlendiği ve şimdilik "Dinle ey ehl-i vatan!" ve "Koşun, kurşun eritmeye çağırıyorum!" seslenişleriyle simgeleyeceğim entelektüel tiplemesi, entelektüelin -ilk örneği de dahil- en tipik örneklerini yaratmış olan Fransa toplumunda bile, bundan kırk sene kadar önce demodeleşti. Bu türün ağababası, zamanının süperstarı, feylesof ve yazar Jean-Paul Sartre'ı, yazma eylemini olabileceği kadar abartan, özgürlüğün hemen hemen tek gerçek kaynağı olarak gösteren tumturaklı teorileri bile kurtaradı. Sartre'ın "ehl-i vatanı", kabaca 1968 yılı dolaylarında bir tür toplumsal patricide'a kalkışarak sazı eline aldı; bugün, kendisinin dünyadaki sosyalist-komünist rejimler hakkında söylediği yalanları da içeren tuhaflıkları, istihza ile anılır vaziyette.

II. Sartre'da cisimleşmiş tiplemenin yaygın iletişim türü, genel söylemcilik. Genelci, herhangi bir uzmanlığa, işlenmiş bilgi birikimine dayanmadan, estetik (veyahut retorik) alan(lar)ındaki görece ustalıklarına dayanarak, salt bu alanlara ait olmayıp bunların çok dışına doğru taşan büyük ölçekli sosyal ve siyasal sorunlara GENEL (ve yüzeysel) içerikli söylemleriyle müdahil olur. Entelektüeller sosyolojisi bugün genelciliği tasfiye etmiş durumdadır. Kadir-i mutlak, üstüngörülü biliciye hiçbir yerde pabuç bırakılmaz. Kamusal alana salıverilen söylemlerin işlerinin ehli olan kimselerce üretilip yaydırılması gerekliliği konusunda kabaca bir mutabakat olduğu söylenebilir.

III. Söz konusu büyük ölçekli sosyal ve siyasal sorunlar, amatörlüğü kesinlikle kaldırmaz. Sorunların her zaman için, dikkat edilmesi gereken çok fazla sayıda yüzü vardır; tahlilleri ve çözümleri yüksek miktarda emek harcanmasını gerektirir. Bu emeği herkesin harcayabilmesi bile mümkün değildir. Olayların ve sorunların amatöre-genelciye görünmeyen suretlerini ortaya çıkarabilmek için, onların işleyişleri hakkında gerçek, temellendirilebilir, bilimsel bilgileri üretebilme ve tüketebilme kapasitesine sahip olmak gerekir; bu kapasite de yetiştirilmeyle (uzmanlaşmayla) edinilir.
Şairler, yazarlar, sanatçılar, profesyonel devrimciler, 'organik entelektüeller' gündelik'in kıskacında olan kitlelerin bu yeteneğe sahip olmadıklarını tespit etmekte ne kadar haklı ise, aynı uzaklık durumunu kendilerine teşmil etmemekte, yani belirli bir uzmanlaşma sürecini yaşamamış, bunu yerine sadece bilicilik, görücülükkahinlik, yapılar-üstü/ötesilik, vicdanın sesini temsil ederlikevrensel değerlere erişebilirlik gibi nereden neşet ettiği meçhul, kerameti de kendinden menkul yetilere sahipmişgibiyapagelmişveherkesidebunainandırmış olan kendilerinin esas durumlarını ortaya koymamakta da, o kadar haksız.

IV. Fazıl Say'ın 2009 yerel seçimlerinden sonra Deniz Baykal'a yanılmıyorsam yine Facebook üzerinden yazdığı, medya tarafından yaygın şekilde işlenen ve hatta Baykal'a sorulan ve inanılmaz şekilde Baykal'ın da hakkında değerlendirmeler yaptığı "açık mektup", siyasi değerlendirmede amatörlüğün, yüzeyselliğin ve genelciliğin zirve noktalarından, daha doğrusu, dip noktalarından biri. Bundan daha önceki "İslamcılar kazandı, ben gidiyorum" hezeyanı da, siyasi sorumsuzluğunu, tek yanlılığını belgelemişti. Açık mektubunda "yaklaşık 20-30 milyon" (On milyon kişi oynuyor lan?!) laik'in endişelerini temsilen Deniz Baykal'a kategorik iyilerin kategorik kötüleri nasıl yenebileceklerini bilip bilmediğini hep üç soru işaretiyle soran Say'a hiç kimse bu temsil hakkı devrinin, bu delegasyonun ne zaman gerçekleştiğini; bu kadar kişinin psikolojisini nasıl görebildiğini, nabzını nasıl tuttuğunu; öteki tespitlerini neye dayanarak yaptığını; söylediklerinin altını nasıl doldurabileceğini; istediği kategorik kötüleri alt edecek politikaların içeriğinin, "karşı siyaset(ler)", "iktisadi açılımlar", "iktisadi ve gerçekçi fikirler-projeler", "eğitim projeleri", "gerçekçi iktisadi ... fikir(ler)", "kültür sanat projeleri", "bunlara destek olacak "sivil toplum örgütleri" ya da "sponsorlar"" gibi acayip kulaktan (medyadan) dolma-doldurma gibi görünen şeylerin ötesinde ne olduğunu; halihazırda neyin yanlış yapıldığını, öne sürülen içeriğin bunları nasıl karşılamadığını düşündüğünü sormadığı gibi, kendisi bu açık mektubuyla epey takdir de edildi; doğruları sanatçı görüsüyle görebilip ifade edebilen hassas ruh muamelesi gördü.
Sıradan bir vatandaşın genelci olmasında da, siyasi değerlendirmelerinde yüzeysel olmasında da elbette bir sorun yok. Dahası, hadi biraz da sivrilik yapayım, pek çok sıradan vatandaş, tam da Fazıl Say tarafından temsil edilebilecek kadar yüzeysel bakışlı ve görüşlü. Sorun, bu sıradan vatandaşın sıradan vatandaş olarak kalamamasında, kendisinin düşünülmemiş, düşünülememiş düşüncelerinin dolaşıma girmesinde, yüzeyselliğin hasbi düşünce olarak sunulması ve anılmasında. Milyonlarca mümkün söylemin içinden yalnızca belirli bazılarının herkes tarafından tüketilmesinde ve bu elemede de kesinlikle işlenmişlik, spesifiklik, uzmanişilik gibi değerlerin aranmamasında. Böylece doxa sarmalının kendi etrafında döne döne herkesi kendine katmasında, kartopu gibi büyümesinde. Eh, bunlar yalnızca Facebook'ta olup bitmiyor, medyanın mediyasyonu da hatırlamamız ve üzerine düşünmemiz gerek elbette. Ben kendi başıma düşündüğümde bir yandan da bu işlerde içerik kalitesi aramanın yersiz ve umutsuz olduğunu düşündüğüm için, benim epeyce bir düşünmem gerek hatta.

V. Fazıl Say'ı sosyal ve siyasi konularda acemi, sorumsuz, sığ ve genelci buluyorum. Öyle olmasına rağmen söylediklerini gününde saatinde öğreniyor ve değerlendiriyor olmaktan rahatsızım. Fazıl Say'ın toplumun geri kalanıyla kurduğu ilişkide, hatta toplumun geri kalanıyla ilişki kurabiliyor olmasında bile iş müziği/sanatı aştığı anda yanlışlık ve adaletsizlik var gibi geliyor bana. "Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum" şeklindeki son çıkışının biçimi bu kadar rahatsız ediciyken, bir de içeriğine girmek gerekli mi, değil mi; girersem onun değirmenine su taşımamayı nasıl becerebilirim, bunları tam kestiremiyorum. Yalnızca neresinden, hangi tarafından girilebileceği hakkındaki fikrimi söyleyebilirim: kendisinin arabesk yönelimini ve diğer bütün kültür sanat "dispozisyonlarını" serbest bilinç/irade işi görmesi eleştirilmeli. Tabii ki bu yapılırken, bilinçsizlik/bilinçlendirme/bilinç kazandırma/sosyal pedagoj temalarından, bilinçlilerin/bilinçsizlerin müzikleri türü akılsız-vicdansız kategorilerden KESİNLİKLE kaçınılmalı. Arabesk'in hangi sosyal durumları yaşayan insanların ihtiyaçlarına yanıt vererek geliştiği, bu insanlar için hangi anlama geldiği, hangi rolü üstlendiği hakkında başta Meral Özbek'in çalışmaları olmak üzere yığınla inceleme var. Fazıl Say aradığı gerçekçi fikir ve iktisadi projelerin bir kısmını bunlarda bulabilir.

13 Temmuz 2010

Laçiner diyor ki:

Taner Akçam'ın Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu kitabının, Ömer Laçiner tarafından yazılmış bir sunuş yazısı var. 10-12 sayfalık bu kısa metin gerçekten çok güzel ve orijinal bir erken Cumhuriyet dönemi Türk milliyetçiliği anlatısı sunuyor. Bu yazıda bu sunuşun tamamını paylaşmak isterdim fakat kitap yanımda bulunmuyor. Laçiner sunuşunda Cumhuriyet'in (2010'ların başında yavaş yavaş sarsılmakla birlikte) halen aşağı yukarı tabu statüsünde bulunan, milliyetçilik modelinin temelini oluşturan bazı önkabullerin arkasını epeyce eşeliyor. Bu anlayışların tabular haline gelmesinin, aslında, Balkan Savaşları'ndan Cumhuriyet'in kurulmasına kadarki dönemde bir cadı kazanına dönen Anadolu'da gerçekleşen bazı başka süreçlerdeki (Anadolu'nun Hırstiyan nüfustan arındırılması, o arındırılma esnasında işlenen katliamların ve büyük çaplı kapital değişiminin yeni çıkar ilişkileri, yeni dengeler, yeni işbirlikleri yaratması...) parçalı bulutlu durumun verdiği özgüvensizliğın sonucu olduğunu iddia ediyor. Zaten Akçam'ın kitabının önemli tezlerinden biri de buydu, bu bağlantı idi. Laçiner'in tabulaştırılan Büyük Milli Doğuş/Diriliş Anlatısı'na alternatif bir fikir cimnastiği yaptığı şu satırlar ise alıntılanmaya değer:
"Oysa, eğer 1923 Anadolu'sundaki halklar, devletin iktisadi, kültürel ve toplumsal ilişki kanallarını açmakla yetinen faaliyetinin yardımıyla doğal bir etkileşim sürecine sokulabilmiş olsalardı ve toplumun ortak kimliği her unsurun kendi katkılarını da taşıyacağının bilgi ve güveniyle yaşanacak bir sürece "emanet edilmiş" olsaydı; yeterince felaket, kan ve yıkım yaşamış, hangi eksikliklerinin onu "geri bıraktırdığı"nı, hangi eğilimlerin halkları boğazlaşmaya ittiğini savaşların ateşinde -kamu bilincinde değilse bile- görmüş, sezmiş bu halklar topluluğu, çok daha sağlam, çok daha yürekten sahiplenilmiş bir kimlik oluşturabilirlerdi."

Bana pek mümkün gelmedi ama hayâl hayâldir.
   

10 Temmuz 2010

Argumentum ad...

Son senelerde giderek artan bir sıklıkta "mantık hataları" konusu fikir tartışmalarında gündeme geliyor. Çok yakın bir zamanda insanların haklı olanın o eşsiz durumunu tatmaları için muarızlarının söylemlerinde birkaç mantık hatası bulması yeterli olacak. Daha şimdiden "Bu direk Ad hominem" türü çıkışlar akan suları durdurmuyorsa da yavaşlatıyor. (Bu tespit cümlesinin bu kadar kısalabilmesi bile söylemin yaygınlığına işaret.) Bense bu hususta tam olarak arada kalmış durumdayım. Bir taraftan içimde bunları öğrenme isteği var (habire şuna benzer siteleri arada uğramak üzere gündeme alıyor ve sonra da hiç geri uğramıyorum); çünkü insanın bir diyalogu değilse bile en azından kendi içindeki düşüncesini bu hatalara bulaşmadan geliştirebilmesinde bir değer olduğunu sanıyorum. Öbür yandan da işin kıymeti harbiyesini biraz anlayamıyorum.

Son zamanlarda okuduğum şeylerde birkaç defa söz bunlara geldi. Birbirinden farklı yazarlar alakasız görünen bağlamlarda bu hatalara değinseler de söylediklerinde bazı benzerlikler vardı. Dikkat çekilen bir husus, yalnızca mantık alanına, üstelik de o alanın tamamını temsil etmeyen bir zümreye ait görünen bu 'profesyonel' yöntemlerin alanların dışına doğru çok fazla taşması. Düşüncenin bu mantık hatalarına düşmemesi gerektiği fikri, başlangıçta yalnızca küçük bir felsefe çevresinin fikri. Belirli başlangıç noktalarıyla uyumlu, belirli bir epistemolojinin tellerini titretiyor. Mantıksal pozitivizm, bilgiye ulaşmada akılcı argümantasyonu baş köşeye koyuyor örneğin. Viyana dolaylarında doğan bu anlayış zamanla anglosakson dünyaya yayılıyor. Bahsettiğim okumalar genellikle neo-liberalizmle ve ekonomik mantalitenin ekonomik olmayan alanlara doğru hücuma kalkışı ile ilgiliydi fakat birbirinden bağımsız yazan iki yazar da, yani Bourdieu de, Foucault da, bir noktada mantığın yayılışı analojisini kullandılar. Amerika ikisinin de görüş alanına girdi, oraya bu anlayışın eldivenin ele oturması gibi oturduğundan ikisi de bahsettiler. Bilhassa da Foucault. Yeni hükümet aklı, hak temelli değil mantık/bilgi temelli devlet eleştirisi, pazar olarak toplum, pazar olarak x, pazar olarak y, rational choice, romantize-idealize dalgalanımlar yok; yerine ilmek ilmek işlenen, mantık hatalarından arındırılmış akılcı argümantasyon var. Bu hatasız akılcı söylem, stilize debate ortamında rakiplerini alt edecek ve atomize birlikler onu uygun bulup benimseyecek. Vesaire vesaire.

Gerçekten de insan şöyle bir bakınca mantık hatalarına hassasiyet ile Amerika ile bağlantılık/Amerika'ya yakınlık arasında bir bağlantı olduğunu düşünebiliyor. Hatırlıyorum, bir iki ay önce bir akademik toplantıya katılmıştım. Amerika'da faaliyet gösteren genç bir konuşmacı (favori akademisyen tipim!), Ermeni soykırımı tartışmaları dahilinde gerçekleşen "Özür diliyorum" kampanyasının metnini inceleyen bir konuşma yapmıştı. Bu mantık hatalarına da değinen sıkı (dar) bir söylem analiziydi. Metnin altından girdi, üstünden çıktı, içindeki bulanıklıkları ve mantık hatalarını bir bir ortaya dökerek sertçe eleştirdi. Metin filanca filanca hataları yüzünden maksadı gerçekleştirmekten çok uzaktı, yetersizdi, filan. Konuşmacının polemikçi tavrı dinleyicileri (dinleyiciler arasında söz konusu metni oluşturanlardan kimseler de vardı) oldukça gerdi. Gelen eleştiriler genelde bu metnin oluşturulması sürecinin hiç dikkate alınmadığı konusunda odaklanmıştı. (Yani o mantık hataları, o belirsizlikler metnin başarısızlığının nedeni değil, metin oluşturma sürecinin iki ucu keskin bıçak niteliğinin sonucuydu.) Yani konuşmacı, söylem analizi yöntemi açısından eleştiriliyordu. Halbuki daha temelde bir uyumsuzluk yok mu? Böyle bir metin argumentum ad'ların süzgecinden geçirilebilir mi? İşte geldim işin kıymeti harbiyesi konusuna.

Bourdieu'nün de bir lafı var; sözünü ettiğim mantık taşmasından bahsederken, bu taşmaya önayak olmuş insanları "mantığa ait şeyleri eşyanın mantığı sanmakla" itham ediyor. Mantığa ait, mantığın kurallarına tabi uzay, hayatın tamamına şamil değil. Pek post-modern görünmek istemiyorum fakat hayatın tamamını akılcı ve mantık kurallarına uygun hâle getirme projelerinin bedeli hep ağır oldu. Başka ilkelere göre işleyen alanlara bir örnek, elbette din alanı; tamamen kişisel karizma üzerine kurulu. Şimdi, örneğin "ilk taşı günahsız olan atsın" söyleminin gücü ve etkisi ortadayken, bu söylemin içinde "ad hominem" avına çıkmanın anlamı olur mu? Dini(n sosyolojisini) Weber'den okumuş Pierre Bourdieu, mantığın, argümantasyon ekonomisinin geçerlilik alanının aslında çok daha küçük olduğunu düşünmemize neden olacak bir dolu çalışma yapmış. Din alanı, sanat alanı, (ilk bakışta akılcılığa daha uygun görünebilmesine rağmen) edebiyat alanı, entelektüel alan; bunların hiçbirisinde söylemler bu açılardan fazlaca incelenemiyor. Hepsinde, akıl fikir hesaplarını boşa çıkarabilecek, söylenenin başka herhangi bir iletişim düzlemine çekilmesine engel bir sembolik boyut bulunuyor. Alandaki oyunun gereklerine göre mantık hatası, defo olarak görülen davranışların hepsi de babalar gibi yapılabilir, failine getiri getirebilir.

Bence özellikle de günümüzdeki haliyle siyasal alan da bu akla mantığa sığmazlığın zirvelerinden biri. Burada da bence doğruya hatasız dizilmiş akılcı argüman yoluyla ulaşma kuralı değil, Talay Erker'in "Hagi sana 40 metreden bir çakar, o istatistikleri ne yapacağını şaşırırsın" kuralı geçerli durumda. Bu siyaset alanının bir defosu da değil üstelik; hatta belki de en büyük erdemlerinden biri olduğu söylenebilir. "Özür diliyorum" metnini yazan adam, çok kaygan bir siyasi zeminde ilerliyordu. Ermeni tarafına yetecek, Türk tarafında da en fazla insanın altına imza koyabileceği şekilde "fazla olmayan" bir şeyler bulmaya çalıştığı için sonuçta öyle bir metinle ortaya çıktı. Sanki yalnızca bir masa, bir kâğıt, bir kalem ve adamın zihni varmış ve başka bir şey yokmuş gibi bu metni mantık hataları çerçevesinden incelemeyi -af buyurun- son derece sikko buluyorum. Önemli olan, ortaya çıkan söylemin akılcılığı, mantıklılığı, "seviyesi", hatta doğruluğu bile değil, ortada (siyasal alanda) dönen oyunun örtük kurallarını algılayabilip ona göre yönünü ayarlayabilme becerisidir bana göre.  Bunu yapabilen söylemi, siyasi açıdan başarılı buluruz; bir de, sonradan dünya akla mantığa uygun dönmüyor diye durumdan karamsar havalar çıkarmamamız gerekir diye düşünüyorum.    

Geçen gün, televizyonda Anayasa değişiklik paketi referandumuna dair bir program izliyordum. Bir akademisyen, stüdyoya getirdiği ama kadraja girmeyen sihirli küresinden bakarak "oturduğu yerden" "Yani mahkeme kararından sonra mağduriyet söylemi geçersiz hâle geldi. Belki yine kullanılır ama sanmıyorum, halkımız artık çok bilinçlendi, etkilenmeyecektir" gibi bir şeyler diyordu... Konu bir bilinç konusu, bir akıl-mantık konusu değil işte, DEĞİL! (Burada Rıdvan Dilmen'in "Oyuncu değişikliği hakkı doldu, DOULDO"su gibi çıldırdığımı düşününüz lütfen.) Kendi kafasına göre bir akılcı değerlendirme tutturmuş; eğer herkes durumu o çerçeveden görürse ne âlâ, bilinç seviyesi yüksek. Görmezse de halkımız bilinçsiz... Ah akademisyen, vah akademisyen!.. Halbuki önümüzdeki aylarda gerçek siyaset alanının zirvelerinden birini geçeceğiz. Anayasa paketinin içeriği ve anlamından bağımsız olarak, bütün mantık hatalarıyla süslü halde söylemler üretilip havalarda uçuşacak. Birisi herkese veyahut gereği kadar fazla sayıda insana işin doğrusu gibi gelecek, onu destekleyecekler, ondan sonra gelecek ona göre şekillenmeye devam edecek. Mantıkçı da bunalımlardan bunalım beğenecek niye ortalık argumentum ad'lardan geçilmiyor diye.

07 Temmuz 2010

PhDcomics, komik değil

"Okuma abartılıyor olabilir" temalı bir şey yazmaya çalışıyordum; arada "antiparantezle" geçeceğim bir konu, daha uzun bir süredir gözüme takıldığı için, biraz dallanıp budaklandı ve onu şimdi not etmek isterim.

PhDcomics diye bir çizgi dizi sitesi var. Bilmeyenler için, burada doktora ve/veya asistanlık yapan taze akademik kişiliklerin pek çileli fakat öbür yandan pek de ayrıksı ve eğlenceli şekilde temsil edilen yaşamlarını konu alan karikatürler yayınlanlıyor. Cins huylu, sıkıntı çıkaran profesörler, bir türlü bitmeyen tezler, projeler, inekleşmeden mantarlaşmaya seyahat eden akademisyen adayları, falan filan. Benim de bu işlerle uğraşan çok sayıda tanıdığım olduğu için, Facebook'ta filan düzenli aralıklarla PhDcomics karikatürlerine maruz kalıyorum. Bir patladı mı deli gibi paylaşılıyor. Bendeniz bu sitedeki karikatürleri genelde hiç komik bulmadığım gibi, paylaşılmasından da biraz rahatsız oluyorum; nedeni de, akademik camiaya dahil olmayan/olamamış kişilere karşı bu alanın "lükslerinin" ortaya konulmasında biraz şımarıklık veya görgüsüzlük kokusu almam. Aynı şekilde, geçmişte kendimi biraz bulamış olsam da, bugün "procrastination" edebiyatını da, yani özellikle tezini/ödevini yapmak yerine aylaklık eden öğrencinin bu durumunu bir de allayıp pullamasını da sevmiyorum.

Yukarıda "akademik camiaya dahil olmayan/olamamış" dedim. Benim algıladığım kadarıyla PhDcomics'te kıyaslamalar yapıldığında, genellikle kendi iradesiyle akademik tarik yerine başka bir yolu tercih etmiş kısımla ilgileniliyor. Yani asistanlarımızı, akademik kariyer yapmak yerine, "her türlü zaten tutan" Amerikan rüyasının başka bir tarafından tutmuş, arada tercihen yüksek maaşlı bir işe başlamış, ev-araba döşemiş, evlenmiş, vs. tiplerle kontrast içinde görüyoruz. Ama asistan hâlâ tezidir ödevidir uğraşıyor, vesaire. Akademik yola girmek istediği halde giremeyen kişiler söz konusu edilmiyor; zorlanılsa sırf bu konumlanmaları tercih işiymiş gibi gösteren iğrenç havası için bile bu karikatürlerden hazzedilmezdi fakat işin beni sıkan yönü birazcık başka.

Malûm, bu akademisyen, okuyucu-yazıcı-öğretici 'takımını' tabir eden sözcüklerden biri de, "scholar". Okul sözcüğünün akrabası da olan bu sözcük, skholē şeklindeki bir Yunanca sözcükten geliyor, ki bunun anlamı da "boş zaman ('leisure'), gündelik sıkıntılardan ötede bulunan sakinlik-serbestlik-rahatlık durumu" gibi bir şey. Aradaki bağlantıya değinen çoktur: bilim yapmanın böyle bir maliyetinin söz konusu olduğu; yani bilimsel faaliyetle uğraşmak için, böyle bir skholē'ye sahip olunması, böyle bir bedelin ödenebilmesi önkoşulunun mevcut olduğu vurgulanır. Evet, evrensel geçerliliği olan, herkesi bağlayan, herkesi susturan, höy höy höy konumundaki bilimsel bilgi, yalnızca "kahvehanelerde değil, laboratuvarlarda sabahlayan" insanlar tarafından üretilebiliyor ve o laboratuvarlara da yalnızca o şiirdeki gibi Atatürk sevgisiyle girilmiyor. Her ne kadar burslar ve diğer desteklerle işe biraz eşitlikçi makyajlar sürülmekte ise de, akademisyen olan, akademik yolda olan herkesin toplumsal sınıflar bakımından görece yukarılarda, en kötü orta-üst irtifalarda bulunduğunu hatırlamak gerek. Bu iş, yalnızca kendisine bir şekilde o zamanı yaratma imkânını bulanlara özgü bir iş.  

Kendi payıma, hiç kimsenin üniversite sınavı, lisans not ortalaması gibi bu yolun en elementer basamaklarında dahi mevcut olan üretim pozisyonlarının (evrensel'i üreten olma konumlarının), onları objektif olarak en fazla hak eden öğrencilere verildiğini iddia edebileceğini sanmıyorum. Bu bakımdan, bence lisans seviyesinden öteye giden herkesin bir şekilde bu durumla hesabını kitabını görmesi gerek. Akademide ders veren, gazetelere yazı yazan, televizyonlarda görününen, takdis kurumlarından aldığı güç ve özgüvene yaslanarak "Bu, böyledir" dediği zaman gerçekten de onu öyle yapan ve öyle yapışı yalnızca ve yalnızca alanında faaliyet gösteren bir başka yoldaşı tarafından söz/eleştiri/itiraz konusu edilebilen --ki bu meydan okumalar kendi başına kocaman bir inceleme konusu-- her akademisyen, o anda, bütün gün işyerinde çalıştığı için kafası mantara dönmüş, patron çilesi çeken, elini ayağını bile oynatamayan, düşünemeyen, eleştiremeyen, hatta çalışıp yorulmasa bile düşünceyle işi olmayacak zebil miktar yaşıtının pahasına o konumda. Bilimsel olanın kendisi, bilimsel olmayanın da bir başkası olması, tartışılmaz şekilde meşru değil. Bilim öyle kendi kendine adamın kafasından neşet etmiyor.

Durum böyle böyleyken beni rahatsız eden şey, çalışma'nın içini vida sıkmayla, odun kırmayla, döviz alıp satmayla değil de düşünüp taşınmayla, okumayla yazmayla doldurabilme lüksüne sahip olan ve bu arada da çorbası pişen bireyin çalışamaması, sonra da çalışamamasının parodisini yazması. Oyun bilmeyen gelinin düğün ahalisine dönüp "yerim dar ama en kral yer de burası. Canınızı verirdiniz benim bu darlığından yakındığım yerde olabilmek için ama yine de burada olan ben olacağım" demesi.  

Ben PhDcomics'in tembelliğe övgü havasından öteden beri rahatsız oluyordum ama bu rahatsızlığa bu şeklini veren, elbette Pierre Bourdieu. Kendisi evrenseli üretmenin sınıfsal koşullarına dikkat kesildiği anda, bu ayrıcalığa sahip olanlara, önce bir bütün halinde hareket ederek sahip oldukları ayrıcalıklı durumu brütal bir şekilde işgal etmeye hallenen "dış güçlere" karşı mücadele etmeleri, bununla bağlantılı bir esas misyon olarak ise, giderek sahip oldukları koşulları genelleştirmenin, genele yaymanın yollarını aramaları öğüdünü veriyor. Bizim genç scholar adayı ne yapıyor? Tüm listesine karikatürü paylaşarak cicilerini göstermeye çalışıyor. Orada bile -yine Bourdieu'den gidelim- bir distinction peşinde koşuyor.

03 Temmuz 2010

Sana selam vermeden uçan kuşun


Makruhyan Ermeni İlkokulu, 1868'de yapılmış. Az aşağısındaki Surp Astvadsadsin Kilisesi gibi Balyanların elinden çıkma bir yapı. Ekşi sözlük'ten öğrendiğimiz kadarıyla 1980'lerin ortasına kadar okulda eğitime devam edilmiş; bina şimdi metruk durumda ve belki de yıkılmak üzere.

O ışıklı tabela esas konu tabii ki ama o plastik, o estetik, sonra tabelanın o akıbeti tarife sığmıyor.   

Posted by Picasa

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails