28 Eylül 2010

Le Concert / Paris'te Son Konser

Çaykovski gençken
"Le Concert", şu sıralarda "Paris'te Son Konser" adıyla sinemalarımızda oynayan bir film. Yönetmeni Radu Mihaileanu. Fransız-Rus-Romen işi bir yapım. Ben filme on üzerinden on iki verdim. Yeterince fazla sayıda kişi izleyip bu kadar beğenirse film Çaykovski Keman Konçertosu'nun Shine'ı olabilir gibime geldi; en ana hatlar düzeyinde çağrıştırmıyor değil. Ama film galiba Shine kadar sükse yapmadı/yapmayacak. Neyse ki filmde hayâli kişiler kullanılmış; yani bu filmin ardından Çaykovskiperverlik trend olsa bile, bundan 15 sene sonra kimse, freakshow ayarında konserler düzenleyip - "İstanbul kerizleri"ne 300-400 TL'ye biletler kakalayıp -- "Dünyanın en mükemmel birinci sıradaki Çaykovski yorumcusu şefi geliyor" diye düzmece basın bültenleri kastırıp --- sonra da "Kızaam, Çaykovski çalarken sahnede mükemmel uyumu bulan ayyaşlar ordusunu bi dinledik bi dinlediik" diye normalde bu taraklarda hiç bezi olmayan insanlara orada burada caka sattırmayacak. (Ne demek istiyorum? Bakınız da bakınız).  

Dağılmayalım, filme odaklanalım: orkestra şefi Andrey Filipov, 1980'de, kariyerinin zirvesindeyken, SBKP genel sekreteri Brejnev'in, yönettiği Bolşoy Orkestrası'ndaki Yahudi müzisyenleri kovması yönündeki emrini dinlemeyince, onur kırıcı bir biçimde işinden kovulur. Günümüzde orkestranın salonunda temzilikçi olarak çalışmaktadır. Bir gün müdürün ofisini temizliyorken, faks makinasına Fransa'daki meşhur Théâtre de Châtelet'den Bolşoy'a gelen bir konser davetiyesi düşer. Filipov davetiyeyi yöneticilerden gizler ve bu davete kendi ekibiyle, gerçek Bolşoy kılığında icabet etmeye karar verir. Châtelet ile anlaşılır. "Bolşoy", üç gün Paris'te konaklayacak, son gün de Filipov'un özellikle şart koştuğu genç kemancı Anne-Marie Jacquet ile Çaykovski'nin keman konçertosunu da içeren bir konser verecektir (Filipov'un otuz sene önceki konserinde yarıda kesilen eser budur.) Filipov, o günkü orkestrasının çellisti ve günümüzün ambulans şoförü Saşa Grosman ile işe koyulur. Ekip elemanları dağılmış durumdadır. Çoğu o tarihten beri müzik yapmamaktadır. Enstrüman sahibi olanlar bile az sayıdadır. Türlü aksiliklerin ardından Paris'e gidilir. Olaylar gelişir.

Bu filmi izlemeden önce Çaykovski'nin keman konçertosunu -bestecinin kendi eserleri içinde bile- en çok sevdiğim eserler sıralamasına koymazdım. Aklımda kalmış kısımları, ilk baştaki yaylılar girişi ve aşağıdaki versiyonun 6:38'inde başlayan tuttiden ibaretti (Tutti demişken, şu entry'nin sahibine de selam edeyim; bu bölümden benim beklentim de onunkiyle aynıdır). Çaykovski'nin öyle en başta gelen eserlerinden biri sayılacağını sanmıyorum. Kendisinin keman ve orkestra için toplam üç eseri var. Piyano-orkestra için üç buçuk/dört eser (üçüncü piyano konçertosu, öldüğünde tamamlanmamıştı), orkestra için yedi senfoni ve beş süit, öbür tarafta on bir tane opera yazmış; Uyuyan GüzelFındıkkıranKuğu Gölü üçlüsüyle bale repertuvarının baş köşesine kurulmuş bir bestecinin repertuvarında merkezi yer işgal ettiği pek söylenemez.  Öyle ki, bu eseri bile, kemancı ve kendisinin öğrencisi olan Yosif Kotek'ten yardım alarak bestelemiş. Bağlantılı olarak, eserin film içinde önemli olmakla birlikte yalnızca bir unsur olduğunu hatırlamak gerek. Dolayımıyla türlü başka hikayeler anlatılan bir araç gibi. Aşağıda bu konçertonun birinci bölümünü dinliyoruz, evet:


Konçerto dolayımıyla anlatılan başka hikâyeler şunlar: Filipov'un bu eserle özel bir meselesi var. Bir kere, yukarıda dediğim gibi, 30 sene önce yarıda kesilen eser olması nedeniyle, konçerto Filipov'un komünist rejimle olan görülememiş hesaplarını temsil ediyor. Filipov için Çaykovski Keman Konçertosu'nun çalındığı bir konser, Brejnev karşısındaki mağlubiyetinin, işinden olup yeteneksizlere bıraktığı orkestrasını ancak bir temizlikçi olarak izleyebilmesinin rövanşı niteliğinde. Otuz sene önceki konserde solist olan Yahudi müzisyen Lea'nın hatırasıyla da mücadele ediyor. Çaykovski'de ve konçertoda bulacağı mükemmel uyumun peşine düşerek, o dönemin politik koşullarına uygun davranmayarak hem kendisini, hem topluluğunu, hem de Lea'yı trajik durumlara sürüklemesinin ağırlığını yaşıyor. Özellikle albümlerini ve hakkında çıkan haberleri biriktirdiği Franzıs kemancı Anne-Marie Jacquet ile çalmak istemesi de bu meselenin bir ayrı katmanını oluşturuyor. Filme konu edilen konser, bu davalardan ötürü çok yüzeyli bir demir leblebi.

Görüldüğü üzere bir eserin, onu kaleme alan kişinin maksadından çok bağımsız anlam ve önemleri olabiliyor. Bunu görememek acı: filmi izlerken bir yandan da birkaç ay önce şöyle şöyle şeyler yazmış olduğum için bir pişmanlık gelip içime oturdu:
İnsanın bir eser konusunda 'ilk' ve çoğu zaman 'tek' söyleyebildiği, onunla kurduğu ilişkinin ifadesi oluyor. Bu ilişki de amatör dinleyicide, gerçek müzisyenin eserle kurduğu ilişkiden daha yüzeysel kalıyor. Bu bakımdan, kendi ürettiklerim de dahil olmak üzere, klasik müzik eserlerinden bahseden amatör işi program notu öykünücüsü yazılara sirayet etmiş yoğun duygulanım havalarını pek sevmiyorum. "Hıçkırıklara boğularak" bir Chopin noktürnünü dinlemek; belki eser içinde alelade bir modülasyonu yumuşatma işlevini yerine getirmek için konulmuş olan bir soloda Beethoven'ın "yüreğinin derinliklerinde kopan çığlıkları" duyduğunu sanmak; veyahut da eseri bestecinin biyografisinden türeterek, ona indirgeyerek, falanca senfoninin üçüncü bölümünde Çaykovski'nin, kendisini asla olduğu gibi kabul etmeyen toplumun baskısı sonucu yaptığı facia evlilikten ötürü sürüklendiği yıkımın "iç kıyıcı izlerine tanıklık etmek" gibi coşumcu havalardan bahsediyorum tam olarak
Bu yazının ardından hem orada, hem burada cereyan eden dostlararası temaslar neticesinde, bu yazdığım görüşün, "bir eser hakkında uzman bilgisi veren yazılar" için belki biraz doğru kabul edilebileceğini, ama hepimizin bulaştığı müzik ahkâmları evreninde o dar parantezin azıcık dışına taştığında ya da o parantezin içine dair olduğu yeterince vurgulanmadığında da, kendi halinde müzik dinleyen, müzikten bahseden masum insanlara yönelik yüksek kırıcılıkta, küstah bir dandunluk haline dönüşeceğini kabul etme noktasına gelmiştim. Fakat şu da var: uzman bilgisi veren yazılardan, hakikaten, bize ne, bana ne? Neden o konuda bir görüş sahibi olmak zorunda olayım ki; ne bir uzmanım, ne uzmanlara laf buyuracak konumdayım. Ama hem kendim, hem dostlar elbette müzik evreninde dinliyor, anlatıyor ve yazıyoruz; hiç işim olmayacak bir konuda bidir bidir konuşmak adına hepsine ayıp etme riskini göze almışım. Ekrem'i, Özgen'i, bu faşizan kategorizasyonlarla kırayazdığım dostlar ağızlarını açıp bir şey demediler ama bu filmin ardından onlar adına, haklı olarak sormak isterim kendime: Arkadaş, ne hakla, senin ne haddine? Sen kimsin ki insanlar arasında kerameti kendinden menkul eserle derin ilişki kurabilme kapasitesine dayanan ve dinleyiciyi dibe müzisyeni tepeye koyan bir hiyerarşiden bahsedebiliyorsun? Sana ne? İsteyen istediği gibi dinler, okur, yazar. Eser hakkında uzman bilgisinin nasıl olması gerektiğini başkaları tartışsın; sen işine bak. Başkalarının eserlere dair söylediği, onlarla kurabildikleri ilişkinin ifadesi ise, "yüzeysel!" diyeceğine, paylaşabiliyorsan paylaş, paylaşamıyorsan kır kıçını otur orada!

İşte bir müzik eseri, işte bestecisi tarafından çok büyük anlamlarla yüklenmemiş alelade bir müzik eseri, ama etrafına o eserle kurulmuş bireysel ilişkilerden oluşan koca bir yapı örülmüş. Yapının içinde eser çok şık durmuş, aynı zamanda binayı da daha güzel kılmış. Bu durum karşısında yukarıdaki alıntıdaki gibi düşünen birine dengeli beslenmek düşer. Geç de olsa bu tekzibi bana yaptırabildiği için filme emek verenlere teşekkür ederim. Ha bir de, yukarıda şudur budur diye anlatırken izlemeyenlere filmin gazı kaçmasın diye biraz salağa yattım, şaşırtmaçlar verdim. İzlemiş olanlar "Vay dangoz bunu böyle mi sandın?" demesinler.

24 Eylül 2010

Başkut Özal'ı anlatıyor

Başkut'un anı kitabından bir anı aktaracağımı söylemiştim. Aşağıya dercediyorum ama önce biraz bağlamdan bahsedeyim. Sovyetler'den çatırtıların gelmeye başlamasını takiben Dışişleri camiası kulaklarını o yöne doğru kabartmaya başlıyor. Bu dönem aynı zamanda, Türkiye'nin de AB'den yıllık raporlar aracılığıyla ayar üstüne ayar yediği bir dönem. Dönemin Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz da bürokratların konuya olan ilgisini tespit edip hemen işe girişiyor. Kendisinin himayesinde "SSCB ve Doğu Avrupa'da Ekonomik Gelişmeler ve Türkiye" isimli bir seminer düzenleniyor. Yılmaz'ın ayrıca ANAP liderliği gibi de bir hırsı olduğu için, kendisi bu semineri bir kişisel gövde gösterisine dönüştürüp ne kadar orta-üst düzey işadamı ve bürokrat varsa davet ediyor. İlk başta Özal duruma çok fazla ilgili değil ama seminerin basında övgüler almasını takiben "görüyor ve artırıyor", o da işe girişiyor. Gerisi şöyle:
Fikri benimseyen Özal, hiç vakit geçirmeden Sovyetler Birliği, Bulgaristan ve Romanya devlet başkanlarına önerisini duyurmuş ve ön mutabakatlarını almıştı bile. Bu arada kendilerine pek güvendiği bazı ekonomi bürokratlarına "derhal bir proje hazırlayın" talimatını vermişti. Sonuçtan memnun kalmayınca yine bize döndü. Önce Cumhurbaşkanlığında bir görüşme yapıldı ve vakit geçirmeden bu konuyu derinlemesine incelemek üzere Özal, Genel Sekreterine "Abant'ta bir toplantı yapalım, ilgili kamu kesimi sorumlularını ve özel sektörden katkı yapabilecek önemli işadamlarımızı çağırın," dedi. Hazırlayacağımız proje tarafımızdan o seçkin gruba sunulacak ve enlemesine, boylamasına tartışılacaktı.
Hiç unutmuyorum, Abant Oteli'nin büyük kısmı bu iş için kapatılmıştı ve bizlere 2 Aralık 1990 günü saat 13.00'de Cumhurbaşkanmızı'ı karşılayacak şekilde hazır olun talimatı verilmişti. Koyu renk elbiselerimizi giyip, yollara düştük tabii. Tam saatinde Cumhurbaşkanının elini sıkmak üzere sıraya dizildiğimizde kimler yoktu ki. (İsimleri sayıyor -O.) Ön proje tarafımdan sunulacağından, soruların çoğu da tabii bana yöneltilecekti. Bendeki heyecanı sormayın. Bir an önce şu iş kazasız belasız bitse de kurtulsam diye can atıyordum. Saat 13'ü çoktan geçmişti ama Özal ortalarda yoktu. Ankara'ya sordular, Cumhurbaşkanımız henüz Çankaya'yı terk etmemişti. "En iyisi, gidip yemek yiyelim," dediler. Cümbür cemaat lokantaya doluştuk, çoğumuz ceketleri çıkarıp ünlü alabalığı ve ayva tatlısını yemeye koyulduk. Bir süre sonra "geliyooooor..." diye bir ses duyuldu. Ceketler giyildi ve yeniden sıralara girildi. Bu kere Özal geldi. Göğsünde toprak renkli işlemeleri olan siyah bir mont ve yeşil renkli bir tişörtle. Ellerimizi sıktıktan sonra "hadi yürüyün yemeğe" demesin mi! Kimse de çıkıp "Biz sizi bekleyemedik," diyemedi tabii. Yenided restorana girdik ve bizlere ikinci defa servis yapılmaya başlandı. Neyse ki benim cüssem böyle sık sık birşeyler atıştırmaya alışık. Çaktırmadan kıkır kıkır da gülüyorduk tabii. Özal ise Abant'a gelirken yeni BMW'sini kendisinin kullandığını ve hız denemesi yaptığını anlattı durdu. Yemek bitince hepimiz ayağa fırladık. Tam önümüzden geçerken, "Ne haber, ikinci yemek nasıldı?" demesin mi!
Neyse, brifinge artık başlayabilecektik. Bu iş için ayrılan geniş salonda yerlerimizi aldık. Ben pür heyecan hazırladığımız dosyaların katılanlara dağıtılmasını sağlar ve yararlanabileceğimiz klasörleri önüme dizerken bir de ne göreyim, görevlilerden biri Özal'ın kulağına bir şeyler fısıldıyor. Meğer televizyonda Galatasaray-Fenerbahçe maçı varmış, "Televizyon getirelim mi?" diye soruyorlarmış. "Tabii getirin," dedi ve çalışmamız yine ertelendi. Özal Fenerliydi ve maçta da yenildiler (*). Söylendi durdu. Bu arada hakem de nasibini aldı tabii. 
Toplantı epey geç başladı ve gece yaklaşık üçe kadar da sürdü. Özal usul ve adap alanında bazen vurdumduymazlığın ve "ben yaptım oldu" anlayışının temsilcisi gibiydi ama bilinçli çalışmada da pek ileri düzeydeydi doğrusu. Müthiş dikkatliydi ve pratik zekâsıyla hemen konunun uygulama safhasını içeren sorular soruyor ve bir adım öteye gidilmesini sağlıyordu. Görüşleri bazen aşırılıklara da kaçıyordu. Aşırılıktan amacım, her şeyi hemen istemesiydi. Örneğin benden üye ülke vatandaşlarına diğer ülkelerde sorgusuz sualsiz çalışma hakkı verilmesini öngören bir madde ilave etmemi istiyordu. Ben, öncelikle, Türkiye'de çok sayıda meslek dalının yabancılara kapalı olduğunu hatırlatınca, "Bir yasayla hepsini iptal ederiz," diyordu. Bunun üzerine, "Bazı azınlıklar için aynı kolaylığı sağladık ama şimdi hâlâ çok zorlanıyoruz," dediğimde istemiye-istemiye de olsa, adım adım ilerleyen bir önlem paketini kabulleniyordu. Ama onunla diyalog çok çabuk gelişiyordu ve hemen bir sonuca varmak mümkün olabiliyordu. Karadeniz Ekonomik İşbirliği projesi metni de onun bu tutumu sayesinde tamamlanabildi... (Yaman Başkut, Aferin, İyiydin, sf. 99-101).
Bence her yönüyle gayet güzel bir anekdot. Türk siyasetiyle, özellikle de dönemle ilgilenmiş kişilerin damağında eşsiz bir tat bırakacaktır diye düşünüyorum. Değil mi Mr. Özkan?

--
(*) Özal'ın Fenerli olmasında da bana sorarsanız anahtarın kilide oturması gibi bir münasebet var. Hiç şaşırmadım desem yeridir. Bu arada bu maç Başkut'un bu toplantıyı tarihlediği 2 Aralık'ta değil, 1 Aralık'ta oynanmış. Galatasaray Tanju'nun golleriyle 2-1 kazanmış. Fener'in başında Hiddink, Cimbom'un başında da Denizli var. Maçta 2 kırmızı, 7 sarı kart gösteren, berbat yönetimiyle başta Özal olmak üzere bütün Fenerlileri çileden çıkaran hakem de Erman Toroğlu.

21 Eylül 2010

Aferin, İyiydin - Yaman Başkut

Birkaç gündür emekli büyükelçi Yaman Başkut'un "Aferin, İyiydin...": Bir Diplomatın Anıları (İnkılap Kitabevi, 2004) başlıklı kitabını okuyordum. Oyun yazarı Cevat Fehmi Başkut'un (1905-1971) oğlu olan Yaman Başkut, 1939 doğumlu. 2002'de emekli olmadan önce 43 sene Dışişleri Bakanlığı'nın çeşitli kademelerinde ve çeşitli ülkelerde çalışmış. Özellikle Türkiye'nin uluslararası ekonomik ilişkileri konusunda uzmanlık kazanmış; uluslararası siyasi ve ticari düzenin değiştirilmesini savunan kimselere (Güney-Kuzey ekseni tartışmaları, G77'ler, Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen, vb.) yakın görüşleri ve diplomatik temaslarıyla bakanlıkta ses getiren diplomatlardan biri olmuş. Karadeniz İşbirliği Örgütü ve İslam Konferansı Örgütü Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) gibi örgütlerin kurulumunda önemli rol sahbi olduğu anlaşılıyor. Kitabı okuduktan sonra internette bakınırken, Galatasaray Lisesi kaynaklı bir haberden Başkut'un Ağustos 2010 başlarında vefat ettiğini öğrendim.Cenazesine dair başka hiçbir haber veya yorum görmedim. Ölüm nedeninin ne olduğu belirtilmiyor.

Başkut'un anı kitabını satın aldığımda, İsrail'le yaşanan gemi krizinden ötürü dış politika en önemli gündem maddesi halindeydi. Bu özel olay aynı zamanda, AKP iktidarının başından beri yerleşik Dışişleri camiası ile hükûmet üyeleri ve başbakan arasında, hatta bazen de sivil kamuoyu arasında iplerin gerilip gerilip gevşediği bir olaylar serisinin halkalarından biri niteliğindeydi. Sivil kamuoyu-dışişleri camiası gerginlikleri bugüne kadar genellikle Ermeni Soykırımı tartışmaları bağlamında cereyan etti. Camia temsilcilerinden Onur Öymen'in Dersim olayı da vardı tabii. Hükûmetle çıkan gerginlikler ise biraz daha sık oluyor. Ta en başından beri dış temasların yer yer bakanlık biraz baypas edilerek parti organlarınca yürütülmesi, bu siyaset tarzının usûl esasa mukaddemdir diyecek kadar sembolik ekonomilerine bağlı dışişleriadamlarında yarattığı tansiyon, emekli büyükelçilerin her sıradışı gelişmenin ardından ekranlardan eleştiriler yürütmeleri, bunlara cevaben çıkarılan monşerler tartışmaları, Berlin büyükelçisini vatandaş önünde azarlamalar, Davos, Mavi Marmara, "eksen kayması", vesaire vesaire. Bütün bu hengâme bir de "teknisyen-uzman olarak entelektüel-bürokrat-siyasetçi-memur-amir ve hepsinin iktidarları" gibi müthiş enteresan bir dekor önünde olup bitiyor. Yani meraklısının ağzını sulandıracak bir vaziyet söz konusu.

İleride belki daha ciddi bir çalışmaya giriş olarak ve gerilimin taraflarından birinin haleti ruhiyesinin genel fotoğrafı olabilir düşüncesiyle aldığım kitap, Dışişleri camiasında ne düşünülür, ne yenir, ne içilir gibi konularda beklediğim kadar giz açığa çıkarıcı olmadı. Bir kere en başta, bir junior diplomat nasıl olur, nasıl yetişir gibi sorulara hiç derman olmayacak şekilde Başkut kitabı Dışişleri'nde çalışmaya başladığı günden başlatıyor. Anı kitabını baştan ne kadar zayıflatan bir tercih! Halbuki öncesi de çok önemliydi benim için. Devamında da, merkezde bulunduğu yıllara ait anlattıkları hadi bir gıdımcık da olsa biraz bazı telleri titretiyor; ama kitabın genelinde Başkut pek "topa girmemiş" diyebilirim. Dış görevlerinden bahsederken hele, çalıştığı ülkenin insanlarından stereotipler çıkarmakla çok fazla meşgûl olmuş. Dönemin medyasına yansıyacak kadar yankı bulmuş işlerinden uzun uzun bahsedip geçiyor. Arada parlayıp sönen birkaç müthiş anı damlacığı var. Tam bunlar biraz ısındırıyordu ve yukarıda bahsettiğim vaziyetlere ucundan kıyısından bulaşan gerçekten enteresan bazı şeylerden bahsetmeye başlamıştı ki, kitap bitti.

Genel olarak, alana ve olaya özel eğilmeler için bile fazla bir katkısı olmayacak bir kitap olduğunu not edeyim son olarak. Yine de o anı damlalarından bir tanesini buraya aktaracağım (ipucu: Özal), ama maalesef zamansızlıktan ötürü, şimdi değil. "Diplomat anıları" etiketi altında yukarıdaki meselelere değinen bir şeyler biliyorsanız ve refere ederseniz de çok makbule geçer.

04 Eylül 2010

Fikri takip: yerindelik denetimi

Geçenlerde bu konu hakkında bir yazı yazmıştım. Konu referandum tartışmaları genel gündemine hâlâ tam olarak girmiş değil ama çevreci çevreler, kendilerini yakından ilgilendiren bu konu üzerine tartışmaya devam ediyor. Bu sabah, değişiklik önerisini tartıp biçen çok iyi bir yazı okudum. Ekolojistler.org adlı sitede 27 Ağustos'ta yayınlanan bu yazı, hem hukukla hem de çevre alanıyla yüksek alâka sahibi bir yazarın kaleminden çıktığı için, konuyu benim amatör işi yazımdan çok daha düzgün bir şekilde işliyor. Özellikle de evet'çilerin ve hayır'cıların yargıya dair "sandıklarını" hakimler üzerinden biraz sosyoloji kevgirine tuttuğu satırlar çok çok başarılıydı. Yerindelik denetimine karşı çıkmayı "yargı bağımsızlığına pranga vuruluyor" falan gibi bir düşünsel hattın ötesine taşıyabilmek için birebir bazı fikirler içeriyordu. "Hayır'ın Ekolojisi" başlıklı son bölümü de kaçırmamanızı tavsiye ederim.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde araştırma görevlisi olarak çalışan yazarı google'ladım ve başka bazı yazılarından, söyledikleri takip edilesi bir kişi olduğu sonucuna vardım.

02 Eylül 2010

Kürt kökenli'nin yükselişi ve düşüşüne dair karmaşık notlar

Bugün Beyoğlu'nun herhangi bir yerinde düzenlenen sivil-toplumsal bir etkinlikte söz alıp Kürtlere "Kürt kökenli" biçiminde bir atıfta bulunmanız durumunda, ciddiye alınmayacağınız gibi, tepki de çekersiniz. Bu imleyen artık tamamen tasfiye olmuştur ve sivil toplum alanında da, loser konumunda olan, daha doğrusu, sivil toplum alanında hakim olan kesimlerin, söylemlerini "rahatça ihmal edilebilir" statüsünde değerlendirdiği birtakım başka kişiler tarafından dile getirilir. Bugünün şartlarında bu kavramdan ("Kürt kökenli") yola çıkan yeni kavramsallaştırmaların, söylemsel hamlelerin "tutma" şansı sıfırdır. Sahaya çıktığınız anda muhtemelen rezil edilirsiniz. Büyük ihtimalle "Kürt kökenli", Kürtlüğün inkârı, silinmesi, reddedilmesi olarak algılanır ve söyleyecekleriniz, aranızda düşünsel farklar olsa da sivil toplumda loser olmak ortak paydasında buluştuğunuz kişilerin irili ufaklı pek çok başka sözleriyle bulamaç edilerek susturulur. Bir anda kendinizi "kart-kurt", "Güneydoğu'daki vatandaşlar" türü mimlerin içinde, söylemediğiniz şeylerin söyleyicisi olarak bulursunuz. Kısmet, belki faşist bile olursunuz.

Bu, bugünkü durum. Elbette ki bu durum hep böyle değildi. Düşündüğüm veya bildiğim değil, sandığım bir şey var, oturulan yerden buyurulan bir işkembe-i kübra mahsûlü olarak, onu ifade edeyim: Bu söz Kürt sözcüğünün telaffuz edilemediği bir ortama doğmakla birlikte, Kürt kelimesinin muadili olarak değil, başka bir şey olarak doğdu; ama sonrasında Kürt'ün muadili olarak algılanıp yerleşti. Daha da sonrasında Kürt, telaffuz edilebilir hale gelince, "Kürt kökenli", onu Kürt'ün muadili olarak görenlerin bir kısmınca terk edilerek Kürt'ün telaffuz edilemediği devr-i sabıkın bir öğesi addedildi. Belki komik gelecek ama bu kanaate yine Milliyet arşivi aracılığıyla vardım. Şöyle ki:


Burada Kürt kökenli'nin aynen bu haliyle bu gazetede söz konusu edilme sayılarını görüyoruz. 1950'den 1989 sonuna kadar, büyük çoğunluğu da bu dönemin son on yılına tekabül eden yalnızca 47 kullanım var. Daha sonra 1990'ların ilk 4-5 yılında gazetede sıklıkla Kürt kökenli sözünün geçtiği görülüyor. Fakat ondan sonra, 1999 yılı dışında sözün o canlılık kazandığı bir yol yok ve kullanım sıklığı giderek düşüyor.

Bu kullanımların hepsi için açıklamalar getirmem mümkün değil tabii ki, fakat gördüğüm manşetlerden şöyle birkaç genel izlenim aktarabilirim.

  • SHP'nin 1990 tarihli "Güneydoğu Raporu", Kürt kökenli sözünün tedavüle girişinde önemli bir durak. Fakat o raporda Kürt kökenli lafı, Kürt sözü dillendirilemediği için dile getirilmiş bir alternatif, bir "ara çözüm" değil; bir tespit olarak, "Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı bölümlerinde yaşayan yurttaşların ağırlıklı bir bölümü etnik açıdan Kürt kökenlidir" deniyor. Kürt demenin hâlâ sakıncalı olduğu (rapor jet hızıyla bir DGM soruşturmasına tabi tutuluyor) bir dönemde yazılmış olmakla birlikte, bu tespit, SHP'nin raporun geneline sinmiş söylem değişikliği hamlesinin bir parçası olarak anlamlı. "Etnik açıdan Kürt kökenli" deniyor ama bununla birlikte etnik çoğulculuk anlayışı yerleştirilmeye, yürürlükte olan yurttaşlık anlayışına alternatif getirilmeye çalışılıyor. 
  • 1991 seçimlerinin ardından DYP-SHP hükûmetinin kurulmasıyla ve HEP'li milletvekillerinin parlamentoya girmesiyle beraber bu kimlik tartışmaları gündemde uzun süre kalıyor. Bu dönemde henüz birkaç haftalık başbakan olan Demirel'in çıktığı bir Güneydoğu gezisi sonrası meşhur Kürt realitesini tanımak durumundayız konusu da var. Ve tabii terör olaylarını da unutmamak lazım.
  • 1994 sonunda ve 1995'in ilk günlerinde önce Demirel'in anayasal vatandaşlık tartışması açması, akabinde de Tansu Çiller'in "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sözünü "Ne mutlu Türkiyeliyim diyene!" şeklinde ifade etmesiyle alevlenen bir tartışma var. Bu tartışma dahilinde de Kürt kökenli'lerin durumu hayli tartışılıyor. Peki Demirel ve Çiller durduk yere mi böyle ufak çalı bir açılım gerçekleştiriyorlar? Hayır. Cem Boyner'in dönem için ezber bozucu Yeni Demokrasi Hareketi aynı haftalarda gündeme bomba gibi düşüyor.
  • Demirel'in anayasal vatandaşlık vurguları enteresan. 1990'ların başında, başbakanken SHP ile çokça etkileşim halinde görünüyor. Ama cumhurbaşkanı ikenki konumu farklı, biraz daha devlete angaje durumda. Malûm, "Ne mutlu Türk'üm diyene!"deki Türk'ün etnik Türk'ü betimlemediği, Türkiye vatandaşı olanların tümünü kapsadığı şeklindeki bayat ötesi söylemin ana yayıcılarından Bozkurt Güvenç, kendisinin danışmanı filan oluyor Çankaya'da. Devlet sanki bu dönemde Kürt kökenli'yi Kürt realitesini yarım ağızla tanıma amaçlı, --Şerif Mardin'in deyişiyle-- bir kompromi olarak benimsiyor gibi. 
  • 1995'ten sonralara doğru Kürt kökenli etiketiyle sürdürülen kimlik tartışmaları kâh terör eylemlerinin artışı nedeniyle, kâh da gündemin başka konularca işgali (Refah Partisi, "irtica", vs.) nedeniyle yavaşlamaya başlıyor.
  • 1999-2000'deki ani popülerlik Abdullah Öcalan'ın yakalanması ile ilgili olabilir.
Eğer bu izlenimler doğruysa, Kürt kökenli sözünün, Kürt'ün avatarı olarak değil, ülkede geçerli yurttaşlık anlayışına karşı bir alternatif getiren bir söylemin bir unsuru olarak ortaya çıktığı, devletin karşı duruşuna rağmen sol-sosyal demokrat çevrede popülerlik kazandığı izlenimine kapılınabilir. Bir süre sonra, daha doğrusu devlet yeterli derecede zorlandıktan sonra, Kürt kökenli, devletin elinde "kart-kurt" inkârcılığından ileriye titrek bir adım olarak genel kabul görüyor. Kürt kökenli'yi sözü tedavüle sokup popülerleştirenler değil de onu sonradan zor bela benimseyenler kullandığında, ben şahsen "Tamam, böyle birileri var, biliyoruz, yok değiller, o kadar da değil artık; ama bunlar eskiden Kürtmüş/Kürttü, şimdi artık başkalaşmış, başka bir şeye dönüşmüşlerdir veya da biz bunun böyle olmasını tercih ederdik" gibi bir hava alıyorum. İlk paragrafta bahsettiğim sivil-toplumsal öfke, tabirin bence bu aşamasına ait (veya öyle olmalı). Zor bela Kart-Kurttan Kürt kökenli'ye gelenlerin aldıkları yolun kısalığını, 2010'da bile daha başka mesafe almamış olmalarını vurgulamak için bu tabirin tasfiyesi anlaşılabilir. Ama bir zamanlar Kürt kökenli diye bir sözü kullananların kafasında bu mızmızlıktan daha başka şeyler vardı. Nitekim bugün Kürt kökenli'yi terk etmiş olup daha ziyade Türkiyeli(lik) kavramını işlemeye çalışan kimselerle örtüşen fikirlerdi bunlar. Bunun hakkının bir şekilde verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Fakat bununla birlikte, sivil toplumun hakimlerinin aslında Kürt milliyetçiliğinin etki alanında olduğunu da düşünüyorum bir yandan, o yüzden bu beklenti pek gerçekçi değil biliyorum.

Çok uzadı ama Türkiyelilikle ilgili ilginç bir husus var, onu yazıp kapatayım: Yine Milliyet arşivinin bütün tarihi boyunca, Türkiyelilik'ten ilk söz eden, bizim Coşkun Kırca! 1989 yılında yazdığı ve Bulgaristan-Türkiye krizlerine değindiği bir yazıda, Bulgaristan Türklerini Türk saymayan bir tek Marksist-Leninistlerdir diyor tepkiyle, çünkü onlara göre Türklük yokmuş, Türkiyelilik varmış. Bundan iki sene sonra Melih Aşık, Bülent Ecevit'in 1969'da yazdığı şiiri alıntılamış. Şu "Pülümür'ün bir dağ köyünde gördüm onu" diye başlayıp "Bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim" diye biten meşhur şiir. Bundan sonra, 1995 tarihli bir Çağlar Keyder röportajı, 96'lardan ve 98'lerden birkaç Ali Haydar Veziroğlu haberi. 2000'lere kadar Türkiyeli'lerin hepsi bu kadar.

Ve son bir cümle, bir hatırlatma: Söylediklerimin spekülatif olduğunun, Milliyet arşivinin tek başına yeterli bir kaynak olmadığının farkındayım; zaten "budur, böyledir, doğrusu şudur" diye ahkâm da kesmiyorum, sadece izlenimler.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails