04 Aralık 2012

Vicdanlara sesleniyorum

Artık uzak geçmişin unsurlarından biri haline gelen (hiç iki hafta önce insanlığın ucundan zor bela dönmüş gibi durmuyoruz!) açlık grevleriyle ilgili fikri takip gibi bir şey olsun. 17 Kasım'da Abdullah Öcalan ile görüşen kardeşi Osman Öcalan, İmralı'dan grevin sona erdirilmesi çağrısıyla döndü ve 18 Kasım'da da grev bitirildi. İlk başlayanlar eylemlerinin 68. gündelerdi. Çok malumu ilam olmayacaksa bana göre eylemin bitiş şekli bile açlık grevinin "eylemlerden bir eylem" olduğunu, "fiiller içinde bir fiil" olduğunu, yani açlık grevi süresince istisnai bir durum içinde bulunduğumuzdan dem vuranların haksız olduğunu ispatlıyor. Siyasi alanın geçer akçesi güç (iktidar). Eylemler iktidar sarfiyatı. Sonunda bir özneden bir özneye bir iktidar akışı oluyor. Dolayısıyla ben bütün bu resim içinde hangi sebeple olursa olsun açlık grevi karşısında hiçbir şey yapmamayı, Sırrı Süreyya Önder'in deyimiyle "insani bir tını" çıkarmamayı da hamlelerden bir hamle görüyor, olağan karşılıyorum.

Neyse, esas numara aşağıda. BDP Şanlıurfa milletvekili İbrahim Binici'nin açlık grevleri sürüyorken mecliste bir vesileyle yaptığı konuşma. Ben bu konuşmadan tesadüfen haberdar oldum. Hatip Dicle'nin yerine milletvekili yaptırttırtırılan AKP Diyarbakır milletvekili Oya Eronat'ın aynı oturumda yaptığı bir konuşma dikkatimi çekmişti. ("Ben size bunların açlık grevini anlatayım. Günde 20 çay içiyorlar. Üç şekerden [??!] altmış şeker yapar. Bir küp şeker yirmi beş kalori olduğuna göre... Bunlar zaten günlük kalorisini oradan alıyor..." filan gibi efsane bir yorumla Diyarbakır'da açlık grevine destek için eylem yapan/veya temsili açlık grevine giren kişilerin/veya BDP milletvekillerinin foyasını meydana çıkarıyordu.) O konuşmaya bakarken Sayın Binici'nin efsane konuşmasını da gördüm. Yanılmıyorsam faili meçhul cinayetleri araştırma komisyonu kurulması gibi bir konuyla ilgili bir önerge için olacak, BDP grubunu temsilen söz almış ama kürsüyü bulmuşken açlık grevlerine ve seçim bölgesinin sorunlarına değinmeden edememiş. Gönülleri titreten mahir köşe yazarlarımızın dolambaçlı-sanatlı-ağdalı-duyarlı yazıları kadar etkili değil ama tam bir vicdanlara sesleniş, tam bir vicdan manifestosu. Okuduğumda mideme sıkı bir yumruk yemiş gibi oldum. Bu eşsiz belge, bu çığlık tutanak arşivinin tozlu raflarında yitip gitmesin; hayatiyetini muhafaza etsin, yolumuzu aydınlatsın, eylemliliklerimizde baş köşede ağırlansın istedim. Bir de, tutanakların yazıya geçirilmiş hali standart yazı dili olduğundan gerekli etkiyi yaratmıyor; bazı yerlerde meram anlaşılsın, mesaj vurgulansın diye yazıya bazı şekilsel müdahalelerde bulundum. Ama niyet insanidir, vicdanidir. İşte o efsane konuşma:

İBRAHİM BİNİCİ (Şanlıurfa) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Cumhuriyet Halk Partisinin önergesi üzerine söz almış bulunuyorum, Meclisimizi saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlar, bugün tam altmış beş gündür ve vicdanlar hâlen suskun. Belki hepimizin seçim bölgesinde seçilmiş insanlarımız aileleriyle beraber açlık grevindeler. Ama nedense bugüne kadar gerek AKP Hükûmeti gerek Başbakan gerekse Sayın Adalet Bakanından gerçekten iç açıcı, ölümleri durdurabilecek, vicdanlarımızı rahatlatabilecek bir açıklamayla karşılaşmadık. Umuyorum ve diliyorum, elimizi vicdanımıza atalım, 64 kişi altmış beş gündür ölüm döşeğinde bekliyor. Bunun akabinde 713 kişi de arkasında devam ediyor. Bunun akabinde Türkiye cezaevlerinde on binlerle ifade edilebilecek yine tutuklular bedenlerini açlık grevine yatırmışlardır. Biliyorsunuz vicdanen rahatsızız. Vicdanımız sızlıyor. BDP Grubundan Sayın eş başkanlarımız DTK Eş Başkanı 10 milletvekilimiz Diyarbakır'da yine bedenlerini açlık grevine yatırdılar. Sayın Leyla Zana da bugün vicdanlara seslenmek için aynı yöntemle Meclisteki odasında açlık grevine yatmış durumda. Biz sadece insanlık istiyoruz. Biz sadece vicdanların körelmemesi için vicdanlara seslenmek istiyoruz. Bugün altmış beş gününde insanlar bedenini ölüme yatırmışken vicdanen nasıl evimize gidip yemek yiyebiliyoruz? Her gece Türkiye'de Edirne'den Kars'a kadar her köşesinde insanların vicdanlarına seslenmek istiyorum: Yeter artık diyorum, ölümleri görmek istemiyoruz. Şayet, yarın öbür gün o cezaevlerinde insanlarımız tabutla çıkarsa bunun cevabı olabilecek misiniz? Bunu vicdanlarınızda kabul edebilecek misiniz? Eminim ki hiçbir insanımız bunu kabul etmez. Onun için duyarlı kamuoyuna, vicdanlara tekrar sesleniyorum.
Değerli arkadaşlar, 12 kasım günü Ceylanpınar ilçemize gittim. Ceylanpınar ilçemizde gerçekten… Türkiye kamuoyuna buradan seslenmek istiyorum: Memurlar rapor alarak bölgeyi terk ettiler. Bunu Hükûmet kanadındaki bakanlıklar çok rahat tespit eder. Esnaflar dükkânlarını kapatmış evinde, hâli vakti iyi olan, ekonomik durumu iyi olanlar şehri terk etmişler ama nedense bu durumda bile Türkiye kamuoyu sessiz bekliyor.
Hani derler ya "Kurt puslu havayı sever." işte orada tam bir puslu hava mevcut. Her türlü faili meçhul cinayetlere açık bir yerdir. Sınır hattına gittiğimizde kimin gittiği kimin geldiği belli olmuyor. Elini kolunu sallayarak, sözüm ona, özgür Suriye Ordusu mensupları gerek oradan gerek buradan gidiyorlar. Sözüm ona, bitişik ilçede yaşayan insanlar sabahtan geliyor Ceylanpınar'a akşam dönüyor. Neden bu sorumsuzluk? Soruyoruz: Yarın öbür gün, faili meçhul cinayetler gelişirse ne yapabileceksiniz? Vicdanlara sesleniyorum: Ceylanpınar insanı yedi gündür evinde hapsedilmiş, çarşıya çıkamıyor, gezemiyor. Biz, bir günde sadece bir günde üç tane kazan bombası atan uçakları bizzat net gözlerimizle seyrettik. Sınırın sıfır kilometresinde, Suriye'ye ait bir yerleşkede ve orada da çoğunluğu Kürt nüfusu olan insanlarımızın başlarına bomba yağdırılıyor. Bir küçük çocuk geldi, o çocuğun üstünde kan izi vardı. Sınırdan kaçmış gelmişti. Yaşı henüz yediydi. Sorduk: "Ne oldu?", "Annemi, babamı ve ağabeyimi uçak öldürdü..." Üstünde hâlen ıslak kan mevcuttu. Buna -"dur" demek için- yine, mevcut koşullarda, AKP Hükûmetinin dış politikasındaki yanlışlığı sebebiyet vermiştir. Hani ya sıfır sorunlu, yani komşularla sıfır sorunlu bir ülkeydik. Sıfır sorun nerede kaldı? Suriye'yle düşman olduk. Irak'la düşman olduk. İran'la düşman olduk. Yunanistan'la düşman olduk. Bulgaristan'la düşman olduk. Böyle bir dış politikayla bu ülke yönetilemez.
Tekrar vicdanlara seslenmek istiyorum; bir an önce Ceylanpınar'daki duruma… O vahim duruma şahit olduğum için gerçekten şu anda bile kemiklerim sızlıyor. Kapıyı kapatıp, sabahtan akşama ekmek almaya gidemeyen o insanlarımız gerçekten bir dram yaşıyorlar. İşte bu, AKP'nin dış siyasetinin sorunudur.
Değerli arkadaşlar, faili meçhul cinayetlerle, yani geçmişimizle yüzleşmemiz şart. Bizim bu konuda da grup olarak önerilerimiz var, önergelerimiz var ama maalesef, altı senedir Parlamentodayım ve altı senedir bir tek önerimiz, önergemiz dikkate alınmadı mevcut AKP'nin çoğunluğu sayesinde.
Kürt sorunu vardır bu ülkede. Kürt sorunu, kimliğiyle vardır, diliyle vardır. Kürt sorununu inkâr edemezsiniz. Otuz yıldır inkâr ettiniz, nereye vardınız? Kürt sorununu kabul edeceksiniz. Biz de özgür, birlikte, eşit yaşamayı esas alan Demokratik Özerklik Projesi'ni esas alan demokratik özerklik projesini esas almışız bundan vazgeçen de namerttir, bunu böyle bilin. Biz ilkelerimizle varız. Doğrusu Türkiye halklarının kardeşçe yaşaması için önerilerimizin dikkate alınmasını saygıyla arz ediyorum teşekkür ediyorum. (BDP sıralarında alkışlar)
BAŞKAN - Sayın Binici teşekkür ederim.
Kıssadan hisse, bazen insan çok yabancılaşıyor. Bir de vicdanlara seslenenlere tavsiyem; bu seslenişte en çok etkiyi çaktırmama, vicdanlara seslendiğinizi doğrudan söylememe yoluyla elde edersiniz. Ona dikkat edelim lütfen. Teşekkürler.

16 Kasım 2012

Açlık grevi

Hani envai çeşit insan, bu konuyla ilgili fikir belirtirken “bu onayladığım bir yöntem değil ama” diye cümleye başladıktan sonra açlık grevcilerine olan desteğini ifade ediyor ya; işte ben bu insanların onaylamadıkları bir şeyi onaylamak için neden bu kadar istekli olduğunu anlayamıyor, formülün “bu onayladığım bir yöntem değil” kısmından ileriye geçemiyorum. Hatta dahası, “Kendi payıma, talep olunan şeylerle ilgili kategorik bir sıkıntı yaşamıyorum ama bu taleplerin ucuna insanların hayatlarını iliştirmiş olması, bu taleplerin karşılanmaması halinde birilerinin ölümüyle sonuçlanacak olması bana ters geliyor” filan gibi bir şey diyesim geliyor. Bunun öncelikle kişisel bir nedeni var: bir kişi neyi hayatı pahasına isteyebilir, hangi talebin bedeli talibin hayatı olabilir, türü sorulara bir cevap veremiyorum. Ne bir dil, ne de hele bir liderin vaziyeti bu terazinin iki kefesini denkleştirmeye yetecek ağırlıkta bence. Ama bu, dediğim gibi, kişisel bir yaklaşım. Başkaları böyle görmek zorunda değil, dünya mutlaksız kaypak rölativistlerden oluşmuyor. (Bununla birlikte, benden, şahsımdan herhangi bir tavır almam, herhangi bir davranışta bulunmam beklenseydi herhalde bu görüşüm uyarınca davranırdım.) Bir kişi talepleri için böyle bir irade sergileyecekse sergiler. Fakat açlık grevi bana sırf kişisel eğilimlerime ters geldiği için ters gelmiyor. Bana göre bir tarafa taleplerini, bir tarafa da hayatını koyup teraziyi başkalarına teslim etme eylemi, iletişimi ve siyaseti bitiren bir eylem; bu bakımdan tehlikeli buluyorum. Kamuoyunda işin bu kısmı “şantaj” terimi etrafında dönen tartışma tarafından yutulup soğuruluyor. Bu bir şantaj mı? Bilmiyorum. Ama çok liberal-demokratik-ılımlı görünmeyecekse şöyle bir resim tasvir etmek isterim: Bir iletişim alanı var, bu alanda bir şeylere karar verilecek, kişilerden biri aniden iletişim alanının dışına çıkıyor, kendisini muhatabından gelecek sözlere kapatarak dışarıdan tek bir söz gönderiyor ve bu sözünün onun istediği gibi alınıp alınmayacağına göre bu kişi ölecek ya da yaşayacak. Ya da bir iletişim alanı yok, alanın kurulması ve işlemesi için böyle bir başlangıç deneniyor. Hiçbir talep tamamen karşılanmaz, hiçbir söz aynen alınmaz, sen talep karşılayıcılardan olsan sen de öyle yapacaksın, bu alan bir at pazarıdır, kim kime, dum duma; at izi, it izi; gücü yeten gücünü yetirdiğine kemendi atar, bu böyledir, diyemiyoruz ona; soru tek, şık iki tane, ya yaşayacak ya ölecek. Ne taraflarından biri olmak (ve aslında) ne de karşımda görmek isteyeceğim bir tartım bu. Bir adım ötesine gidip açlık grevcisine bir de fatura kestiğim, kimsenin böyle bir iletişim tarzını getirip kendi halinde duran insanın önüne bırakma, onu afallatma hakkına sahip olmadığını düşündüğüm de oluyor ama görüşüm budur diye bunu yazamayacağım şu anda. Çünkü bu afallatmayı zaten açlık grevcisi yapmıyor büyük ölçüde. Onun dıdısının dıdısının goygoycusunun çeribaşısı yapıyor.

Gördüğüm bazı metinlerde sözün bittiği yer, bütün çarelerin tükendiği an, geriye kalan son enstrüman laflarıdır dönüyor. Buna göre, bahsettiğimiz alanın dışına çıkma, oradan buyurma anının hemen öncesinde bulunan sözün bittiği yer durağında, artık geriye bir tek bu çare kalmış. Çok büyük bir ihtimalle ben daha iradesiz çıkar, öyle bir yere bu insanların tamamından çok daha önce ulaşırdım; amma şu gün şu durumda, bana, bir ilke olacaksa, bu ilke öyle bir yerin olmadığını, sözün hiçbir zaman bitmediğini, bitemeyeceğini kabul etmek olmalı gibi geliyor. Bunu kendi kendime tekrarlaya tekrarlaya dilimde tüy bitti; buraya bir vesileyle de bu düşüncemi not düşmüştüm diye hatırlıyorum: Sözün dışı yok, söz dışında bir mecra, bir araç yok. (Çünkü ayrı bir kulvarda da beden üzerine, bedenin açlık grevine girilerek kullanılması üzerine de beyin fırtınaları kopup duruyor; ama hiçbiriniz sandığınız kadar dolaysız değilsiniz. Hatta açlık grevcisi öyle olmasa bile siz tamamen sözden ibaretsiniz.) Yanı başımda en yalın haliyle bir beden ölmüyor, çıplak gerçek bu filan değil. Yanı başımda “kendi gündemim” haline getirmeye çalıştığım somut bir şeyler var; bir de, sözler uçuşuyor. Kendimi öldürüyorum sözü, kendini öldürüyor sözü, hayır öldürmüyor sözü, bırak öldürsün sözü, hayır öldürmesin sözü, elbette BEN de öldürmesin diyenlerdenim sözü, vesaire. Söz olunca, açlık grevi eyleminin farkı, alameti farikası da bulanıp gidiyor. Eylemlerden bir eylem, sözlerden bir söz. Açlık grevi benim için dolaysız, doğrudan, söz ile ilgili alavere dalaverelerden ötede duran, benimle çok başka bir frekanstan bağlantı kuran bir şey değil. “Yani tamam ama bu da açlık grevi artık!” gibi bir şey değil. Ben ne açlık grevi yapanım, ne de kendisi ile iletişim kesilerek açlık grevi başlatılan ya da açlık grevi ile kendisiyle iletişim kurmaya çalışılan muhatap. Ben, hakkında şu da bu söz için harekete geçsin de, o muhataba dünya dar olsun denilen kişi oluyorum. Açlık grevini de bir haber, bir tvit, bir manşet, bir öfkeli j’accuse’lü yazı gibi bir şey olarak tecrübe ediyorum. Yani yine bir söz ile.

[[Yani, açlık grevcisi geriye tek enstrümanı bedeni kalmış bir kişi değil. Hadi madem bu parantezin içine hapsedip geçeyim: bütün bu hikâyenin, bütün bu eylemin, söze dayalı olmak; aktarılan, taşınan, yayılan söze dayalı olmak; yani direksiyonu medyaya bırakmış, kendisini medyanın insafına terk etmiş olmak; bedenin ve bedeni öldürmeye karar veren iradenin yanı sıra daha bir dolu enstrüman ve irade gerektirmek gibi bir çetrefil yönü var.]]

Lafı açlık grevinden açlık grevi hakkında düşünüp konuşanlara getirmeye çalışmam bu yüzden.

Bu sanıyorum diğer insanlar için de böyle olacaktır; yani diğer insanlar da açlık grevini çıplak gerçeği ile doğrudan değil, sözü-söylemleri ile dolaylı olarak tecrübe edecektir. Burada açlık grevlerine karşı göstermeleri gereken duyarlılığı göstermedikleri için, harekete geçmedikleri için; duyarlılık gösterseler, harekete geçseler ne yapabilecekleri düşünülmeden yüklenilen insanları kastediyorum. J’accuse’cüler bu kişilere kızıyorlar; ölümün doğrudan doğruya kapıda beklediği şu anda dahi, normalde grevcilerle aralarına ayrımlar koyan, farklarını yaratan ve her biri de önünde sonunda sözlerden kaynaklanan envai çeşit ıvır zıvırı bir yana koyamadıkları; "böyle uç bir durumda" insan vicdanının emredeceği yegâne karşılığı bulup veremedikleri için. J’accuse’cü gibi yapsalar, onun gibi olabilseler ya? Ama yapamıyorlar ya da yapmıyorlar ve ithamları hak ediyorlar! Ama j’accuse’cü yanılıyor. Kızdığı insanlar da tabiatıyla açlık grevini sözler olarak tecrübe ediyor, sözlere verdikleri tepkiler ile ele alıp değerlendiriyorlar. Lütfen j’accuse’cü, kimseden, hiçbir zaman sözün ötesine geçip/ıvırı zıvırı bırakıp/kendi olmaktan çıkıp Vicdan'ının sesini dinlemesini ve bu yolla çabucak sizin söylediğinizi kabul etmesini istemeyin. Böyle bir şey hiçbir zaman olmayacak, hiç kimse tarafından pürüzsüz şekilde böyle yapılmayacak. Duyargaları –atıyorum- sadece (veya öncelikle) Silivri zulmü tabir ettiği bir şeye açık olan kişi, 65. değil 650. günde de bu konuda ölü taklidi yapacak; ya da bir AKP'linin konuya yaklaşımı limit vakalarında bile daima bir parçalı bulutlu, bir başka türlü olacak, vesaire. Bu kişilerin İnsaniyetsizliği sonucu olmayacak bu, tam tersine insaniyet hiçbir zaman o beklediğiniz gibi olmadığı için olacak. Siz de öyle değilsiniz zaten. Ne kadar yüce gönüllü olursanız olun, herkesin ölü taklidi yaptığı bir “kainatın en fena zulmü” vardır. Yapacak bir şey yok, böyle bu. Bir yerlerde bizi birleştiren bir damar olduğu yalan çünkü. İnsaniyet de yalan, vicdan da.

Onayladığım bir yöntem değil ama tarzı desteğe ilk takıldığım günler, son yıllarda iyiden iyiye zamanın ruhu haline gelen trollük müessesesine doğru bir sapma da yaşadım. Kendi kendime şu soruyu soruyordum: gerçekten ayırt edilebilir hiçbir aidiyeti, hiçbir kimliği olmayan, bütün etnik, dini, siyasi ayrımların ötesinde insan gibi insan olan jenerik, soyut bir insan (nasıl olacaksa artık öyle biri), sadece ve sadece şu anda Türkiye’de süren açlık grevlerinin sonlandırılması talebiyle, ciddi şekilde, gerçekten açlık grevine başlasa acaba nasıl olurdu? Çağrısına karşılık “Bu adam münasebetsizin biri, biliyoruz, yaptığını onaylamıyoruz, ama sonuçta söz konusu olan insan hayatı, durdurun bu işi” denmezdi herhalde. Ciddiye alınmayacağı aşikâr; fakat böyle biri, şu onayladığım bir şey değil ama artisliğini biraz sarsardı diye düşünüyorum. En azından ortada bütün sözleri, siyasi ayrımları, mevzileri bir kenara atıp sadece ve sadece insaniyet namına Vicdanının ona emrettiğini dile getiren, olaya “önce insan” falan gibisinden evrensel bir ilkeyle yaklaşan hiç kimsenin olmadığını görmüş olurduk.

Toparlayacak olursam, galiba şöyle: açlık grevcilerin açlık grevlerine çıkarkenki taleplerinin içeriklerine kategorik bir itiraz getiremiyorum, bunları tartışmalı-tartışılabilir-konuşulabilir buluyorum ama işte tam da öyle buluyorum, o sulara ait görüyorum; kişinin hayatını mematını ucuna iliştirip muhatabına postalayabileceği mutlaklar olarak görmüyorum. Açlık grevcilerinin yanlış yaptıklarını düşünüyorum. Bu yanlıştan kaçınmak istiyorum. Bu, bize ne yapılması gerektiğine dair ne söylüyor? Hiçbir şey söylemiyor. “Hadi al, gündemin bu, bir karar vereceksin, bir şey yapacaksın, seç bakalım” durumundan şikâyetçiyim zaten, bu şekilde bir bir şeyler yapmak/yapmamak seçimine çekilmek istemiyorum.

Bir de, açlık grevi eyleminin etrafındaki sözlerin çok büyük kısmından başka nedenlerle rahatsızım. Bu sözlerin rahatsız ediciliği, sözün, eylemin merkezine olan uzaklığı arttıkça artıyor. En son bir Facebook paylaşımında “Sizin için ölüyorlar! Sizin yüzünüzden ölüyorlar! Siz böyle duyarsız kaldığınız için ölüyorlar!” gibi bir sarsıp-kendine getirip-duyarlı hale getirme denemesi gördüm. Çok rahatsız ediciydi ama rahatsız edip davaya katılmayı sağlamıyordu. Rahatsız edip uzaklaştırıyordu, görüldüğü üzere.

29 Ekim 2012

Bobby Sands diyor ki



D- Neyse, ne diyecektin bana? Hangi noktadasınız? O müdür çıldırttı mı seni sonunda?
B- Görüştüğünü, pazarlık üstünde olduğunu söylüyor. Laf işte...
D- Ama neden o görüşmeleri yapmak zorunda olduğunuzu biliyorsun.
B- Çünkü artık işe yarar bir propaganda aracı değiliz.
D- Kime göre, liderlere göre mi?
B- Bu işin zamanı geldi. Bir kararın verilmesi gerekliydi.
D- Liderler böyle düşünüyor sence, öyle mi?
B- Bilmem.. Belki de öyledir.
D- Paranoya mı yapıyorsun acaba Bobby?
B- Bak, geçen Ekim'de açlık grevindeki yedi kişi için on bin kişi sokaklara döküldü değil mi?
D- Evet.
B- Uluslararası toplum Brit'lere o kadar baskı yaptı falan filan..
D- Sizin...
B- Papa'nın bile bir diyeceği vardı, müdahil oldu. Dünya alem Maggie Thatcher'ın geri çekilmesine ve bize haklarımızı vermesine uğraştı ve sonunda hiçbir şey olmadı.
D- Evet.
B- Açlık grevi başarısız oldu. Cephede olan bizdik. Protestoyu biz yarattık. Sorumluluk da bizim. Liderler benimle çok açık oldu Don. Dört buçuk sene "yıkanmama" protestosu yaptık; Cumhuriyetçi hareketi iyi kötü gündeme getirdi bu, ama aynı zamanda da bir yerde örgütün daha genel gelişiminden kopup öyle kaldı.
D- Çünkü ihtiyaçlarınız çok belirli ihtiyaçlar.
B- Tabii ki öyleler. Sivil tip kıyafet veya işte bu palyaço kostümünün adı her ne sikimse o, Batı Belfast'ta üç tane çocuk yetiştiren kadının pek umurunda olmasa gerek.
D- Pek değil tabii.
B- Hakikaten Don. Bize kendi kıyafetlerimizi giyeceğimiz vadedildi. Hep alavere dalavere..
D- Yani liderler sizden bıktı mı?
B- İdeal bir dünyada herkes kendi kavgasını kendi verirdi. Ama burada birbirimize göbekten bağlıyız. Burada, içeride hiçbir şey değişmedi, tek bir taş yerinden oynamadı. Siyasi statüye doğru ilerlemenin gerçek bir ihtimali belirmedikçe liderler bizimle oldukları yerde kalırlar. İşin aslı bu. Masada hiçbir şey olmayacak, sen de beni sözünü tutmayan bu yalancı maymunlarla pazarlığa oturtacaksın. Zırvanın allahı bu! Ne o müdür denen artist piçin odasına giderim, ne de oturur o adamla beyinsizce, anlamsızca kör dövüşüne girerim.
D- Adam seni seviyor ama.
B- Allahın kalası. Adam tam bir öküz Don. Ama gel gör ki cezaevi müdürü yapmışlar. Ulan insanlığa hakaret be!
D- Yarabbi! Bu enerji nereden geliyor sana böyle?
B- Küçükken kır koşucusuydum.
D- Tevekkeli değil. Motor takmışsın sanki. Kır koşucusu. Bu seninle ilgili epey bir şeyi açıklıyor Bobby.
B- Nasıl severdim.. İşte bendeki bütün bu kır şeyi de buradan geliyor. Yarabbi.. Finiş çizgisinde beni zorla tutarlardı, yoksa koşmaya devam... Bana şehir dışından gelme sokak köpeği muamelesi yaparlardı. İnekleri korkuturdum filan... Eğlenceliydi aslında.
D- İnekleri mi korkuturdun?
B- Tabii, korkudan gebertirdim. Etinden sütünden faydalanmak ha? O canavarların.. Yarabbi.. Bir dahaki sefere ben kırda doğacağım, kesin. Vahşi hayat, kuşlar. Hepsini seviyorum. Cennet.
D- Evet, biraz rahatlamayı da öğrenirsin belki.
B- Evet. Belki de, nereden bileceksin. Daha önce hiç denemedim. Mart'ın 1'inde açlık grevine başlıyorum. Sen de bu yüzden buradasın. Sana söyleyeceğim şey buydu.
D- Evet, duydum. Ailenin haberi var mı?
B- Onlara da haber uçurdum, evet.
D- Onlarla konuştun mu peki?
B- İki hafta önce görüş vardı, o zaman konuştuk.
D- Sence ne diyecekler bu işe?
B- Sence Don?
D- Bir de ufaklık var şimdi tabii. Neyse, geçen seferkinden farkı ne olacak?
B- Geçen sefer hata ettik. Olay duygusallaştı. Yedi kişi aynı anda başladı. Hepsi zayıfladı ve içlerinden en zayıf olanı bırakmadılar ki ölsün. Biz de böylece Brit'lerin zokasını yemeye müsait hale geldik ve sonra da aynen öyle oldu. Zokayı yedik. Bu sefer açlık grevine girenler ikişer hafta arayla tek tek girecek. Ölenin yerine yenisi başlayacak. Adam sıkıntımız yok. Yetmiş beş kişi sıraya girdi.
D- Tanrı aşkına...
B- Bugün duyurusu yapılıyor.
D- Yani bu protestonun farkı, bu sefer ölümü kabul etmen, öyle mi Bobby?
B- İş o noktaya da gelebilir tabii.
D- Açlık grevine inandığın şeyler adına bir şeyleri protesto etmek için başlarsın. Baştan ölümü kabul ederek başlamazsın öyle değil mi? Yoksa kaçırdığım bir şey mi var?
B- Bu onlara bağlı. Bizim mesajımız açık. Kararlı olduğumuzu görüyorlar.
D- Yani diyorsun ki, birkaç ölüm olacak, belki beş-altı kişi, ama arkada daha yetmiş beş kişi varsınız.
B- Evet. Yani o noktaya kadar gidecek değil tabii.
D- Tamam. Brit'ler yirmiden sonra filan yola gelecek belki. Ama sana ne, değil mi? Sen zaten ölmüş olacaksın. Bu çocukları hangi yola sürdüğün hakkında hiç düşündün mü? Yani, ailelerinin yaşayacağı şeyler bir yana... Britanya Hükümeti ile kafa kafaya dalaşacaksınız. Cumhuriyetçilikten nefret ettikleri açık. Sarsamazsın da adamları. Terörist dedikleri adamların ölümüne seve seve göz yumarlar. Bu sefer ölüm ihtimali de daha yüksek.
B- Biliyorum
D- Üstelik müzakereye bile yanaşmıyorsun; illa onlar teslim olacak, değil mi?
B- Evet.
D- Yani başarısız olmak, insanların ölmesi, ailelerin parçalanması ve Cumhuriyetçi hareketin moralinin düşmesi anlamına gelecek.
B- Hı-hı. En kötü ihtimal bunların hepsinin olması olur; fakat kısa vadede düşünürsen, çok yakın bir tarihte...
D- Bırak yahu!
B- Hayır, kesinlikle! Daha dirençli, daha kararlı yeni bir nesil gelecek.
D- Bana mı anlatıyorsun bunu?
B- Burada bir savaş sürüyor. Anlayabileceğini düşünmüştüm. Yabancı gibi konuşuyorsun.
D- Esas sen benimle yabancıyla konuşur gibi konuşuyorsun. Ben Kuzey İrlanda'yı tanımıyor muyum? Ben de burada yaşıyorum.
B- Öyleyse bizi destekle.
D- İlk açlık grevini destekledim. Çünkü o eylem protesto temelliydi. Peşinen alınmış bir ölüm kararı değildi. Thatcher'ın tamamen teslim olması dışında hiçbir halde müzakereye oturmama inadı filan da yoktu. Saçma sapan işler peşindesiniz Bobby. Yıkıcı bir eylem bu.
B- Burada son dört senede olanlar neydi peki? Vahşet, hakaret... En temel haklarımız elimizden alındı. Artık bunların bitmesi gerek.
D- Konuşmakla biter bunlar.
B- Ne yani? Adamlardan teklif alıp üniformalarını mı giyeceğiz? Son dört yılın anlamı da sıfırdı zaten. Öyle yapabiliriz Don. Veyahut da olduğumuzu iddia ettiğimiz ordu gibi davranabilir ve yoldaşlarımız için kendi canımızdan vazgeçeriz.
D- İçinde ilerlemeye açık, seni tekrar müzakere masasına oturtabilecek en ufak bir zerre bile yok mu?
B- Öyle olmayacak.
D- Peki, boşverelim. Burada senin tek maksadın sadece intihar mı, onu bilmek istiyorum.
B- Yapacağım şeyin ahlaki açıdan hükmünü vermemi, intihar mı-değil mi onu savunmamı mı istiyorsun? Senin baktığın yerden bu bir intihar. Bana göreyse bu bir cinayet. İkimiz arasındaki ufak farklardan biri deyip geçelim. İkimiz de Katoliğiz. Cumhuriyetçiyiz. Ama sen o güzelim Kilrea'nde balık tutarken, Rathcoole'da evimizi yakıp bizi sokağa atıyorlardı.
D- Doğru!
B- Hayatlar ve yaşananlar çok açıdan benzeşir ama farklı noktalara odaklanırız Don. Anlıyor musun?
D- Anlıyorum.
B- Ben inanıyorum. Bütün basitliği ile bu olabilecek en güçlü şeydir.
D- Peki ölümünle neyi ifade etmeye çalışıyorsun? Brit'lerin uzlaşmazlığını mı? Ne ki bu yani; Brit'lerin ne mal olduğunu bütün dünya biliyor.
B- İyi.
D- Hı-hı, iyi. Ve bunun sizinle de bir ilgisi yok. Adamlar zaten yüzyıllardır her şeyin içine sıçıp bırakıyorlar.
B- Nefretini görebiliyorum Don.
D- Dava şehidi olmaya mı çalışıyorsun?
B- Hayır.
D- Emin misin?
B- Evet.
D- Çünkü Wolfe Tone, MacSwiney gibilerini göklere çıkardığını duydum. Hiç öyle adının tarih kitaplarına geçeceğini filan düşündüğünü söyleme.
B- Bu umurumda mı sanıyorsun?
D- Biliyorum, umurunda.
B- Ne diyeyim, yanılmışsın.
D- Kendinize askerler diyorsunuz. Tek amaç özgürlük, filan. Ama sen hayatın kıymetini bilmiyorsun Bobby. Hayatın ne olduğunu artık bilmiyorsun. Bu koşullarda geçmiş dört yılın sonrasında kimse sizden normal davranmanızı da beklemiyor. Size dair normal olan hiçbir şey yok. Şu anda Cumhuriyetçi hareket bir köşeye sıkışıp kaldı. Senin IRA'in, hareketin hemen arkasında, o sıkıştığı yere dönük. Bütün o tarih, bütün o ölen adamlar ve kadınlar. Hâlâ hiçbir şey demiyorsunuz. Gözünüzü kapamışsınız, verebildiğiniz tek cevap her şeyi öldürmek. Bunu durdurmaktan da korkuyorsunuz. Yaşamaktan, sakin sakin konuşmaktan çekiniyorsunuz. Ulster ne işe yarar ki zaten değil mi? Kendini bok etmekten başka... Ve buradaki hâle bak: Cumhuriyetçi hareketin geleceği sizin, gerçeklikle hiçbir bağlantısı kalmamış adamların elinde yatıyor. Kafan yerli yerinde sanıyorsun, değil mi? Burada, günde 24 saat bokun sidiğin içinde kapalısın ve o kadar adamın canına mal olabilecek kararlar alıyorsun. "Bobby Sands'in heykelini dikin." Şaka gibi! Özgürlük savaşçısı ha? O dediğin, dışarıda, toplum içinde çalışan adamlar ve kadınlar. Sen de bir zamanlar öyleydin, değil mi? Twin Brook'ta yaptıkların... İşte sana orada, öyle ihtiyacımız var Bobby ve sen de haklı olduğumu biliyorsun.
B- Ben böylesine inandım. Soruna cevap vermemi mi istiyorsun?
D- Yeniliyorsun Bobby. Onlara kozlar veriyorsun.
B- Strateji böyle işliyor.
D- Durdur onu o zaman. Duracağını söyle yeter.
B- Hiçbir şeyden çakmıyorsun sen.
D- Sen bu çağrıyı yapabilecek durumda değilsin.
B- Çağrı yapıldı bile. Durdurulmayacak.
D- Siktir et o zaman! Hayatın senin için hiçbir anlamı yok belli ki.
B- Tanrı beni cezalandıracak.
D- Eh, intihar yüzünden olmasa bile aptallığından ötürü cezalandırması gerek, evet.
B- Hı-hı. Seni de küstahlığından ötürü cezalandıracak. Çünkü benim hayatım gerçek bir hayat; ilahiyat dersinde okuduğun bir bilmece veya gerçek hayatla bağlantısız bir dini oyun filan değil. Bak, İsa omurgalı bir adamdı; ama havariler var ya, o zamandan bugüne bütün havarileri düşün. Siz laf cambazlığındasınız, anlam çıkmazlarının altından girip üstünden çıkıyorsunuz. Size devrimciler lazım. Hayatın nabzını attırmak, hayata bir yön vermek için size kültürel-siyasal askerler lazım.
D- Bunlar deli saçması. Senin aklın bulanmış.
B- Hı-hı, sen öyle de.
D- Peki o küçük oğlun ne diyecek sana?
B- Siktir!..
D- O da mı umurunda değil?
B- Bana duygularla mı saldıracaksın? Tam bir rahip davranışı.
D- Yüreğin ne diyor Bobby?
B- Beni tamamen anladığını sanmıştım Don.
D- Ne diyor, onu söyle?
B- Hayatım benim için her şey demek. Özgürlüğüm her şey demek. Benimle alay etmek niyetinde olmadığını biliyorum, o yüzden diğer her şeyi bir kalemde geçelim. Bu, şöyle bir durakladığımız anlardan biri. Şu uğrakta inançlarının saflığını koruman lazım. Birleşik İrlanda'nın hakça ve adil olduğuna inanıyorum. Belki senin gibi bir adamın bunu anlaması imkânsız. Fakat kendi hayatıma duyduğum saygı, içimdeki özgürlük arzusu ve inancıma olan inatçı sevdam, kafamda oluşabilecek şüpheleri aşabilmemi gerektiriyor. Hayatımı kuyruğa eklemek yapabileceğim tek şey filan değil Don. Bu, yapılması doğru olan şey.
D- Beni de bu yüzden mi buraya çağırdın? Fikirlerin için bir deneme sürüşü ha? Kendinden yüzde yüz emin değilsin. Şüphelerin var belki?
B- Evet. Eh, ben de insanım.
D- Benden sonra kafan netleşti o zaman?
B- Sen yol gösterici bir adamsın Don, "ruh işi"ndesin. Hiç Gweedore'a gittin mi? Donegal'da?
D- Gittim.
B- Ben oraya 12 yaşımdayken gitmiştim. Çocuklar arası büyük bir kır koşusu vardı. Bir sabah bizi topladılar, bir minibüsün arkasında Derry'ye doğru yol alıyorduk. Nasıl büyük bir olay anlatamam. Bize göre uluslararası atletizm müsabakası gibi bir şeydi, çünkü Güney'deki çocuklarla yarışacaktık ve Belfast'ı temsil etme övüncü gibi bir şeyimiz vardı biraz. Birkaç tane Protestan vardı, geri kalanlar hep Katoliktik. İşte, topluluklararası bir şeydi. Güneydeki iyi kalpli beyler bayanlar böyle bir iyilik düşünmüştü. "Hadi şu Belfast'taki ufaklıkları da çağıralım" ve hep o tepeden bakma boku işte. Neyse. Sınırı geçtik. Çocuklar şarkılar, türküler filan... Ben otobüsün arkasındayım, camdan bakıyorum. Dağlardan geçiyoruz. Errigal Dağı'nı biliyor musun? Manzarası çok güzel. Herhalde Donegal, İrlanda'nın en güzel yeri olsa gerek.
D- Hı-hı
B- Neyse. Gweedore'a vardık. Ama ne yer.. 200 kadar çocuk vardı. Hazırlanıyorlar, ufak ufak ısınıyorlar filan. Koşuyu Hıristiyan Kardeşler düzenliyor ve çocukların kulağına ufak fiskeler atıyorlar, yani düzeni sağlamaya çalışıyorlar. Biz takımca hafif tempoda küçük bir koşuya çıktık, bacaklarımızı açmak için. Arpa tarlalarıyla çevriliyiz. Bir vadiye indim; ufak bir akarsu var, suyun içinde ağaçlar filan. Suya inmek, ağaçlıklara girmek yasak, eh, biz Belfast çocukları da hemen şöyle bir gidip bakıyoruz tabii, değil mi? Suyla ağaçlar bize Amazon gibiydi. Cork'lu gençlerle karşı karşıya geldikçe... Aksanımıza takılıyorlar. Çocuklar neredeyse konuşamıyor, dediklerini anlayamıyoruz. İşte anlıyorsun ya, bize efendilik taslıyorlar. Tepeden bakıyorlar, hissedebiliyorum. Koşuyoruz... İşte aklımıza akarsuya inip balık arama fikri geldi birden. İndik akarsuya, akıntıyı izliyoruz, su bir karış... Bir tane gümüşbalığı var, başka pek bir şey yok. derken çocuklardan biri bizi az aşağıya çağırdı. Suda ufak bir tay yatıyor... Dört beş günlük. Gri renkli, bir deri bir kemik. Üstünde de parça parça kan lekeleri var; taşlara çarpıp her tarafını kesmiş. Başında dikiliyorduk ve arka ayağı kırılmıştı, anlaşılıyordu. Hayattaydı ama işte o kadar... Kendilerini birden takımın liderleri gibi hisseden çocuklar arasında büyük bir tartışma başladı... Ne yapmamız gerektiğine kafa yoruyorlardı. Biri "kafasına bir taş atalım" diyor filan, ama yüzlerine baktığımda görüyorum ki ya korkudan altlarına edecekler ya da en ufak bir fikirleri yok. Sırf sahte kabadayılık... Ve yerdeki hayvan da acıdan kıvranıyor. Şöyle mi böyle mi diye hiçbir yere gitmeyen bir konuşma... Sonra rahiplerden biri bizi gördü, tayı da gördü, aman oynatmayın dedi ve bize boku yediğimizi söyledi. Boku yedik gerçekten. Bir tay yaralanmışsa ve ortada bir grup çocuk varsa, suçlu bellidir. Bir grup Belfastlı çocuk varsa, tabii ceza da bellidir. Ben aniden işi anladım. Dizüstü çöktüm, tayın başını ellerimin arasına aldım ve suya soktum. İlk başta biraz debelendi, ben de boğulana dek daha derine doğru bastırdım ve tay öldü. Rahipler geldi Don. Saçımdan tuttular, ağaçların arasından çekiştirdiler ve cezamı kestiler. Fakat o ufak tay için doğru olanı yaptığımı biliyordum. Bizim diğer bütün çocukların cezasını da üstlenebilirdim. Saygılarını kazanmıştım artık ve bunu biliyordum. Ben artık nedenlerden kurtuldum Don. Sonuçlardan, bedellerden de kurtuldum. Ama harekete geçeceğim ve öylece hiçbir şey yapmadan durmayacağım.
[Sessizlik. D. masadaki sigara paketine davranır]
İstersen sigaraları bırak. Yuhanna'nın Mektupları'na sigara sarmayayım, değil mi?
D- Yok, insafıma sığmaz. Seni bir daha göreceğimi zannetmiyorum Bobby.
B- Gerek de yok zaten Don.

----

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails