26 Kasım 2010

Akademisyen nedir, nerelerde yaşar?

Bourdieu'ye göre kesin olan bir şey var: öyle mahalle arasında, çarşıda pazarda, merdiven altında akademisyen olunmaz. Bir lojmanınız, bir ofisiniz yoksa kurtarmıyor. Akademisyen denen tiplemenin ve onun üretimlerinin zaten alametifarikası, hayatla bağlantısız olmak. Bu, hem hayatın dertlerinden korunmuş olmak, hem de hayata temas edememek anlamına geliyor; yani hem bir imkân, hem de bir sakatlık. Şeytanla anlaşma yapmak gibi. Bu varoluşun önkoşulu olan skhole durumunun, akademisyenlerin bulundukları mekânlara kadar işlediği birkaç örnekten bahsettiği şöyle bir pasaj var, ki küçük Amerika'nın yeni üniversiteleri için de geçerlidir:

Son paragrafla birlikte: sankim beni...
Méditations Pascaliennes, Bourdieu'nün son kitaplarından biri (1997). İngilizce baskısı 2000'de yapılmış; henüz Türkçeye çevirilmemiş. Bu kitaptan hemen önceki eserlerinde yavaştan uğraşmaya başladığı akademik bakış açısının kritiği, bu kitapta zirveye çıkıyor. Kitabı, yapı malzemeleri satan dükkânlarla, ikinci el eşya mağazalarıyla dolu; gürültüsü, patırtısı, paket servis motoru vroaarrrrlaması, yol kavgası eksik olmayan bir sokakta çalışıyorum. Durumda biraz ironi var.  
Bu yukarıdaki alıntı, kitabın 40. sayfasından. Şanslıyız çünkü Google Kitaplar'dan, bu muhteşem parantezin dahil olduğu kısa yazı tamamen okunabiliyor. Fransız entelektüel hayatının önemli bir döneminin çok boyutlu bir analizi var bu ufak ekte. Felsefenin itibarı, bu itibarın yatağı olarak üniversite öncesi eğitimin son demleri, birbirini takip eden ekoller, yarım devrimler, filozofların "evrensel'i temsil edenler olma" süreci, filan... Yukarıdaki sadece yarım sayfalık bir güzellik, daha pek çok ufak alıntı odağa alınabilir. İşte, aşağıda:


-----
Bu arada geçen gün blog bir yaşını doldurdu. Cafcaflı, komikli, görselli bir şeyler yazacaktım ama kaldı. İlk defa bir blogu bu kadar uzun sürdürebildim. Katkılarıyla şevk verenlere teşekkür ederim. Umarım devamı gelir. (Yani umarım blogun devamı gelir.)

Posted by Picasa

19 Kasım 2010

Atatürk ve iller (birinci bölüm)

"Niye?" diyeceksiniz, biliyorum ama yine de şu ufak, eğlencelik araştırmanın ilk bulgularını paylaşacağım. Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiye'de bulunan şehirler hakkında söylediği sözleri derliyorum. Başlangıçta belirgin bir amacım da vardı ama bu amacı unuttum; artık sadece süreç içinde kamusal/sivil bir dolu siteye girip çıkmanın ve güncel/tarihi binbir değişik mim'e şahit olmanın hazzı için devam ediyorum. Bu postta, Ankara'dan Mersin'e kadar olan 33 il için bulduğum şeyler var. Plaka numaraları listesinin sonuna kadar gitmeye de niyetliyim, çünkü gerçekten çok eğlenceli bir şey. Sırayla illeri seçiyorum ve google'da "Atatürk ve x", "Atatürk ve ilimiz" x, Atatürk "x hakkında" demiştir gibi aramalar yapıyorum. Onlarca valiliğin sitesi tek bir şablon üzerine yapıldığı için hepsinde bir "Atatürk köşesi" oluyor. Bazen valinin verdiği 10 Kasım konuşmaları yardım ediyor. Valilik sitelerinin yetersiz kaldığı noktada ilde çalışan amatör/profesyonel tarihçilerin, öğretmenlerin, askeri personelin kendi imkânlarıyla yazdığı şeyler, bazen de ilgisiz sivil toplum kuruluşlarının siteleri devreye giriyor. Her ilin adını, izleyen alıntıyı aldığım internet sayfasına linkledim. Bu sayfalara birer göz atmanızı öneririm.

İçeriğe dair öyle uzun boylu çıkarımlar, cins cins okumalar, soyutlamalar filan yapmak istemiyorum. Bu, gördüğüm yazılardan doğrudan aldığım keyfe biraz turp sıkmak olur. Yalnızca bazı pattern'lara değinebilirim. Çok sayıda il, kendilerini cumhuriyet tarihine önemli bir noktadan bağlayabilmek için Atatürk'ün en kritik kararları kendi sınırları içerisindeyken aldığını iddia ediyor. Özellikle, anlatıdaki mihenk taşı konumları itiraz edilemez derecede net olan Erzurum, Amasya, Sivas gibi illerin etrafındaki iller, kendilerini de fotoğrafa eklemeye çalışıyor. Yine çok sayıda ilde, hele de Kurtuluş Savaşı esnasında işgâl görmemiş yerlerde, "Atatürk'ün x'e gelişi" günleri kutlanıyor; ki Ankara'da, Allahın 27 Aralık'ında az ayaz yemedik bu günün törenleri yüzünden. Sinop'taki (ikinci yazıya kaldı) "Ne olur Sinop'un yarı güzelliği Ankara'da olsaydı" yazısını ve Antalya'daki "Şüphesiz ki Antalya dünyanın en güzel yeridir" yazısını heykelleştirilmiş halde görmüştüm. Hatta Antalya otogarında İngilizcesi bile vardı sticker olarak. Burada geçen diğer sözlerin de ilgili ile ait bir görülecek yere kazındığından, hiç olmadı Atatürk heykel ve büstlerinin kaidelerine işlendiğinden de adım gibi eminim. Bir gün bu sözlerin bu şehirlerdeki izlerini sürmeyi de çok isterim.

Yazı içinde çok fazla copy-paste olduğu için yazının biçimi yer yer yamuk yumuk hale gelmiş olabilir. Son olarak bunun için de kusuruma bakmayın diyeyim ve başlayalım:

Adana:
Bunu kendisi, Büyük Zaferden sonra 15 Mart 1923 günü Adana'ya ilk geldiğinde "Bende bu vakayiin ilk hissi teşebbüsü, bu memlekette, bu güzel Adana'da doğmuştur." diyerek açıklamıştır. Bu açıdan, Atatürk'ün zaferlerle dolu askeri ve siyasi hayatında, Adana'nın özel bir yeri vardır.

Amasya:
"Ben milletin mevcudiyetine hürmet iradesine riayet şartını esas olarak ihtiva eden bir itilafnâmeyi o murahhasa burada imza ettirmiştim.”
“İşte bu itibarla Amasya İnkılap ve Cumhuriyet tarihinde daima ehemmiyetini muhafaza edecek mevki ihraz eylemiştir.
"

Ankara:
"Ankara ve Ankaralıların benim gönlümde bambaşka bir yeri vardır"

Antalya:
"Daha sonra karadan bugünkü Lara yolu üzerinde Rumkuş mevkiine gidildi. Atatürk oradan denizi, karşı sahilleri, karla örtülü Beydağları’ nı uzun uzun seyretti ve “Hiç şüphesiz ki Antalya dünyanın en güzel yeridir” demekten kendini alamadı. Bulunduğu yerin adını yanındakilere sorduğunda “Rumkuş” olduğunu öğrenince Türk topraklarında Türkçe adın olması gerektiğini söyleyerek adının “Erenkuş” olarak değiştirilmesini istedi."

Bitlis:
(Bu alıntı doğrudan doğruya Bitlis hakkında değil ama Bitlis'te dile getirilmiş) “Burası çok güzel yerler. Burada bir Şark Üniversitesinin kurulması gereklidir

Bolu:
"Bolu Halkevinde bir gece kaldım. Bolu’nun güzelliğinden, halkın coşkun sevinçlerinden çok mütehassis oldum."
[...]
Atatürk Edirne'de
Sonra, Fırka'ya çıkıldı. Kendisine tahsis edilen odaya doğru ilerlerken merdivende bir an durakladı. Ilıca, Karacasu taraflarına baktı. Recep Peker'e: "Bolu'yu Ankara'dan önce görmeliydim..." dedi. Bu söz, Bolulularca, sonraları değişik şekilde yorumlandı."Yoksa, Gazi, Bolu'yu başkent yapamadığına mı hayıflanıyordu." Fırka'da, üst düzeyde ve halkın temsilcileri ile fikir alışverişinde bulunuldu.

Diyarbakır:
"Yirmi yıl sonra tekrar Diyarbakır'da bulunuyorum. Dünyanın en güzel ve en modern bir binası içinde, modern, nefis bir müziği dinleyerek... Beşeriyetin medeni bir halkı huzurunda, bu halkın evinde duyduğu zevk ve saadetin ne kadar büyük olduğunu elbette ki takdir edersiniz. Bunu kaydetmekle bahtiyarım." (Bu konuşmanın ertesi günü Diyarbakır'ın "Diyarbekir" olan adı bugünkü haline çevrilmiş.)
Erzincanlıların kendisi için gösterdikleri sevgi ve bağlılığa teşekkür ettikten sonra: “Erzincan’ın az zamanda layık olduğu ve Cumhuriyetin kendisinden beklediği mertebede nur ve feyz kaynağı olacağına tamamen inanıyorum” dedi.
Hemşehrilik Belgesi, Gaziantep Belediye Başkanı Hamdi Kutlar’ın bir konuşmasıyla Atatürk’e verildi. Atatürk teşekkür ederek "Gaziantep güzel şehir, Gaziantep’liler vatansever, cesur ve çok çalışkandır. Bu şehir her hizmete layıktır. Gereken her yardım yapılacaktır" dedi.
"Türküm diyen her şehir, her kasaba ve en küçük Türk köyü, Gaziantepliler’i kahramanlık örneği olarak alabilir"
(Malum nedenden ötürü bu il hakkında çok söz var) "Hatay’daki mücadelelerin gaye ve hedefini biliyorum. İlk günden beri de bu mücadeleleri takip ediyor, imkânlarımızın müsadesi nispetinde destek oluyoruz. Hatay, zaten Misak-ı Millî sınırlarımız içerisindedir"
Hatay benim şahsî davamdır. Şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz
Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz
(Önce şuraya da bir bakın isterseniz; Atatürk'ün seyahatleri biraz tatsız olaylara da sahne olmuş. İzleyen alıntı, o adresteki yazıda aktarılan "Ermeniler Rumlar bu binaları yaparken siz ne yapıyordunuz?" anekdotuyla ilgili olabilir gibime geldi.) "Mersinliler, Memleketiniz, beldeniz Türkiye'nin çok mühim bir noktasında bulunuyor.Çok mühim ticaret noktasıdır. Memleketiniz, bütün dünya ile Türkiye'nin irtibatı noktasının en mühim bir noktasıdır. Bunu sizler benden iyi biliyorsunuz. Fakat bilmelisiniz ki -açık söyleyeyim- memleketinize hakim bulunmuyorsunuz. Memleketinize sahip olabilmek için yeni çok mühim çalışma devresine giriyorsunuz. Geçmişte maruz kaldığınız mahrumiyetlerden çektiğiniz elemler, azaplar büyük olmuştur. Bunu sizler iyi takdir etmişsinizdir. Tekerrür etmesin."

Hakkında bir şey bulamadıklarım:
Adıyaman (1954'te il oldu) -- Afyonkarahisar -- Ağrı -- Artvin (1936'da il oldu) -- Aydın -- Balıkesir -- Bingöl (1936'da il oldu) -- Burdur -- Bursa (bu ile 18 ziyarette bulunmuş ama il hakkında özel bir cümlesi kaydedilmemiş) -- Çanakkale (Çanakkale Savaşı'ndan bağımsız olarak yalnızca kentten bahsettiği bir alıntı bulamadım) -- Çankırı (Kastamonu'da açıklanan şapka devriminin, ilk olarak, Atatürk'ün aynı gezi kapsamında ziyaret ettiği Çankırı'da uygulandığı iddiaları var; bir de, Atatürk deniz ve tren yoluna kapalı bir ilde olmalarına rağmen kendisine banyo hazırladıkları için Çankırılıları incelikli buluyor, ama şehre dair söz yok) -- Çorum -- Denizli ("Halka muhabbetimi iletiniz" vs.) -- Edirne (Edirne'yi ziyaretlerinden Selimiye Camii'nin kubbesindeki ayeti okuyup hocaya anlamını sorması anekdotu kalmış) -- Elazığ (Hem şehrin, hem de şehirde bir gölün ismini değiştirmiş; Elazığ'a da "Doğu'nun Yalova'sı" adını takmış) -- Erzurum -- Eskişehir (22 ziyaret, özel bir değini yok) -- Giresun -- Gümüşhane (1925'te il oldu) -- Isparta (Şehirdeki bir adayı çok beğenmiş ve adanın tapusu üzerine yapılarak kendisine hediye verilmiş)     

09 Kasım 2010

Hıncal Uluç ve kreşendo

İlk ölçüde başlayan kreşendoya da bakınız

Kreşendo (crescendo), bir müzik terimi. Müziğin akışına ait bin bir değişkenden "dinamiğin", yani sesin şiddetinin artması anlamına geliyor. Öğrendiğime göre, tiyatro ve sinemada da kullanılıyormuş; ekşi sözlük'te bir arkadaş "oyunun tirmanarak en yukariya ciktigi, tepe noktasi[na]" kreşendo dendiğini yazmış, ama ya aslında tepe noktasına doğru tırmanışı kastetmiş veya orada bir galatlaşma olmuş. Büyük yaşam gurusu Hıncal Uluç'un bu kreşendo sözüyle hayli fırtınalı bir ilişkisi var. Olur olmaz yerde kullanır; artistlik yapayım derken, aynı sözcüğü müzikteki anlamıyla (yani dinamiğin artması şeklinde) algılayan birinin kulağını gözünü tırmık içinde bırakacak şekilde abuk bir şey söylemiş olur. Benim bu duruma dikkat kesilmem, bugün bütün arama-taramalarıma rağmen internette bulamadığım bir yazısı sonrası oldu. İstanbul'da düzenlenen bir müzik festivalinin açılışını kutladığı ve kutsadığı bir yazısını "Öyleyse... Kreşendoooooooooo!" gibi bir nidayla bitirmiş, sanki insanların sahneye kreşendo diye bağırdığı bir durum varmış gibi bir vaziyet yaratmıştı. Dediğim gibi onu bulamadım, ama başka başka kreşendolar buldum. Alıntıların ilk kelimelerinde, alıntının geçtiği yazılara linkler var; siz de okuyabilirsiniz dilerseniz.

Eğreti Gelin ile evin küçük oğlu arasında beklenen sevişme sahnesi üzerine kurulu film.. Adım adım oraya gidiyor..
"Peki o zaman gel üstüme" diyor, Eğreti Gelin..
Kreşendo..
Hayır.. O sahneyi hemen bitiriyor Atıf Yılmaz..
Neden?..
Filmi ucuzlar diye mi korkuyor?.. Türk sinemasında iyi oyuncular sevişmez aptal kuralına mı uyuyor?..
Seyirciyi başından itibaren o sahneye hazırlayıp, kaçmak olmuyor..
Bu kullanım ilk başta biraz sözün anlamına uygun gibi görünüyor. Eğreti Gelin filminin bir nevi zirve noktası o sahnedir; bütün yapı, oraya ulaşma üzerine kuruludur. O zirveye yaklaşırken de izleyicide bir kreşendo hissi hâsıl olur. (Tayyip Erdoğan buna "kreşendolar cümbüşü" diyebilirdi.) Bu duruma benzeyen şöyle bir alıntı da var Hıncal'da üstelik:
Şener'in çetesi ile açılıyor film.. Uzun uzun onları tanıyoruz.. Niye?.. Filmin devamında önemli rolleri olacak da ondan.. Film gelişirken tahmin de ediyoruz..
Şener'in meğer hiç bilmediği bir oğlu var.. Bu oğlun da bir sevgilisi.. Bu sevgiliye de fena halde takık genç bir çete reisi.. Göz kırpar gibi adam öldüren genç reis, kızı kapmak için Şener'in oğlunu da halledecekken, Şener yılların gerisinden gelen çetesiyle yeniden işbaşı yapacak.. Eskiler, yeniler karşı karşıya gelecek.. Kreşendo.. Muhteşem bir çeteler savaşıyla film bitecek..
Kreşendo aynı kreşendo. Çeteler karşılaşınca hâsıl olan his. Hımppfss diye sesimizi tutacağız ve kreşendo olacak. Hıncal yazının devamında, bu orgazmik kreşendoya ulaşamadığı için yönetmeni haşlıyor: meğer o baştaki çetenin hiçbir işlevi yokmuş. Film burada anlattığı şekilde bir kreşendo içermiyormuş. "O zaman niye uzun uzun onları anlatıyorsun" diyor işte. Bana sorarsanız bu kullanımlarda Hıncal tırmanışı değil zirveyi kreşendo olarak adlandırıyor derim ama yine de ucundan bucağından biraz anlamı yakalamış gibi görünüyor. Konu dışı olarak bu iki alıntıdan ayrıca Hıncal'ın film değerlendirme motorunun iki vitesli olduğunu anlıyoruz. Adeta, bütün film bir kreşendo içerip zirveye çıkabiliyorsa iyi, çıkamıyorsa kötü. Devam edelim:
İstiridiye Deneyimi, beni sulara teslim etti. Bir su yatağı.. İçinde müthiş su fiskiyeleri.. Üzerinizde de duş delikleri.. Yatak içindeki suyun şiddetini seçiyorsunuz.. Dinleyeceğiniz müziği seçiyorsunuz, üzerinize yağacak yağmuru da keyfinizce ayarlayıp kendinizi sulara bırakıyorsunuz.. Nasıl yuğruluyor, nasıl okşanıyor vücudunuz.. Her hücreniz duyuyor, suyun gücünü, sihrini..
Ercan ertesi gün program değiştirip, İstiridyeye bir daha girdi.. Çıktığında hala Venüs'e pek benzemiyordu ama, nasıl kendine gelmişti.. Ve tabii kreşendo.. İlaheler Masajı.. Dört el masajı bu.. İki masöz, bazan paralel, bazan kontr alıyorlar, vücudunuzu ele.. Muhteşem.. Muh-teşem..
Buna ne buyrulur? Adam kaliteli yaşamanın duayeni diyoruz. Hıncal, Antalya Sheraton otelinin genel müdürü arkadaşını ziyarete gidiyor, Ercan Arıklı'yla birlikte. İki gün kâh istiridyeli yağmurlu banyo alıyor, kâh masaja giriyorlar. Olayın en heyecan verici kısmı olarak da "ve kreşendo tabii..". Ama ne alâka, masözler -pardon, ilaheler- masaja pianissimo başlayıp dozu ağır ağır fortissimo'ya mı yükseltiyorlar? Hayır, yine kilit taşı anlamında. Masaj, tatilin Hıncalca kreşendosu. Buyurun değişik bir örnek:
İkili; Doğan Kuban hocanın eserinden, Adair Mill'in mükemmel akademik çevirisiyle İngilizce basılan "OTTOMAN Architecture" kitabıyla kreşendo yapmış, bütün zamanlarının en mükemmel eserini yaratmışlar.
Bu örneğin enteresanlığı, Hıncal'ın köşesinde olup Hıncal tarafından yazılmamış bir yazıdan alıntı olması. Bilirsiniz, Hıncal'ın köşesinin önemli bir kısmı kendisinin gönül dostlarından gelen katkılardan oluşur. Bunu da Ünal Özüak adında biri yazmış. Ama kreşendo Hıncal kreşendosunu da geçmiş. İkili önemli bir kitap yayınlayarak kreşendo yapıyor. Bir masterclass'ında Barenboim bir öğrenciden tek bir notada dekreşendo (?) yapabileceğine inanmasını istiyordu. Öğrenci hocasının maksadına ulaşmıştı ama tek bir kitap yazarak kreşendo yapmak bambaşka bir şey.

Şimdiye kadarki örnekler, Hıncal'ın müzikteki kreşendoyla hiç ilgilenmediğini, sadece sinemadaki kreşendoyu kendine has bir şekilde yorumlayıp onu da başka bağlamlara uyarladığını düşündürebilir. Ama kazın ayağı pek öyle değil. Hıncal her şeyden olduğu gibi elbette müzikten de anlar. O konuda da eksik olmasın yazar çizer.
Ve piyanist, doğanın içinde doğaçlama çalıyor.. Daha önce hiç kimsenin yazmadığı, hiç kimsenin basmadığı notaları çalıyor.. O an, orada, ne hissediyorsa, onu çalıyor..
Sahildeki yamaçta, çift çift oturanlar birbirlerine iyice sokuluyorlar, sarılıyorlar..
Siz o kalabalığın içinde fena halde yalnızlığınızı hissediyorsunuz önce.. Ne zaman güzel bir an yaşasanız böyle oluyor zaten.. "Şimdi yanımda olsaydı.. Neden yok.." (...)
Çılgın piyanistin notaları sevgiyi anlatıyor.. Aşkı anlatıyor.. Gözlerinizi kapıyor, kendinizi sadece hayalinize ve müziğe veriyorsunuz.. Ve hafiften hafiften bir sıcaklık duymaya başlıyorsunuz yanı başınızda..
Düşünceniz yoğunlaşıyor, gelip yanınıza oturuyor.. Elinizi tutuyor bir eli ile.. Öbür kolunu omzunuza atıyor.. O çok özel kokusunu duymaya başlıyorsunuz..
Müzik yükseliyor..
İçinizden fısıldıyorsunuz..
"Seviyorum.."
Müzik daha yükseliyor..
"Çok seviyorum.."
Kreşendo.. Sessiz çığlınızı, belki sadece çok uzaklardaki sevgili duyuyor..
"Özledim seni kız.."
Bu yazı Hıncal Uluç'un tarihindeki en tırt yazı olabilir. Okumanızı özellikle öneririm. Seyhan Hastanesi ve Seyhan Oteli sponsorluğunda gittiği Tuluyhan "çılgın piyanist" Uğurlu resitalinden bahsediyor. Gitmiş güzel bir gezip tozmuş Adana'yı, yemiş içmiş. Böyle de bir romantik fanteziyle akşamını şenlendirmiş. Yine "kreşendo iki nokta" da yerinde. Ama dikkat edilirse yine müziğin şiddetlenmesini değil, en şiddetli noktasını anlatırken kreşendo diyor. Kreşendo mesela "o çok özel kokusunu duymaya başlıyorsunuz" cümlesinden sonra gelse, her şey hallolacak. Ama Hıncal'ın kreşendosu illâ ki en tepede!

Müziksel kreşendo kullanımının iyice bel verdiği "Bir Rahmaninov ki..." başlıklı yazıdan alınma şu örnekle biz de yazının ve kreşendo..'suna varalım.
ZATEN müzik güzel.. Zaten müzik popüler.. Daha ilk melodiler dökülürken orkestradan, ıslıkla ya da mırıldanarak eşlik edecek kadar tanıyorsunuz, adını ve bestecisini bilmeseniz de..
"Vay.. Demek Rahmaninov'un Üçüncü Senfonisi imiş bu" diyorsunuz.. Tamam.. Tamam da..
Böyle mi çalınır?..
Müthiş kreşendo şefin keskin jesti ile bir anda susunca, tüm salon sözleşmiş gibi ayağa fırlıyor.. Bu alkış için değil.. Coşkudan.. Herkesin içinde kendini sahneye atma duyusu oluşmuş dinlerken..
St. Petersburg Senfoni'nin konseri müthişti.. Harikaydı.. Olağanüstüydü.
Yine vurmuş kreşendo'yu canı sağolasıca, acımamış. Açıp notaya bakacaktım finalde gerçekten bir kreşendo mu var diye, ama artık pek gerek de yok. Belli ki patlayışlı bir bitişe sahipmiş eser. Final de, ne bileyim, koda moda de, niye illa kreşendo? Ne kreşendo'ymuş arkadaş. Yalnız dikkatimi çekti, bu son örnekte Hıncal ilk kez kreşendoyu bir cümle içinde kullanmış. "Ve kreşendo.." dememiş. bu da, Hıncal Uluç'un bu yerine oturmamış söz oyununun tarihinde müstesna bir nokta teşkil ediyor.

Ve kreşendo...

Son olarak ben de bir kreşendo paylaşmak istiyorum. Fransız bestecci Maurice Ravel'in en meşhur eseri, Bolero. Bolero alemlerde "dünyanın en uzun kreşendosu" adıyla anılır. Besteci burada çok az materyal ve çok az fikir kullanarak 15 dakika kadar süren bir tırmanış kurgulamıştır. Eserde Hıncal'ın bahsettiği anlamıyla bir "ve kreşendo.." noktası pek yoktur, onun yerine gerçek bir kreşendo vardır. Buyrun:

Evet, Hıncal kesin Ravel'e kızardı. Çünkü onun "ve kreşendo.." diyebileceği kısım bir ölçü falan sürüyor ve sadece bitiş işlevini gören anlamsız bir... anlamsız bir... Bitiş. Yeterince "ve kreşendo.." değil. Öyleyse niye 15 dakika tekrar ediyorsun filan derdi. Sağlık olsun, o da bir gün öğrenir.

11 Kasım 2010 -- Ekleme:
Hıncal meğer Bolero hakkında da yazmış. Övgüyle bahsediyor. Ama o yazıda hiç kreşendo lafı geçmiyor. 

04 Kasım 2010

Fazıl Say, Menderes Türel, Antalya

Size verilen yüzde 24 oy asla "size" değildi...
Toplandik biz...
Endişelerimizden ötürü...
(Bu betimlememin kısmen haksız olduğunu biliyorum, burada belediye seçimleri söz konusu olan...Çok başarılı cok değerli belediye başkanlarınız da kazananlar arasındadır... Haksızlık yapmak istemezdim..Ama Antalya örneği , bu seçimin genel itibariyle mahalli değil siyasi oldugunun en güzel örneğidir.
Senden benden daha laik ve şehrine cok güzel hizmetler hediye etmiş bir başkan idi Menderes Türel... ta ki , Ak Parti'ye Antalyalıların şu ortamda daha fazla oy veremeyeceği asıl gerçek olandır...)

Bu, Fazıl Say'ın geçen seneki yerel seçimlerin ardından Deniz Baykal'a yazdığı ve "20-30 milyon insan" adına, Baykal'dan iktisadi realist maddi manevi ekonomik gerçekçi fikir ve projelerini sorduğu efsane mektubun son kısmı. Mektup cumhuriyetçi hıncının zirve noktalarından biridir; içimi ne kadar kıydığını daha önce belirtmiştim. Bugün bir şekilde yeniden bu mektuba takıldım ve Fazıl sağolsun yine sinirlerimi birazcık hoplattı. Hem "senden benden daha laik" ifadesinin gerzekliğine bir kere daha ibret ettim, hem de Fazıl Say'ın seçimleri değerlendirme biçiminin gerzekliğine uzandım. Bu vesileyle, böyle yetersiz bir insana, büyük-sorumlu-gözetleyip ikaz eden entelektüel pozisyonunu işgal ettiren toplum yapımıza bir kere daha lanet ediyorum.

Senden benden daha laik'e bakalım: bir kere sen kimsin, ben kimim? Yazan Fazıl Say. Hitap ettiği kişi Deniz Baykal ama yalnızca o değil. Facebook'taki izleyicilerine de hitap etmekte. Kendisine ve Deniz Baykal'a benzeyen insanlardan söz ediyor. Bu insanlar, bu söylemin içinde, laiklik konusunda geri kalanlara üstün vasıflarıyla fark atıyorlar. Laiklikte bir numarayı, üst düzeyi temsil ediyorlar. Niye böyle? Çünkü öyle... "Senden benden daha laik", ifade kalitesi ve kavram kullanım bilinci [1] açısından "Ben laik olmasını istiyorum her şeyin ve ne mutlu Türkiye!" seviyesinde geziniyor. Bir de bundan önceki cumhurbaşkanının "Laiklik adam olmaktır" şeklindeki aşırı anlamsız çıkışı vardı. Kavramın içeriğini nasıl da boşaltıyorlar, değil mi? Bir gün laiklik konusunda bir bilimsel toplantı düzenleyecek olursam kapısına "Fazıl Say, Helin Avşar, Ahmet Necdet Sezer ve burslular giremez" levhası asacağım, yazıyorum buraya. Üçü de laikliği dış uzaydan gelen istilacıların sahip olmadığı ama ben sen ve bizim oğlanın sahip olduğu bir olumluluklar bütünü, bir sevgi kümesi olarak görüyor. Düşük düşüncenin bu kadarı sonra insanı merkez-çevre'ci filan yapar. O yüzden bu laiklik konusundan çabucak kaçmalı.  

İşte her neyse, bir de bu yukarıda bahsettiğim üst laikler konseyinin laiklik performansını değerlendirdiği başka biri var. O da, geçen dönemki Antalya belediye başkanı Türel (AK Parti). "Türel'e bakıyorsun, baya baya bi laik sevgili Güntekin" hesabı, konseyden tescilli laik olmasına ve şehrine güzel hizmetlerde de bulunmasına rağmen, seçim "mahalli değil siyasi" nitelikte olduğu için CHP'nin adayına kaybetmiş [2]. Buradaki mantığı ben göremiyorum; çünkü yazının geri kalanına göre, seçimin bu birbirini dışlayan iki kategoriden (!) mahalli olana değil siyasi olana göre belirlenmesinin nedeni, oy verişte hizmet değişkeninin değil, ulusal düzeydeki kavgaların belirleyici olması. Fakat eğer bu sonuca varıyorsak, örneklerimizde a) hizmeti olmayıp laik olduğundan seçilen; b) hizmeti olmayıp sırf laikliğe karşı olduğundan seçilen, c) hizmeti gani gani olup sırf laik olduğu için seçilemeyen, veya d) hizmeti gani gani olup laikliğe karşı olduğundan seçilemeyen adaylar olmalı. Menderes Türel hiçbiri değil. Hem senden benden laik, hem de hizmeti var. Bu, -seçilmemesini tuhaf kılmakla birlikte- bizi Fazıl'ın vardığı sonuca götüren bir kombinasyon değil ki. Aksine, Türel'in senden benden laik olduğu verisi, Fazıl'ın "laik oylar laiklik için birleşti" iddiasını zayıflatıyor. Kavga o ise ve Türel de sınavı geçiyorsa kazanması lazım değil mi? Olmamış ama işte. İyice çorba oldu, buradan seçimlere gelelim evet.

Antalya'nın son seçimlerde el değiştirmesi, hatırlarsanız gerçekten de bir sürpriz olmuştu. Başbakan bile yaptığı değerlendirmede şehir halkını nankörlükle ithama çok yaklaşmış, "Anlamak mümkün değil, bizzat 20 küsür kere gittim, açılışlar yaptım, şehir tarihinde görmediği hizmetleri gördü" gibi şeyler söylemişti. Onun da kaybedilen illere ilişkin düşüncesi, hizmetin değerlendirilmediği yönündeydi. Yani Fazıl'ın "mahalli değil siyasi" dediği... Yeterince uzaktan bakınca her seçim bu şekilde değerlendirilebilir; yani insan bu formül sayesinde tüm yerel seçimleri, genel söylemlerden apartılma ezberlerle anlamlandırma olanağı bulabilir. Fakat bana kalırsa, bu değerlendirme kolaya kaçma anlamındadır. Bizdeki genelci-ulusal gazetecilik ekolü siyasi "analiz" kültürü bu konularda pek derinlere inmez (en fazla büyük usta Yavuz Donat'ın
Bayburt hükümet konağının yanındaki kahveye iniyoruz...
Önümüze çayımız geliyor...
Ahmet dedeye sordum... Dede kim alır...
Yılların tecrübesiyle konuştu dede...
Menderes'ten beri tüm seçimleri bilmiş....
Tayyip alır oğul, dedi...
Delikanlı adam bir kere...
Yiğit... Mert... Reyim ona...
Lamı cimi yok...
Bayburt bu seçimde Ak Parti diyor....
Belki MHP zorlayabilir...
tarzı komik kahvehane sohbetleri işte!) ama her seçimde, olup bitene uzakta olanın, bilgisayarı başından atıp tutanın göremeyeceği yerel değişkenler ön plandadır. Antalya buna istisna değildir, muhakkak laiklik dışında (!) bin bir küçük konu da işin içindedir. Şahsen gidip araştırma şansım elbette yok, ama olup bitenin izleri bir ölçüde internet ortamında hissedilebiliyor. Ufak bir tarama yaptım; otoriter sonuçlara sahip olduğumu iddia etmeyeceğim ama İstanbul'dan duruma bakıp "yerel meseleler önemli değildi 20-30 milyon laiklik için birleşti" demekten daha kayda değer bazı şeyler bulduğumu düşünüyorum: AK Parti'li bir yerel yazarın üç yazıdan oluşan değerlendirmesi öncelikli olarak seçimlerden önce "bizi seçmezseniz hizmet alamazsınız" şeklinde algılanan bir çıkışta bulunan M. Ali Şahin'i, sonucu garanti görüp çalışmayan ve CHP teşkilatının çok gerisinde kalan parti il teşkilatını ve başkan Türel'i sorumlu görüyor. Son yazının ikinci yarısında ise yazar başbakanın MHP'li seçmeni küstürmesi, Akaydın'ı doğrudan muhatap alması gibi hatalarını ve şehre yapılan çalışmaların esnafı ve minibüsçüleri kızdırması gibi etmenleri sıralıyor. Tramvay inşaatı, güzergâhta dükkânları olan esnafı, yeni getirilen akbil benzeri elektronik bilet sistemi de kazançlarını kayıt altına aldığı minibüsçüleri vurmuş. Bu konuları anlatan bir Uludağ Sözlük yazarı, ayrıca Menderes Türel hakkında da epey bir entry yazmış. Şimdi, katılalım-katılmayıp inatçı muhalif filan bulalım ama Türel hakkında Fazıl Say'ın "senden benden daha laik ve hizmeti de olan" üfürüğü nerede, bu arkadaşın detaylandırdığı, ayrıntılandırdığı ve muhtemelen Antalya'da da konuşulup duran bu tanımlamalar nerede!

Seçimleri de zaten bunlar kazandırıp kaybettiryor, Fazıl Say'ın hikmetleri değil.

-----
[1] Kavram kullanım bilinçsizliği yazdım diye lütfen hemen "Yav, insan laik mi olur, devlet laik olur, insan olmaz" şeklindeki bayat ezberi tekrar ettiğim düşünülmesin. Benim bu konudaki pozisyonum şimdilik "devlet, eylemlerini bir dinden kaynaklanan mülahazalara dayandırmamalı, bunlardan arındırmalı; insanlar ise, ister bunlara göre, ister bunları dikkate almadan davranabilmeli" şeklinde. 
[2] Menderes Türel hakkında Fazıl'ın yaptığı iki tespit, Türel'in seçim kampanyası için hazırlanan iki ayrı videoda kendini gösteriyor. 
Bu birincisi, senden benden laik Menderes. Kültür adamı, sanat adamı. Antalya piyano festivalinde Fazıl'la birlikte sahneye çıkar, Bach çalar. Dünya kenti Antalya'ya yakışan uygar başkan:


Bu da ikinci Menderes. Katlı köprülü kavşaklarla, altyapı çalışmalarıyla tam bir hizmet gönüllüsü. Millet aşığı. Milletin değerlerine sahip çıkmış kampanyasında. Davul, zurna, bayrak. Parti ileri gelenleriyle hizmet coşkusunu paylaştığı bir dolu fotoğrafı var.


LinkWithin

Related Posts with Thumbnails