24 Ağustos 2010

Yerindelik denetimi?

12 Eylül günü halkoyuna sunulacak olan anayasa değişiklik paketinin maddelerinden biri, yürürlükteki 1982 Anayasası'nın 125. maddesine şöyle bir not düşülmesini öngörüyor: "Yargı yetkisi, idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz". Bu yerindelik denetimi denen olay, Özal'dan Melih Gökçek'e kadar, girişimcililer girişimcisi muhafazakâr-sağ iktidar sahiplerinin hepsinin baş belası olagelmiş bir olay. Yasama organının hamleleri hakkında Anayasa Mahkemesi'nin verdiği kararlar gündemi işgal ediyorken bu maddede bahsedilen olayın bir benzeri tartışılıyor. "Anayasa değişikliğini sadece usûl bakımından incelersin, içeriğine karışamazsın" görüşünü al, idarenin hamlelerine ve bunların karşısında idari yargı organlarının verdiği kararların bağlamına doğru çek uzat, işte karşında bir yerindelik denetimi karşıtı söylem var. Burada da "İdarenin eylemlerini sadece hukuka uygunluk açısından denetleyebilirsin, yerindelik denetimi yapamazsın" deniyor. Önceki durumda olduğu gibi bu da yasalarda yer bulmuş; İdari Yargılama Usûlü Kanunu'nun 2. maddesinde yerindelik denetimi yapılamayacağı, idarenin takdir hakkının (Roni Margulies'çesi: "hükûmetlerin hükûmet etme hakkı". biraz ağız yayılarak, biraz umursamaz bir tavırla, en önemlisi de "Bunlar çok karmaşık mevzular ama ben yine de halkın anlayacağı şekilde anlatayım" havasıya söylenecek) ortadan kaldırılamayacağı belirtiliyor. Fakat yine yasamanın denetlenmesinde olduğu gibi, kanunda yazılı olanın aksi yönüne bakıyormuş gibi görünen bir fiili durum var. İşte bu anayasa değişikliği paketi ile birlikte, yerindelik denetimi karşıtı söylem anayasal düzeye çekiliyor, idareye bu düzeyde bir koruma getiriliyor.

Yerindelik denetimi neden kaçınılası bir şey? Burada teori devreye giriyor. Şimdi idare belli bir karar veriyor, bir şey yapmak istiyor. Buna karşılık da yargının aynı işin öyle değil de şöyle yapılırsa daha iyi olacağına dair bir kararı var, deniyor. Devamında da ekleniyor:
İdarenin yaptığı nitelendirmenin yanlış, mahkemenin yaptığı nitelendirmenin doğru olacağını kimse söyleyemez. O nedenle demokratik hukuk devletinde idari işlemlerin sebep unsuru konusunda nitelendirme yapma yetkisi, kural olarak, mahkemelere değil, idareye aittir.
Çünkü niye, çünkü idare (yine) teoride insanlara bir doğru önerisi sunarak ve bu kendi doğru'sunu onlara onaylatarak işbaşına geliyor. Onun doğrusunun arkasında halkın desteği var; yargının heybesinde ise böyle bir şey yok. Yeşiller.org'daki yazının alıntıladığı metnin atladığı unsur şu: yargı'nın doğru ve yerinde olan'a dair görüşünü yargıçlar af buyurun bir taraflarından kıl-tüy söküp tek mi çift mi diye sayarak belirlemiyorlar. Arada bilirkişi denen bir kurumun dolayımı var. Teoride, bilirkişi'nin, doğru ve yerinde olan'ı belirleme konusunda herkesten daha avantajlı bir konumda olması lazım (şu konu da ennihaye gelip bilgi sosyolojisine dayandı ya...). Seçilmişin de, atanmışın da onun karşısında el pençe divan durması lazım. Mahkemelerde bilirkişinin dediğinin hilafına karar alınması Yargıtay için karar bozma nedeni diyorlar; seçilmiş olan için ise bir şey denmiyor. Ama yine de teoriyi bilirkişi'ye kapattığında, böyle bir nedenden ötürü yerindelik denetimi gördüğünüzde kaçınız durumu hasıl oluyor.

Bu kadar teori yeter. Yerindelik denetimi konusunun pratiğinde, idare-mahkeme-bilirkişi gibi soyut kişiler değil, somut kişilikler bulunuyor. Melih Gökçek 267 metrelik semazen heykeli projesi çizdiriyor mesela, inşaat için bazı düzenlemelere girişiyor, sonra birileri (kimler yetkili buna?) konuyu mahkemeye götürüyor, sonra Melih'in belalısı ODTÜ'den bilirkişi tayin ediliyor, o da projeyi kamu yararına, şehircilik ilkelerine uygun bulmuyor ve sonra ya plan tadil ediliyor, ya proje rafa kaldırılıyor --seçim döneminde CHP ZİHNİYETİ TARAFINDAN ENGELLENEN HİZMETLER diye afişlere ve internet banner'larına dönüşmek üzere. İş öylesine ölüm çekici sıkıcılıkta bir rutine binmiş ki, Melih Gökçek'in dan dun bir proje ortaya çıkaracağı da baştan belli, ODTÜ'lü bilirkişinin ne olursa olsun projenin reddedilmesini önereceği de. Mahkeme de geri kalmıyor: ona düşen çarpıklık da, örneğin, 2003'te yapılan otobüs bileti zammını kamu yararına, sosyal devlet ilkesine filan uygunsuz bulup iptal etme işini 2010 yılında yapmak gibi bir şey oluyor. Daha küçük yerlerde ne dalgalar dönüyor bilemiyoruz.

Belki yine argumentum ad'lara girecek fakat konunun, bu somut kişilerin somut kavgalarını gözardı ederek tartışılamayacağını düşünüyorum. Çünkü teoride tartışıldığında bir erkin başka bir erkin alanına tecavüzü olarak görünen bu fiili durum, pratikte, bu somut kişiliklerin ve onların faaliyet gösterdiği hukuki bağlamın onulmaz çarpıklıkları sonucu bambaşka görünümlere bürünüyor, örneğin bir hak arama aracına dönüşüyor. Metrobüs zammına, usûlsüz özelleştirmeye, dediğim dedik çaldığım düdük kent içi "mutenalaştırma" projelerine karşı insanların elinde iki tür "silah" var: birincisi, dört yılda bir gelen sandık (AK Parti kendi elementer demokrasi anlayışı uyarınca çoğunlukla bunu yeterli buluyor), ikincisi de, idari yargı ve onun tepesindeki Danıştay. Bunu, "Son kale yargı, onu da ele geçirmeye çalışıyorlar" filan gibi anlamayın lütfen. Yargı sistemini genel olarak bir utanç kaynağı olarak görüyorum, kendimi onlar sayesinde güvende filan hissetmiyorum ve bazen gazlara geldiğimde "Bunların burnunu ne kadar sürtsen iyi" gibi şeyler bile diyorum. Ama burada demek istediğim, işin eğrisi doğrusuna denk gelmiş ve bu çarpıklıklar yumağında böyle bir imkân ortaya çıkmış. Çeksenbelınsıs o yea hesabı. Tıpkı aslında devlet tarafından büyük ihtimalle kontrol aygıtları olarak tasarlanmış olan meslek odalarının, belirli bazı insanlar tarafından mesken edinilerek, bu potansiyel imkânın "halkçı" sonuçlar yaratmasında gerekli dolayımı sağlıyor olması gibi.

Böyle düşününce anayasa değişikliği paketindeki yerindelik denetimi karşıtı düzenlemenin doğrudan doğruya Melih Gökçek ve Kadir Topbaş tarafından önerildiği izlenimine kapıldım. Böyle bir imkânın anayasa aracılığıyla kırpılması bana pek "elbette ideal, yeterli değil ama neticede ileri doğru atılmış bir adım" gibi gelmedi, pek razı olmadım açıkçası. Sandık yetmiyor ve sandık olsa bile, idarenin bir kontrole tabi olması, olmamasından -benim için- sanırım her şartta daha iyidir. Galataport normal, ideolojik-olmayan, tarihin sonu, dünyanın eksikliğiyle yüzyılları heba ettiği pırıl pırıl evrensel hakikat; fakat tek onu engelleme çabaları idoolojik bazı yaklaşımlardır diyemiyorum. Bu durum "fiili" nitelikteyse, doğru dürüst işlemiyorsa, bilirkişiler yetkilerini kötüye kullanıyorsa onun çaresine bakarsın, düzenlemesini yaparsın. Bilirkişi seçimlerine sıkı bir usûl getirirsin, yerindeliğe hem bu imkânı ortadan kaldırmayacak hem de idarenin iş görmesini sağlayacak bir yol ararsın. Ama bir kontrol unsuruna karşı sağcı bir partinin millet ile kaldırmak'tan başka bir yönelimi söz konusu olamayacağı için bu varsayımsal kısma bir son vermenin vaktidir.

Öte yandan, yukarıda alıntıladığım Yeşiller.org yazısının sonunda enteresan bir argüman var. Anayasa değişikliğinin kabul edilmesi halinde yürürlükte olan bütün çevreci davaların düşeceği görüşüne karşı bir sav geliştirilmiş. Deniyor ki, bu davalar düşmeyecek, zira halihazırda kimse "Bu özelleştirme yerinde değil, buna bir yerindelik denetimi attır hoca" diye mahkemeye gitmiyor ve mahkemeler de kararlarında "Evet ben yerindelik denetimi yaptım ve bunu yerinde değil buldum" demiyor. Bunun yerine, örneğin bir HES projesinin hukuka uygunluğu değerlendirilirken, "hukukilik denetimi", yalnızca ihale uygunluğu, nizamnamelere uygunluk, işçileri sigortalı çalıştırma gibi şekil ve usûl kısımlarını kapsayacak şekilde dar tarifeden değil, başka insanların yaşama hakkı, mülkiyet hakkı, devletin çevreyi koruma-yaşam kalitesini artırma-sosyal devlet olma gibi bazı Anayasal ve yasal ödevleri de işin içine katılarak, daha geniş şekilde yorumlanıyor. Bu sebepten, Anayasa değişikliği şu andaki hukuki aracı teğet geçecek ve sürdürülen mücadeleler baltalanmayacak. Bu görüş biraz aklımı bulandırdı ama öbür yandan şunu da sormak lazım: Eğer durum gerçekten böyleyse, yani yapılan şeyin adı zaten yerindelik denetimi değilse ve mesele hukukilik denetiminin geniş yorumlanması ise neden özellikle yerindelik denetimini yasaklayan ama hukukiliğe bir ses çıkarmayan bu Anayasa değişikliğine ihtiyaç duyuluyor? Zaten mevcut olan ve işlediği belirtilen yasal korumayı anayasal düzeye taşımanın anlamı ne? Siz belki hukukilik denetimi sınırları içinde kalma iddiasındasınız ama durumu yerindelik denetimi olarak adlandıran, önü kesiliyormuş hisseden de bir irade var ve belli ki bu durumu ortadan kaldırmaya bilenmiş, kozlarını ortaya koymuş durumda.

Belki de değişikliklerin kabul edilmesi durumunda bir vaka Anayasa Mahkemesi'ne kadar taşınacak; o zaman durumun adı tam koyulacak ve ondan sonrasında Melih Gökçek mi, ODTÜ mü wins perfect, belirlenecek. AYM hem kendi alanında bu yerindelik denetimiyle pek hoşlaşıyor, hem de geçmişte (1990'ların başı) Danıştay'ın elini kararlarıyla güçlendirmişliği mevcut. Fakat gelecekte yapısı değişecek bir Anayasa Mahkemesi'nin yönelimi nasıl olur sorusu bir yana, şu gün şu saatte bile hukuka dair siyasal kamuoyunda yerindelik yandaşı bir söylemin yaygınlık bulması bence mümkün değil. Her hâlükârda böyle bir imkânın yok edilmesi riskini barındıran bu değişiklik önerisi beni hoşnutsuz ediyor. Hele de bunun ne şekilde "ileri bir adım" olabileceğini hiç anlayamıyorum. Kişisel olarak referanduma dair elediğim, yapmam dediğim ilk seçenek Hayır seçeneği idi ama konu öyle basit değil, onu anlamış oldum kendi payıma.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails