28 Eylül 2010

Le Concert / Paris'te Son Konser

Çaykovski gençken
"Le Concert", şu sıralarda "Paris'te Son Konser" adıyla sinemalarımızda oynayan bir film. Yönetmeni Radu Mihaileanu. Fransız-Rus-Romen işi bir yapım. Ben filme on üzerinden on iki verdim. Yeterince fazla sayıda kişi izleyip bu kadar beğenirse film Çaykovski Keman Konçertosu'nun Shine'ı olabilir gibime geldi; en ana hatlar düzeyinde çağrıştırmıyor değil. Ama film galiba Shine kadar sükse yapmadı/yapmayacak. Neyse ki filmde hayâli kişiler kullanılmış; yani bu filmin ardından Çaykovskiperverlik trend olsa bile, bundan 15 sene sonra kimse, freakshow ayarında konserler düzenleyip - "İstanbul kerizleri"ne 300-400 TL'ye biletler kakalayıp -- "Dünyanın en mükemmel birinci sıradaki Çaykovski yorumcusu şefi geliyor" diye düzmece basın bültenleri kastırıp --- sonra da "Kızaam, Çaykovski çalarken sahnede mükemmel uyumu bulan ayyaşlar ordusunu bi dinledik bi dinlediik" diye normalde bu taraklarda hiç bezi olmayan insanlara orada burada caka sattırmayacak. (Ne demek istiyorum? Bakınız da bakınız).  

Dağılmayalım, filme odaklanalım: orkestra şefi Andrey Filipov, 1980'de, kariyerinin zirvesindeyken, SBKP genel sekreteri Brejnev'in, yönettiği Bolşoy Orkestrası'ndaki Yahudi müzisyenleri kovması yönündeki emrini dinlemeyince, onur kırıcı bir biçimde işinden kovulur. Günümüzde orkestranın salonunda temzilikçi olarak çalışmaktadır. Bir gün müdürün ofisini temizliyorken, faks makinasına Fransa'daki meşhur Théâtre de Châtelet'den Bolşoy'a gelen bir konser davetiyesi düşer. Filipov davetiyeyi yöneticilerden gizler ve bu davete kendi ekibiyle, gerçek Bolşoy kılığında icabet etmeye karar verir. Châtelet ile anlaşılır. "Bolşoy", üç gün Paris'te konaklayacak, son gün de Filipov'un özellikle şart koştuğu genç kemancı Anne-Marie Jacquet ile Çaykovski'nin keman konçertosunu da içeren bir konser verecektir (Filipov'un otuz sene önceki konserinde yarıda kesilen eser budur.) Filipov, o günkü orkestrasının çellisti ve günümüzün ambulans şoförü Saşa Grosman ile işe koyulur. Ekip elemanları dağılmış durumdadır. Çoğu o tarihten beri müzik yapmamaktadır. Enstrüman sahibi olanlar bile az sayıdadır. Türlü aksiliklerin ardından Paris'e gidilir. Olaylar gelişir.

Bu filmi izlemeden önce Çaykovski'nin keman konçertosunu -bestecinin kendi eserleri içinde bile- en çok sevdiğim eserler sıralamasına koymazdım. Aklımda kalmış kısımları, ilk baştaki yaylılar girişi ve aşağıdaki versiyonun 6:38'inde başlayan tuttiden ibaretti (Tutti demişken, şu entry'nin sahibine de selam edeyim; bu bölümden benim beklentim de onunkiyle aynıdır). Çaykovski'nin öyle en başta gelen eserlerinden biri sayılacağını sanmıyorum. Kendisinin keman ve orkestra için toplam üç eseri var. Piyano-orkestra için üç buçuk/dört eser (üçüncü piyano konçertosu, öldüğünde tamamlanmamıştı), orkestra için yedi senfoni ve beş süit, öbür tarafta on bir tane opera yazmış; Uyuyan GüzelFındıkkıranKuğu Gölü üçlüsüyle bale repertuvarının baş köşesine kurulmuş bir bestecinin repertuvarında merkezi yer işgal ettiği pek söylenemez.  Öyle ki, bu eseri bile, kemancı ve kendisinin öğrencisi olan Yosif Kotek'ten yardım alarak bestelemiş. Bağlantılı olarak, eserin film içinde önemli olmakla birlikte yalnızca bir unsur olduğunu hatırlamak gerek. Dolayımıyla türlü başka hikayeler anlatılan bir araç gibi. Aşağıda bu konçertonun birinci bölümünü dinliyoruz, evet:


Konçerto dolayımıyla anlatılan başka hikâyeler şunlar: Filipov'un bu eserle özel bir meselesi var. Bir kere, yukarıda dediğim gibi, 30 sene önce yarıda kesilen eser olması nedeniyle, konçerto Filipov'un komünist rejimle olan görülememiş hesaplarını temsil ediyor. Filipov için Çaykovski Keman Konçertosu'nun çalındığı bir konser, Brejnev karşısındaki mağlubiyetinin, işinden olup yeteneksizlere bıraktığı orkestrasını ancak bir temizlikçi olarak izleyebilmesinin rövanşı niteliğinde. Otuz sene önceki konserde solist olan Yahudi müzisyen Lea'nın hatırasıyla da mücadele ediyor. Çaykovski'de ve konçertoda bulacağı mükemmel uyumun peşine düşerek, o dönemin politik koşullarına uygun davranmayarak hem kendisini, hem topluluğunu, hem de Lea'yı trajik durumlara sürüklemesinin ağırlığını yaşıyor. Özellikle albümlerini ve hakkında çıkan haberleri biriktirdiği Franzıs kemancı Anne-Marie Jacquet ile çalmak istemesi de bu meselenin bir ayrı katmanını oluşturuyor. Filme konu edilen konser, bu davalardan ötürü çok yüzeyli bir demir leblebi.

Görüldüğü üzere bir eserin, onu kaleme alan kişinin maksadından çok bağımsız anlam ve önemleri olabiliyor. Bunu görememek acı: filmi izlerken bir yandan da birkaç ay önce şöyle şöyle şeyler yazmış olduğum için bir pişmanlık gelip içime oturdu:
İnsanın bir eser konusunda 'ilk' ve çoğu zaman 'tek' söyleyebildiği, onunla kurduğu ilişkinin ifadesi oluyor. Bu ilişki de amatör dinleyicide, gerçek müzisyenin eserle kurduğu ilişkiden daha yüzeysel kalıyor. Bu bakımdan, kendi ürettiklerim de dahil olmak üzere, klasik müzik eserlerinden bahseden amatör işi program notu öykünücüsü yazılara sirayet etmiş yoğun duygulanım havalarını pek sevmiyorum. "Hıçkırıklara boğularak" bir Chopin noktürnünü dinlemek; belki eser içinde alelade bir modülasyonu yumuşatma işlevini yerine getirmek için konulmuş olan bir soloda Beethoven'ın "yüreğinin derinliklerinde kopan çığlıkları" duyduğunu sanmak; veyahut da eseri bestecinin biyografisinden türeterek, ona indirgeyerek, falanca senfoninin üçüncü bölümünde Çaykovski'nin, kendisini asla olduğu gibi kabul etmeyen toplumun baskısı sonucu yaptığı facia evlilikten ötürü sürüklendiği yıkımın "iç kıyıcı izlerine tanıklık etmek" gibi coşumcu havalardan bahsediyorum tam olarak
Bu yazının ardından hem orada, hem burada cereyan eden dostlararası temaslar neticesinde, bu yazdığım görüşün, "bir eser hakkında uzman bilgisi veren yazılar" için belki biraz doğru kabul edilebileceğini, ama hepimizin bulaştığı müzik ahkâmları evreninde o dar parantezin azıcık dışına taştığında ya da o parantezin içine dair olduğu yeterince vurgulanmadığında da, kendi halinde müzik dinleyen, müzikten bahseden masum insanlara yönelik yüksek kırıcılıkta, küstah bir dandunluk haline dönüşeceğini kabul etme noktasına gelmiştim. Fakat şu da var: uzman bilgisi veren yazılardan, hakikaten, bize ne, bana ne? Neden o konuda bir görüş sahibi olmak zorunda olayım ki; ne bir uzmanım, ne uzmanlara laf buyuracak konumdayım. Ama hem kendim, hem dostlar elbette müzik evreninde dinliyor, anlatıyor ve yazıyoruz; hiç işim olmayacak bir konuda bidir bidir konuşmak adına hepsine ayıp etme riskini göze almışım. Ekrem'i, Özgen'i, bu faşizan kategorizasyonlarla kırayazdığım dostlar ağızlarını açıp bir şey demediler ama bu filmin ardından onlar adına, haklı olarak sormak isterim kendime: Arkadaş, ne hakla, senin ne haddine? Sen kimsin ki insanlar arasında kerameti kendinden menkul eserle derin ilişki kurabilme kapasitesine dayanan ve dinleyiciyi dibe müzisyeni tepeye koyan bir hiyerarşiden bahsedebiliyorsun? Sana ne? İsteyen istediği gibi dinler, okur, yazar. Eser hakkında uzman bilgisinin nasıl olması gerektiğini başkaları tartışsın; sen işine bak. Başkalarının eserlere dair söylediği, onlarla kurabildikleri ilişkinin ifadesi ise, "yüzeysel!" diyeceğine, paylaşabiliyorsan paylaş, paylaşamıyorsan kır kıçını otur orada!

İşte bir müzik eseri, işte bestecisi tarafından çok büyük anlamlarla yüklenmemiş alelade bir müzik eseri, ama etrafına o eserle kurulmuş bireysel ilişkilerden oluşan koca bir yapı örülmüş. Yapının içinde eser çok şık durmuş, aynı zamanda binayı da daha güzel kılmış. Bu durum karşısında yukarıdaki alıntıdaki gibi düşünen birine dengeli beslenmek düşer. Geç de olsa bu tekzibi bana yaptırabildiği için filme emek verenlere teşekkür ederim. Ha bir de, yukarıda şudur budur diye anlatırken izlemeyenlere filmin gazı kaçmasın diye biraz salağa yattım, şaşırtmaçlar verdim. İzlemiş olanlar "Vay dangoz bunu böyle mi sandın?" demesinler.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails