07 Ağustos 2010

Zeytinburnu'nda bir küçük Fazıl Say?

Şurada, sevgili Ara Nubaryan'ın kaleme aldığı bir yazı bulunuyor. "Faşist, cahil, atgözlüklü bir anne babaya sahibim. Sanattan anladıkları Seda Sayan & Nihat Doğan düetidir sadece. Tiyatronun t’sinden bihaberlerdir" diye başlayan bu yazıda, bilincinin ötelerine doğru uzanıp kendi durumunu Ara'nın kendisine sağladığı dil araçlarıyla ifade eden bir gencimizin ibret dolu serüvenini okuyoruz. Gencimiz bir gün belediyenin dağıttığı biletlere takılarak tesadüfen bir tiyatroya gidiveriyor. Yine Ara'nın sağladığı dil araçlarıyla ilk kez tiyatroya gidişini "Ne oturmasını biliriz ne kalkmasını… Hiç verilmeyecek yerlerde reaksiyonlar gösteririz, semtimizin entel dantel aydınları dönüp ters ters bakarlar" diye anıyor. Genç adam daha sonra yavaş yavaş tiyatroya alışıyor, sürekli gitmeye başlıyor, ve en nihayet kendisini "sanat bir ihtiyaçmış ve olanaksızlıkların olduğu yerde sanat için bir zorlama değil ama teşvik şartmış. Bunu ama devlet yapar ama başka bir kurum; bazen de bir kişi. Ama sanat olmazsa olmazmış. Yemekten, sevişmekten ya da sıçmaktan bir farkı yokmuş; ve evet, en az onlar kadar bir ihtiyaçmış" derken buluyoruz. Daha sonra Ara'cığım bana (evet, bana) şöyle bir çakıyor gencimiz aracılığıyla ve hikâye son buluyor.

Profesyonel, İstanbul DT
Bu hikâye ve bağlantısı olan çakış, Zeytinburnu'nda hep beraber gittiğimiz bir oyunda ben seyircileri beğenmediğim için ortaya çıktı. İhtimal ki hikâyedeki gibi belediye sponsorluğunda oyuna gelen seyirciler, oyunu acemi tiyatro seyircisinin alametifarikası yersiz gülüşlerle ve alkışlarla filan izlemişlerdi. Bense oyunu daha "tiyatro müdavimi" insanlarla birlikte izlemeyi tercih edeceğimi söyledim. Devamında gelen sağanak yağmurlu tartışma sonucunda, dörde karşı bir oyla elitist ilan edildim ve dönüş yolu boyunca neşeli arkadaşlarımın çeşitli şakacılıklarıyla sarıp sarmalandım. O gün söylediklerimi kelimesi kelimesine hatırlayamadığımı belirterek kıvırmaya doğru potansiyel bir adım attıktan sonra, meramı yeniden ifade etmeyi deneyeyim. Fazıl Say olmadığımı savunmayı planlıyorum.

Aydın Boysan
Benim daha tiyatro izleyicisi gibi bir kitle ile oyun izleme tercihim, temelde, yukarıda Ara'nın ifade ettiği sanat anlayışı ile tabandan zıtlaşan bir görüşe dayanıyor. Bence tiyatro, olmazsa olmaz değildir. Hatta sanat da değildir. (Bu olmazsa olmazlık iddiası, sanat alanının söylemidir; kültür ürünü tüketicisi de bunun böyle olduğuna ikna edilmiş olduğundan, bu yargıyı kendisi için ve herkes için evrensel bir hakikat olarak benimser). Tiyatro konusunda, sanırım diğer bütün toplu insan etkinliklerine genellenebilecek şöyle bir durum söz konusu: durumun ancak ve ancak ortada dolanan ürünü uygun şekilde tüketecek, ilgili bağlamın sembolik alfabesini sökebilecek şekilde dispoze olmuş kişilerle paylaşıldığı zaman, o şekilde dispoze olmuş diğer katılımcılara lezzet vermesi. Bir örnek vereyim. Kısa bir süre alkolle temas kurmuş, onda da hiçbir zaman rakı içmemiş olan bendenizi alıp Aydın Boysan'ın filan bir "rakı-balık" sofrasına koyduğunuzda, bu sofranın bilmediğim-bilemeyeceğim örtülü kurallarına uyamayacağım için, o topluluğun içinde yerimi yurdumu bulamam. Bunun benim üzerime bir baskı olarak gelip gelmeyeceği, ortamın resmiyetine göre değişir. Durumun resmiyeti arttıkça, doğru olan davranışın, grubun tamamında en baskın olan'ın insiyakı tarafından belirlenme olasılığı da artar. Yeni gelenin, işi bilmeyenin, yerini bulmamış olanın, ezilenin kafasını şöyle bir çıkarabilmesi, baskın olan tarafından buyurulan kuralları tersine çevirebilmesi için resmiliğin, kurumsallığın azalması, artı bir faktördür. (Genel anlamda, yeni gelenin "devrimci", orada olup kazanmakta olanın "statükocu, muhafazakâr" olması biraz da bu yüzdendir.)

Bu çerçeveden bakınca benim durumum biraz daha açık hâle geliyor. Benim buradaki hatam basit bir şekilde "elitist" olmak ve halktan iğrenmek filan değil. Burada, yeni gelen'e karşı her yerleşik alan sakininin refleks olarak gösterdiği, o alanda biriktirilen sembolik sermayeyi bir "ayırmaç" (farika, distinc-tive/-tion) olarak ortaya dökme davranışı söz konusudur. Eh, buna biraz sembolik hakimiyet kurma hamleleri de bulaştırdım elbette. Yalnızca bu Zeytinburnu macerasında değil. Distinction kurma içgüdüsü benim için çok daha "steril" tiyatro ortamlarında da baş gösterdi. Tiyatro izlemeye Ankara'da başlamış, orada bir süre sürdürmüş, sonra bu ateşi küllendirmiş, sonra da İstanbul'a gelmiş biri olarak bu Ankara referansını da sıkça sıkça kullandığımı da hatırlıyorum. Neden? Çünkü tiyatro alanında Ankaralı tiyatro izleyicisi olmanın rayici oldukça yüksektir. Daha bir "bilinçli" olduğu söylenir. Tiyatrocular bile çoğunlukla İstanbul'daki izleyiciden şikâyetçidir. Bu yüzden bu özellik her durumda sahaya sürülüp sahibine maç kazandıracak niteliktedir. Tıpkı elitist olmamanın MÜTHİŞ yüksek rayiçli olması gibi.    

Kendimi ayırma içgüdüme hakim olamadığım için özür dilerim. Fakat yine de kendimi savunabileceğim bir konu var. Şimdi, böyle bir "ayırmaççılık" tespitinin ardından ne yapılabilir? Bourdieu'ye sıklıkla mükemmel bir yeniden üretim tespiti düşünürü olduğu, fakat değişim konusunda çok faydalı olamadığı eleştirisi getirilir. Normalde katılabilir miyim emin değilim ama bu örneğin devamında söyleyeceklerim için onun yolundan biraz sapacağım. Ben bu durumun yukarıdaki noktadan sonrası için, sahip olduğu "ayrıcalığı" herkesle paylaşan insan konumuna zıplamak istemiyorum. Çünkü, ne yukarıda dediğim gibi sanatı veya tiyatroyu olmazsa olmaz buluyorum, ne de onu izlemeyi, izleyebilmeyi bir ayrıcalık olarak görüyorum. Ara'nın hikâyesindeki muhafazakâr belediye başkanı da, Ara da, Fazıl Say da sanatın olmazsa olmaz olduğunu düşünüyor. (Böyle düşünenlerden bazıları, yalnızca, kendi içtiği pınardan "kendisinin aşağısında" bulunanların da içmesi gerektiğini düşünecek kadar yüce gönüllü. Bunu da atlamayalım. Bu türden olanların paylaşımcılığı da bir yerde gelir durur.) Ben bu olmazsa olmazlığı sevmiyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşayıp etkili bir sima olsaydım ve şimdiki aklım olsaydı da muhtemelen tarladan eve dönüşte radyodan önce bir radyo oyunu, sonra da Brahms Keman Konçertosu dinleyen köylü hayalleri kurmazdım. Bu amaçla katılımcılığı dışlayan, ortada olaya katılma niyeti var mı yok mu ona bile bakmayan büyük kültürel projeler üretmezdim. Projeler tutmayınca hayal kırıklığı içinde acılığı giderek artan bir fikriyat eksik olmuş olurdu ve hiç de fena olmazdı. Çünkü bütün toplum açısından bakınca hakikaten tiyatro da Brahms da birilerinin tasarrufunda bulunan ve bu birileri tarafından kendisine sahip olamayan zavallılarla paylaşılan ya da paylaşılmayan mutlak değerler değil. Geçmişte Brahms benim için Serdar Ortaç'la mukayeseli olarak değil, mutlak olarak bir değer demiştim, faka o benim için'di. Benim için olanın herkes için olmadığına aymak gerek bu noktada. O yüzden Serdar Ortaç da bir, Brahms da bir diyemesem de, Brahms'ın değeri kültürel projelerle ve sivil fetih hareketleriyle ortaya çıkmasın, kendiliğinden bulunsun diyeceğim. Kendiliğindenlik en önemli şey. Peki büyük projeler, devlet teşvikleri filan olmazsa bu değer nasıl bulunacak? Bulunmasın işte, şart değil. Brahms'ın, tiyatronun kıymeti bilinmiyor diye sızlanmak yersiz. Hem projeler sonucunda bu tarz değerler bulunmuş filan da değil üstelik. Yüksek sanat eserlerine bakınca o kodları dekode edemiyoruz, boyanmış tuval görüyoruz diye ölmüyoruz. Ölmemiz gerektiğini, anlayamadığımızı Pikassoperver sanatolmazsaolmazdırcı söylüyor. Sözü onun elinden özgüvenle alabilmeliyiz.    

Özet: şu halde ben yalnızca Okan'ı kenara çekip "Söyle bakalım, neden bir şekilde edindiğin bu ayrıcalığı kimseyle paylaşmıyorsun?" demezdim diye düşünüyorum. Ben daha eşitlikçi bakınca, olayın belki yalnızca bir kısmı düzelecek. Ara'cığım devrim arıyorsa bir zahmet sadece beni devirip geçmesin, tiyatronun, sanatın kıymeti harbiyesini de bir deviriversin. Tiyatrobileni yukarı, tiyatrobilmeyeni aşağı koyan ben değilim. Ben yalnızca genel düzeneğin o söyleme karşı uyanık olamamış bir parçasıyım.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails