04 Mayıs 2013

Can Yücel diyor ki:


"Demem o ki Türkler de "faşizm" denen illete bünyece yatkın ve mâruzdurlar. 71 yıllık, T.C. tarihi bu illetin kısa ve uzun nöbetleriyle lebâlebdir.

İlk cinnet belirtileri, Nazilerin Almanya'nın ümüğüne resmen oturmasından sonra, 1936'larda başladı. On yaşındaydım, vaktinin çoğunu bizim evde geçiren, ailenin kızı sayılan Selma Abla'nın Safi Bey adlı bir Bulgar göçmeniyle nişanlanmasıyla çıktı bu maraz karşıma. [Bu hikâyeyi anlatıyor.] Bu anlattığım epizot, o dönemki Türkiye'de gürül gürül akan ırmak-romandan sadece bulanık bir bardak su... Bu ırmak kaç koldan akıyorsa artık, ama, Deutsche marklarla şişen Beşinci Koldan beslenirdi. Sanırım, Safi Bey'in olanca gençliğine karşın, gebeleşmiş karnı bu kayımelerle doluydu. Başka kâğıtlar da vardı ortalarda dolaşan. Tasvir-i Efkâr givi varaklar. Cumhuriyet gazetesinde de Nadir Nadi Bey'in pro-Nazi röportajlarını kıraat ederdik... Harp patladıktan sonra da, gazeteleri Gnl. Erkilet gibi, Prusya eskisi, uzmanlığı kendinden menkul askerlik allâmeleri, strategleri istila etti, o güne kadar pek makbul sayılan pehlivan tefrikalarını tuşa getirdi... Biz çocukluğumuzda, şimdiki çocuklar gibi bilgisayarlarla değil, harp haritalarıyla oynardık... Hüseyin Cahit'in Müttefik yanlısı kalem cayırtılarına kulak kabartırdık... O sıra başka bir furya başladı, örgütlü cinsinden bir yayın, dergi yayılımı. Orhun dergisi falan... Başında Atsız diye bir "gauleiter" vardı. Zaten okullarda binbir ok işaretiyle kafamızı delik deşik etmiş olan Ortaasya ve Göçler tarihinin taşbasmalarıyla milletin kafasını ütülerdi. "Altay'dan attığımız ok, kırk yıldır yediğimiz bok" hesabı...

Başbakan Saraçoğlu'na mektuplar döşenir, Sabahattin Ali'yi, Sabiha Hanım'ı curnal ederdi... Bir de Reha Oğuz diye gençten bir zıpır vardı, muşambalı, çizmeli, motosikletli, caddeleri kendi başına bir SS panzer bölüğü gibi patır patır dolaşırdı. Kısa bir tabutluk serüveninden sonra Yeni Dünya'da karar kıldı. Bir ara Özal saltanatında "okul-dışı" eğitim uzmanı sıfatıyla buraya teşrif ettiydi. Şimdi yine eski Amerikan kürkünü kuşanmak üzere memleketine dönmüş olmalı. Türk-Keş de onlardandı ama, kışla korunağı ardından, 1944 emniyet baskınında onun da gerçi başı belaya girdiydi... Gençler ikiye bölünmüşlerdi: Solcularla Türkçüler... Ben de bu çıngara D. T. Fakültesi'nde karıştım... Mübalağa cenk olurdu... Rektörün yüzüne tükürülür, Tan yakılır, kitapevleri yağma edilir, kitaplar yakılır, falan, malûm Nazi âyinleri... "Ayin" dedim de aklıma geldi. Bu bozkurt yavrularının aptestle namazla zinhar ilgileri yoktu. Şimdiki Türk-İslam Sentezi daha icat edilmemişti. Akılları Baykal Gölü'nde yıkanmaktaydı, gusul aptesti almakta değil. Kımız getirtip içenleri de varmış, derlerdi. Ben hiç içmedim o zıkkımı... Kendilerini Orhun anıtından uğrama Şaman müsveddeli olarak görürlerdi tabû tabancalı, Nazi marka. Harp azdıktan hele Sovyet Cephesi açıldıktan sonra, işler büsbütün kızıştı. Bu akım, yukarlara, hükümet, parti kademelerine omzu kalabalıklara kadar sıçradı...

Dostum, gazeteci Şinasi Nahit Berker anlattıydı. Şinasi, Mevhibe Hanım'ın akrabası olurdu, o ara Çankaya sofralarına o sıfatla kenardan fıkara bir akraba olarak katılırdı... Bir akşam sofrasında İnönü başköşede yanlarında hep o kodamanlar yemek yeniyor, hafif demleniliyor. Sağdan Saraçoğlu başlamış "Paşam Almanlar Kafkaslara sarktılar, soydaşlarımıza biz de yardım etsek", diye. Paşa, elini kulağının arkasına dayayıp, "Anlamadım, anlamadım!"diye geçiştirmiş. Derken soldan bol yıldızlı bir muhterem, "Yeter ki siz emir verin, ordularımız harikalar yaratır," diyecek olmuş. İnönü yine "Anlamadım, anlamadım!"diyesi olmuş. Derken koca masanın ücra ucundan Şinasi, Ömer'e "Yahu, bir votka daha içsek?" diye fıslamasıyla öbür uçtan İsmet Paşa seslenmiş. "Şinasi, bu üçüncü oluyor, yeter artık!"

Diyeceğim, İkinci Cihan Harbi faşizmimiz Türkiye'yi bir Nazi eyaleti etme pahasına, Orta Asya'da Turan'ı ihya özlemiyle kendini göstermişti... O özlem başka biçimde başka koşullarda koşturuyor yine, ama başka kolpalarla, Siyaset Meydanı'nda Ali Kırca geçirdiği "metamorfozdan" sonra Nazım'ı bile unutmuş olacak ki, Türkeş'in Nazım'ın şiirini bile okumaya başladığını söyleyerek "Yükselen Milliyetçilik" tartışmasını açtı. Ama Tür-Keş Nazım'ı nasıl okumuştu acaba?.. Neydi Nazım'ın esas dizeleri? Şöyle:

Dört nala gelip Uzakasya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim

Türkeş ise ilk dizeyi
Dört nala gelip ORTAASYA'dan
diye okumuştu...
Vay açıkgöz vay! Bu memleket senin ha!...

NON PASARAN!
NAH GEÇERSİN!..

[...]"

Bu pasaj, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu adlı derlemede (der: Sabahattin Şen, Bağlam Yayınları, 1995) yer alan yazısından ("Asansörle Yükseltilmek İstenen Çukurlar") alıntı. Daha önce de Gerçek dergisinde yayımlanmış (No. 34-35, 1994).

10 Nisan 2013

Richter muamması


Bu, efsane piyanist Sviatoslav Richter hakkında bir film. Yukarıdaki, ilk kısmı. Piyanistin birilerine “Hadi Prokofyev dinleyelim o zaman” demesiyle başlıyor ve artık emekliliğini sürmekte olan bu yaşlı, zayıf ve karamsar adamın hayatında tarihten tarihe, konudan konuya, olaydan olaya atlayarak geziyoruz. Kaçınılmaz olduğu ölçüde birazcık kronolojik gidiliyor; çocukluk-gençlik-sonrası gibisinden; fakat sıralama, sıralılık gittikçe bulanıklaşıyor ve sonunda anlatılar sıra dizi dinlemeden o kadar birbirinin içine giriyor ki “Galiba bu ayrıntılarının üzerine giydirilmiş başka bir hikâye yok” diyebiliyorum. Hikâye hayata galebe çalsaydı böyle olmazdı. Anlatılar, anılar hizaya çekilir, sırayla yürürdü. Belki de kendini hissettirmeyecek kadar sinsiden ilerleyen fazla ustaca bir hikâye var, bilinmez. Ama öbür türlüsüne inanmak daha cazip. Bu filmde birileri Richter’i güdüyormuş, lafın oraya değil de buraya gitmesini sağlıyormuş gibi gelmiyor. Zaten bir anlatıcı da yok. Filmin yönetmeni (aynı zamanda kemancı) Bruno Monsaingeon da hafiften bu konulara değinmiş; Richter gibi biriyle de ancak böyle bir şey yapılabileceğini iddia ediyor. (Nitekim filmin ilerleyen safhalarında Richter de –bir kavgada parmağını kırıp boş kaldığı bir dönem hariç– hiç orkestra şefliği yapmadığını anlatırken “Nefret ettiğim iki şey analiz ve iktidar. Bir şefin bunlardan kaçınması da mümkün değil” diyecek.) Yönetmen biçime dair bir şeyleri ölçüp biçmiş ve en sonunda böyle bir karara varmış. Richter’in de ikna olacağı iyi kötü bir çekim yapısını bulması iki sene sürmüş. Filmin en başında, bir de ikinci yarı başlamadan önce ekrana ufak bir metin düşülmesi uygun görülmüş; ama sonradan çıkarılmış mı, yoksa bizim şansımıza mı öyle olmuş bilemiyorum ama bugün internetlerde bulunan kopyalarda bu yazılar da okunmuyor, ancak başı sonu olmayan birtakım kelimeler seçilebiliyor. Bunun yerine sadece “Hadi Prokofyev dinleyelim o zaman” ve hikâyeler başlıyor.

Bahsettiğim kaçınılmaz olduğu ölçüde izlenilen kronoloji filmin ilk yarısına, Richter’in çocukluğundan Stalin’in öldüğü tarihe kadarki hayatını ele alan kısma daha bir hâkim. İkinci bölüm Richter’in konser vermek üzere hiç hazzetmediği Amerika’ya istemeye istemeye gidişiyle (“Keşke treni kaçırsaydım” diyor) açılmakta. Ama bu bölümleme keyfî gibi; çünkü ne Stalin’in öldüğü tarihte bir şeyler bitmiş, ne de Amerika’ya gidişiyle yeni ve tamamen bambaşka bir safhaya girilmiş. Ortada Richter’in bize anlattıklarından öte bir hikâye olmadığı fikri yine su yüzüne çıkıyor –güven uyandıran bir şey bu. Kendini anlatan ve keyfine göre, hesapsızca anlatan insan; kendi dışındaki bir şeyi, bir de ipe dize dize, malzemesini hizaya soka soka, bir şeyleri hikâye ettiğini hissettire hissettire anlatan anlatıcının beraberinde getirdiği kuşkulardan azade oluyor.

Neyse, Richter’in anlattığı hikâyelere geleyim; bana göre bunların tamamı son derece ilgi çekici hikâyeler. Birkaç tanesini merceğin altına almak isterim.

1) Prokofyev. Şahsen pek aşinalık sahibi olmadığım bu besteci ile ilgili anlattıkları çok ilginçti. Güvenilmezliğini, tekinsizliğini yakınen hissettirdi. En çok hoşuma giden, Richter’in çaldığı bir eserinin seyirciden gördüğü büyük ilgiye şaşırması ve “Niye biliyorum; benim konçerto bittikten sonra bis olarak bir Chopin noktürnü çalarsın diye geliyorlar” demesi oldu. Basitçe tevazu deyip geçmeye içim elvermiyor; buraya ufak bir hikâye dayatmadan edemeyeceğim: burada hoşuma giden, Prokofyev’e sevgi duymamı sağlayan şey kendisi ve yaptığı iş hakkında asla ve kat’a bulşite mahal vermemesi. Kendini aşırı ciddiye almayabilmesi; kıymetinin –kendi kendisi için mutlak olsa da olmasa da–insanların geri kalanı için izafi olduğunun çelebivaricenek farkında olması. Üstelik bunu az buz değil, Prokofyev olarak yapıyor. Ben gene olarak böyle insanlardan yanayım. Fakat ben de oyumu Prokofyev’in eseri yerine bis olacak Chopin noktürnünden yana kullanırdım.

2) Savaş anıları. Burada iki aktarımı bende epey yer etti: sokak hoparlörlerinden Oystrah yorumu ile Çaykovski Keman Konçertosu’nun yayınlandığı harabe olmuş şehir hakkında söyledikleri; ve yine bombardıman altında 1944 yılına giriş yaptığı otel odasından gördüğü Leningrad manzarasını anlatış şekli: “Her şey karanlık, güzel ve gizemliydi.” O yılbaşından birkaç gün sonra konser verdiği, bütün camları aynı günün sabahı yapılan bombardımanla kırılmış Filarmoni Salonu anekdotu da hatırlanabilir.

3) Glenn Gould ve Richter. Richter’in kendi piyanizmini yorumlayışında müthiş güzel bir basitlik var. Hocası Neuhaus’un kendisine olan katkısını “serbest bıraktı; çalışımın açılması gerekiyordu” şeklinde ifade ediyor, ya da “Çalışınızda bir evrilme oldu mu?” sorusuna “Olduysa bile farkında değildim. Ben daima tek bir doğru çalış şekli olduğunu düşündüm. Çünkü notayı okuyordum.” gibi bir cevap veriyor. Bu da bence insanı deli edebilecek bir bulşitsizlik seviyesi. Buna karşılık filmde bir de Kanadalı eksantrik piyanist Glenn Gould’un Richter’i anlattığı kısım var. Önce müzisyenleri ikiye ayırıyor; enstrümanını kötüye kullananlar, enstrümanları ile ilişkilerini gözümüze sokanlar ve sokmayanlar vs; o kadar sıkıcı geliyor ki şimdi filmi yeniden açıp ne dediğini öğrenmek dahi istemiyorum; ezcümle kendisi dışındaki bir şeyi –tamamen kendisinden çıkan keyfi bir hikâyeye bulayarak– anlatan anlatıcı olarak hindi gibi kabarıp ortalığı “analiz ve iktidara” boğmuş. İşin güzel yanı, söylediklerinin Richter’de hiçbir karşılığı yok. İşte buna film yeniden açılıp bakılır: olanca eyvallahsızlığıyla “Schubert’in Gould’un anlattıklarıyla alakası yok” filan diyor. Gould’un analiz patlatması ile Richter’in bu analizlere doğru dürüst bir cevap bile verememesi arasındaki zıtlık keyif verici.

Bir de filmin sonunda işte esas hikâye var. Richter filmin başında “Belki de ilgi çekici olan bu hatıralar artık bana lezzetli gelmiyor” diyerek şaşırtmış; film boyunca özeleştiri kılıcını tavizsiz şekilde kendisine çevirip durmasıyla böyle bir şeyin gelebileceğini biraz hissettirmişti: Aslında kendi arşivinden alınan görüntülerde gülüp milletle şakalaştığını; kendisiyle röportaj yapan gazetecileri kâh alaya aldığını, kâh da –konserleri erteleme konusu konuşulurken ekrana gelen bir görüntüde yarı aralık kapının arkasından “Kapat kapat! Hay Allah cezanızı..” dercesine kovuşu misali terslediğini; envai çeşit muziplikler yaptığını görmüştük. Ama işte kendisine dair beğeniyi hak edilmemiş buluşunu da görmüştük. İşte bu konunun sonu şöyle bağlandı: Haydn-Mozart kıyasından, Mozart’la ilgili yaşadığı sorunlardan birden kendisine geçti. Bütün o tuhaf mizacına karşın serinkanlı tabiatlı olduğunu, yaptığı iş hakkında nesnel bir bakış geliştirebildiğini söyledi. Sinir sistemiyle ya da işitme yetisiyle ilgili bir sorundan ötürü artık notaları doğru algılayıp üretememek gibi bir felâketle karşı karşıya kaldığından, duyuşunun akortunun bozulduğundan, artık piyano çalmaktan korktuğundan, bu yüzden emekliye ayrılmış olduğundan bahsetti. Bu esnada bir Chopin etüdünü çalmaya çalışıp doğru dürüst çalamıyor, kendi deyimiyle “büsbütün başka bir şeye dönüştürüyordu”. Yönetmen incelik edip bu görüntünün görüntüsünü ekrana vermedi, piyano çalan bir fotoğrafının üzerine sesi düşürdü sadece. Ardından da birkaç sene öncesine ait bir resital kaydından aynı etüdü izlettirdi. Kendisinin beğendiği, fakat eleştirmenlerin beğenmediği bir performansmış o resitaldeki. Bence gayet güzeldi.

Filmin en sonuna denk gelen dakikalarda mutsuzluğu iyice yüzünden okunuyordu. Devam etti: Rahatsız olduğu bir çok şey varmış. Müzikten değil, genel olarak hayattan rahatsızmış. Dikkat dağıtan şeylerden, yüzeysel şeylerden. Bunları söylerken önce çok hafifçe gülüyordu, sonra yavaş yavaş bu istihzalı gülüşü kayboldu. Filmin en son repliği olarak defterinden her şeyin gelip dayandığı mevzuu okudu: “‘Kendimi sevmiyorum.’ Evet, bu.

Burada bence "Her ağacın kurdu özünden olur" gibi bir olay var. Belli ki, ömrü boyunca sanatını sürekli en tepeye doğru itecek, etrafında dolanıp duran envai çeşit bulşite bulaştırmadan saf haliyle koruyabilmesini sağlayacak şekilde "muayyen bir hadde" tutmayı başardığı bu temel özelliği, elinde olmayan nedenlerle sanatını yitirmesini takiben Richter'i içinden çıkamadığı bir depresyona itmiş. Bileği taşı en nihayet sivrilttiği kılıcı kırıp işe yaramaz hale getirmiş.  

--
Bruno Monsaingeon, internet sitesine, "Filmin çekimlerinin en sonunda" notuyla beraber Richter'le bir fotoğraflarını koymuş. Bu, her şeyin gelip dayandığı mevzuu defterinden okuduğu ana değil, filmde onun hemen peşinde gördüğümüz ve Richter'in çökmüş halde eliyle yüzünü kapadığı ana ait bir görüntü (kıyafet farkından anlaşılabilir). Herhalde kendisini teselli etmek için yanına gelen Monsaingeon'a çok değişik bir şekilde; bendeki aksini, bakınca "görüp işittiklerimi" dile getirmeye çalışıp da sakatlamaya içimin elvermediği çok değişik bir ifadeyle bakıyor:




--
Bir not: Yazıyı tamamladıktan sonra internette biraz daha dolandığımda Monsaingeon'u bu filmin genelinde, bilhassa da bahsettiğim şekildeki finalinde Richter'i doğru şekilde yansıtmamakla suçlayanlar olduğunu gördüm. Örneğin "Kendimi sevmiyorum" şeklindeki yargının aslında genel bir yargı olmayıp tek bir konserden, özel bir durumdan bahsediyor olabileceğini söyleyenler var. Yine başkaları da, Richter'i tanımış olanlar içinde, filmdeki Richter ile kendi bildikleri Richter'in epey farklı olduğunu söyleyenler olduğunu kaydetmiş. Buna göre Monsaingeon haksızlık ederek asıl Richter'e böyle memnuniyetsiz, tuhaf, eksantrik, depresif bir kılık giydirmiş, yani yukarıda ifade ettiğim parametrelere uyarlayacak olursak, insafsızcasına hikayeye katık etmiş. Hangisi doğru? Bilemiyorum doğal olarak. Belki de filmde gösterileni sanatını yitirmiş, ömrünün son yılı içindeki bir adamın geriye dönüp bütün hayatını o andaki özel umutsuzluk hissi penceresinden bakarak anlatması şeklinde değerlendirmek gerekir. Öbür türlüsü, üstelik bu kadar da filmde hikaye yok diye sevinmişken, aslında hikayelerin en sinsisinin iş başında olduğunu öğrenmek gibi bir şey oluyor. Bu seçenek doğruysa bu yazıyı da aksi yöndeki bütün çabalara karşın her seferinde su yüzüne çıkan hikâyelere kanma inadının diğer bir nişanesi olarak değerlendirebiliriz.

07 Ocak 2013

Roboskililerin edebiyata intikalleri


Bazı konuların içinden çıkılamıyor. İnsan bir şeyden rahatsız oluyor, onu didikledikçe rahatsızlığının haklılığını tespit ediyor, bir düşünce atılımı yapmayı becerebiliyorsa o şeyi aşıyor, arkasında bırakıyor, yok bunu beceremiyorsa da oturduğu dalı kestiğiyle, “kendi kendini ayağından vurduğuyla” öylece kalıyor. Siyasal içerikli metinlerde dolaylama, dolaylı anlatım dediğim şey de benim için böyle bir konu.
Ümit Kıvanç’ın Roboski katliamıyla ilgili belgeselini izliyorum. Öldürülen çocuklardan birinin annesi konuşmakta. Konuşmasının bir yerinde, çocuğunun kaçaktan mazot getirmek için kullandığı bidonların hâlâ evde, gözünün önünde olduğundan bahsediyor. Anlattıklarını dinlerken birden kendimi düşünür halde yakalıyorum: her gün o bidonlarla karşı karşıya gelen kadının hikâyesinde bir hikâye çekirdeği görür gibi oluyorum. Bir plot ya da; bir dramatik çatı. Bu çatının altında bidonların hâli, ağzına geleni anlatan kadının konuşmasında olduğu gibi değil. Belirli bir merdivenin belirli bir basamağı olarak sağdan giriyorlar. Her şey hesaplı, yerli yerine dizili. Bir iş görüp, bir şeyi bir yerden bir yere getirip sonra soldan çıkacaklar. Kreşendo! En sonunda bu bidonlarla hesabını görüyor kadın, filan. Tabii kendimi böyle şeyler düşünür bulmak beni çok rahatsız ediyor; yapmamam gereken bir şey yapmış, kadına saygısızlık etmiş gibi hissediyorum. O bana ne anlatıyor, ben ne yapıyorum!
Sonra aklıma geçen sene, katliamdan bir süre sonra, bianet’te, her güne öldürülenlerden birinin hikâyesi denk gelecek şekilde yayınlanan ve katliamın yıldönümünde de toplu halde tekrar hatırlatılan ve yaratıcılarının “Roboskiye Adalet Platformu” adlı kolektif bir gizli özne olduğunu bildiğimiz “Roboski mektupları” geldi. Her mektup önce “konu edindiği” kişinin hikâyesini onun ağzından anlatıyor (“Ben Servet Encü’yüm” gibi); kişiye özgü içerik bitince de, diğer mektuplarda da tekrarlanan bir adalet çağrısıyla sonlanıyor. (Mektupların adalet çağrısı kısmı alışılmış “aydınlar dilekçesi” örneklerini hatırlatıyor. Talep beyanı, dolaylı olarak itham, otoriteye hitap, aynı zamanda da kitleye hitap, evrensel bir ses, dolaylama, vs.: “Belki kızacaksınız ama bir çift sözüm var; | Eğer beni öldüren bombalar adalet'i de öldürmediyse, | Adalet talep ediyorum... | Herkesin hakkı değil mi adalet? | Yoksa | O kocaman, pahalı bombalarını beni öldürmekte harcadığı için devletten özür dilemeli, | Hedefi şaşırmayıp beni öldürdüğü için Genelkurmay'a teşekkür mü etmeliyim!?”) Kişilerle ilgili anlatılan biyografik ayrıntılar hakiki; pek çoğunu ilgili kişilerin yakınlarının belgeselde anlattıklarından teyit etmek mümkün. Ancak belki de bu hakikatler mektuptan mektuba, mektup yazarının üslubuna, “konu edinilen” kişiye göre değişen (örneğin yaşı küçük köylüler tabiatıyla daha çocuksu, daha naif bir şekilde konuşturuluyor) kurgusal içeriklere batırıldığı, estetize edilerek aktarıldığı için; her mektubun sonunda küçük bir de hatırlatma bulunuyor: “Hikayeler bombardımanda katledilen köylülerin gerçek bilgileri kullanılarak yazılmıştır...” (Kullanılarak’ı fesatlığımdan ben italikledim.)
Bu mektuplar, silkindirip kendine getirttirerekten bilinçlendirme maksatlı metinlerin ezici çoğunluğu gibi bana iç sıkıntısı veriyor. Canımı sıkan şey, okurken, yanıtını bulamadığım şöyle şöyle soruların ortaya çıkması: Neden bu yaşantılar hikâye edilir? Neden doğrudan doğruya ifade edilmez, aktarılmaz da hep bir dolaylı hale koyulur? Okuduklarımız neden doğrudan doğruya aklımızın düşünen, tefekkür eden kısmına atabileceğimiz, orada bir çeşit işlemlere sokup çıkaracağımız hammaddeler şekilde sunulmazlar da; önce illâ bir estetik hisler/hazlar diyarına uğratılır, öncelikle (bazen de sadece) gönül tellerimizi titretecekleri edebi bir kılığa büründürülürler? (Böyle bir ayrım varsa tabii!) “Vurgun yemiş bir dalgıç gibi kalakaldım karanlık denizinde, ölümün kıyısına uzandım, usulca... ‘Otuz dördümüzün’ kanı döküldü, ‘otuz dört’ can ırmağı olduk, karıştık toprağa... Güller geceleyin açar diyordu annem, kan çiçekleri gibi al al olduk hepimiz...” Neden vurgun yemiş dalgıçlar, neden karanlık denizleri, neden ölümün kıyılarına uzanmalar, neden gece açan güller? Bütün bunların Roboski’ye adalet ile nasıl bir ilgisi, bu konuda nasıl bir geçerliliği var? Kamuoyuna sunulmanın yanı sıra “Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Adalet bakanlığı ve İçişleri Bakanlığına faks ve mail yoluyla gönderil[en]” bu mektuplarda doğrudan doğruya sadede gelmek yerine söz bu şekilde tatlı tatlı çevrildiğinde fazladan nasıl bir etki yaratıldığı düşünülüyor? İşte bunları anlayamıyorum.
Burada oyuncularla ilgili rahatsızlığım da nüksediyor tabii. Dalgıççı karanlıkdenizci geceaçangülcü ile hayatını hikâye ettiği kaçakçı arasındaki ilişki sıkıntılı geliyor. Güç bu iki özneye o kadar asimetrik şekilde dağılmış ki iki özneden söz edebilmek dahi mümkün değil. Hikâyeci de alanlar, daireler arasında serbestçe dolaşıyor. Gidiyor biraz dinleyerek kaçakçının esrarına vakıf oluyor; ve hemen onu hikâyematiğinden geçirerek, hikâyeleşmemiş halinin eksikliklerinden arındırarak ifade ediyor. Kimi biyografik ayrıntıların belgeselde gördüğümüz kopuk, yanlışça dizili, anlatım bozukluklarıyla malûl hali ile bu mektuplarda gördüğümüz parıltılı hali arasındaki fark, bu hikâyematiğin hüneri işte. (Yeri gelmişken, hikâyecinin gidip adamın hayatının esrarını çekmesi olayının Roboski olayı özelindeki etkilerine değinen şu yazıyı da dikkatinize sunarım.) 
Üstelik bana kalırsa, bu ilişki oyuncu ile oynadığı hamal arasındaki ilişkiden daha da sıkıntılı. Çünkü bu sefer işin içindeki siyasal boyut çok daha acil, çok daha gerekli, çok daha somut, çok daha doğrudan, çok daha belirgin. Oyuncunun yapması gerekenlerden daha aciliyetli "yapılması gerekenler" söz konusu. Bu mektuplar yalnızca edebiyat dairesinin içinde kalan bir şeyler olsaydı, çok sorun olmazdı (tiyatronun kimi kısımları daha bir bu daire içinde). Anlatırdı hikâyesini, dinlerdik. Fakat Roboski olayı edebi bir soyutlama veya bir kurgu değil. Gerçek ölüler, gerçek acılar. Hakkında bir şeyler yapılması gereken, o kusturan tabirle “üzerinden siyaset” yapılması gereken bir olay. Edebiyatı bilemediğim kimi gerekçelerle, kimi iddialarla siyaset deplasmanında sahaya sürüyorsunuz. Bu nedenle aklıma gelen şu şeyi de yazacak gibi oluyorum: ‘Olayın genel vaziyet şeklinde’ bir tür “kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik” havası var.
Hikâyeci ile ilgili bir hususu not etmeden geçemeyeceğim. Roboskiye Adalet Platformu’nun kolektif bir özne olması; bizim bu ekibin kimlerden müteşekkil olduğunu bilmememiz bir bakıma yeni bir şey. Özneyi geçmişte gördüğümüz yazar, entelektüel, düşünce üstadı, kutup yıldızı feylesof tiplemelerinin egoizminden kurtaran bir şey. Aynı mektupları bir de altlarında imzalarıyla, o imzaların getireceği envai çeşit anlamla birlikte de sunabilirlerdi. Bunu yapmamaları entelektüeller sosyolojisi bakımından dikkat çekici, “yeni davranışlar” kafilesinden bir tür davranış. Gelgelelim bu ne kadar düşünülmüş, ne şekilde düşünülmüş, Platform içinde ne şekillerde anlamlandırılan bir şey bilemiyoruz. Ayrıca esas tartışmamız bakımından çok kayda değer farklılıklar yaratan bir davranış da değil bu maalesef.    
Belgesel görüntülerinin dolaysız olduğunu söyleyecek değilim; orada da asgari de olsa bir kurgunun, bir çatının bulunduğunun farkındayım; fakat konuşanların kendilerini anlatması ve ezici kısmında da edebiyat şehvetinden edebileştirme hevesinden pek eser olmaması benim üzerimde çok daha etkili oldu. Ben belgeseli mektuplardan daha önemli gördüm, daha değerli buldum.
Sonuç olarak, kendisinden aşağıda birinin edebiyatını yapmayı, kendi başına bile allahlık bir durum olan kendi kendinin edebiyatını yapmaktan daha aşağıda görüyorum galiba. Şöyle uzaktan alakalı bir alıntı ile bitirelim, Turgut Özben diyor ki:
Evet! Diyorum ki; meselelerimizi çözmek için edebi değil teknik bir üslup seçersek, kendimize verdiğimiz serbestliği iyi kullanmış oluruz ve demokrasi gibi bunu da kendimize benzetmeyiz. Teknik bir üslup seçmeliyiz; çünkü bizler teknisyeniz. Duygularını ifade edebilmek için bakkal, bakkal gibi, bahçıvan da bahçıvan gibi düşünebilseler; kendilerine yakışacak bir ifade coşkunluğuna kavuşacak zamanı bulabilselerdi; bütün şehir, gereksiz edebiyattan temizlenmiş olurdu. Yazık ki her zaman birinci sınıf bir bakkal, dördüncü sınıf bir edebiyatçının üslubuna özendiği için, onu kullanmak zorunda kaldığı için, edebiyatçılar tarafından edebi bakımdan hor görülmektedir. Biz, yani bu dünyanın iki sahibi sen ve ben, bu oyuna gelmeyecek kadar yeterliyiz. Birinci sınıf matematikçi olma yolunda bulunan bu iki müstesna genç, lisede matematikten belge almış bir edebiyatçının hakimiyetine boyun eğemez. Napolyon gibi gururla söyleyebiliriz: 'Bizim asaletimiz, bizimle başlar.' Anlaşılmamak korkusuna gelince: bir edebiyatçının meseleleri de -günlük yaşantının nakledilmesi dışında- halk için, bir matematikçinin denklemleri kadar, belki daha da soyut kalır.

04 Aralık 2012

Vicdanlara sesleniyorum

Artık uzak geçmişin unsurlarından biri haline gelen (hiç iki hafta önce insanlığın ucundan zor bela dönmüş gibi durmuyoruz!) açlık grevleriyle ilgili fikri takip gibi bir şey olsun. 17 Kasım'da Abdullah Öcalan ile görüşen kardeşi Osman Öcalan, İmralı'dan grevin sona erdirilmesi çağrısıyla döndü ve 18 Kasım'da da grev bitirildi. İlk başlayanlar eylemlerinin 68. gündelerdi. Çok malumu ilam olmayacaksa bana göre eylemin bitiş şekli bile açlık grevinin "eylemlerden bir eylem" olduğunu, "fiiller içinde bir fiil" olduğunu, yani açlık grevi süresince istisnai bir durum içinde bulunduğumuzdan dem vuranların haksız olduğunu ispatlıyor. Siyasi alanın geçer akçesi güç (iktidar). Eylemler iktidar sarfiyatı. Sonunda bir özneden bir özneye bir iktidar akışı oluyor. Dolayısıyla ben bütün bu resim içinde hangi sebeple olursa olsun açlık grevi karşısında hiçbir şey yapmamayı, Sırrı Süreyya Önder'in deyimiyle "insani bir tını" çıkarmamayı da hamlelerden bir hamle görüyor, olağan karşılıyorum.

Neyse, esas numara aşağıda. BDP Şanlıurfa milletvekili İbrahim Binici'nin açlık grevleri sürüyorken mecliste bir vesileyle yaptığı konuşma. Ben bu konuşmadan tesadüfen haberdar oldum. Hatip Dicle'nin yerine milletvekili yaptırttırtırılan AKP Diyarbakır milletvekili Oya Eronat'ın aynı oturumda yaptığı bir konuşma dikkatimi çekmişti. ("Ben size bunların açlık grevini anlatayım. Günde 20 çay içiyorlar. Üç şekerden [??!] altmış şeker yapar. Bir küp şeker yirmi beş kalori olduğuna göre... Bunlar zaten günlük kalorisini oradan alıyor..." filan gibi efsane bir yorumla Diyarbakır'da açlık grevine destek için eylem yapan/veya temsili açlık grevine giren kişilerin/veya BDP milletvekillerinin foyasını meydana çıkarıyordu.) O konuşmaya bakarken Sayın Binici'nin efsane konuşmasını da gördüm. Yanılmıyorsam faili meçhul cinayetleri araştırma komisyonu kurulması gibi bir konuyla ilgili bir önerge için olacak, BDP grubunu temsilen söz almış ama kürsüyü bulmuşken açlık grevlerine ve seçim bölgesinin sorunlarına değinmeden edememiş. Gönülleri titreten mahir köşe yazarlarımızın dolambaçlı-sanatlı-ağdalı-duyarlı yazıları kadar etkili değil ama tam bir vicdanlara sesleniş, tam bir vicdan manifestosu. Okuduğumda mideme sıkı bir yumruk yemiş gibi oldum. Bu eşsiz belge, bu çığlık tutanak arşivinin tozlu raflarında yitip gitmesin; hayatiyetini muhafaza etsin, yolumuzu aydınlatsın, eylemliliklerimizde baş köşede ağırlansın istedim. Bir de, tutanakların yazıya geçirilmiş hali standart yazı dili olduğundan gerekli etkiyi yaratmıyor; bazı yerlerde meram anlaşılsın, mesaj vurgulansın diye yazıya bazı şekilsel müdahalelerde bulundum. Ama niyet insanidir, vicdanidir. İşte o efsane konuşma:

İBRAHİM BİNİCİ (Şanlıurfa) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Cumhuriyet Halk Partisinin önergesi üzerine söz almış bulunuyorum, Meclisimizi saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlar, bugün tam altmış beş gündür ve vicdanlar hâlen suskun. Belki hepimizin seçim bölgesinde seçilmiş insanlarımız aileleriyle beraber açlık grevindeler. Ama nedense bugüne kadar gerek AKP Hükûmeti gerek Başbakan gerekse Sayın Adalet Bakanından gerçekten iç açıcı, ölümleri durdurabilecek, vicdanlarımızı rahatlatabilecek bir açıklamayla karşılaşmadık. Umuyorum ve diliyorum, elimizi vicdanımıza atalım, 64 kişi altmış beş gündür ölüm döşeğinde bekliyor. Bunun akabinde 713 kişi de arkasında devam ediyor. Bunun akabinde Türkiye cezaevlerinde on binlerle ifade edilebilecek yine tutuklular bedenlerini açlık grevine yatırmışlardır. Biliyorsunuz vicdanen rahatsızız. Vicdanımız sızlıyor. BDP Grubundan Sayın eş başkanlarımız DTK Eş Başkanı 10 milletvekilimiz Diyarbakır'da yine bedenlerini açlık grevine yatırdılar. Sayın Leyla Zana da bugün vicdanlara seslenmek için aynı yöntemle Meclisteki odasında açlık grevine yatmış durumda. Biz sadece insanlık istiyoruz. Biz sadece vicdanların körelmemesi için vicdanlara seslenmek istiyoruz. Bugün altmış beş gününde insanlar bedenini ölüme yatırmışken vicdanen nasıl evimize gidip yemek yiyebiliyoruz? Her gece Türkiye'de Edirne'den Kars'a kadar her köşesinde insanların vicdanlarına seslenmek istiyorum: Yeter artık diyorum, ölümleri görmek istemiyoruz. Şayet, yarın öbür gün o cezaevlerinde insanlarımız tabutla çıkarsa bunun cevabı olabilecek misiniz? Bunu vicdanlarınızda kabul edebilecek misiniz? Eminim ki hiçbir insanımız bunu kabul etmez. Onun için duyarlı kamuoyuna, vicdanlara tekrar sesleniyorum.
Değerli arkadaşlar, 12 kasım günü Ceylanpınar ilçemize gittim. Ceylanpınar ilçemizde gerçekten… Türkiye kamuoyuna buradan seslenmek istiyorum: Memurlar rapor alarak bölgeyi terk ettiler. Bunu Hükûmet kanadındaki bakanlıklar çok rahat tespit eder. Esnaflar dükkânlarını kapatmış evinde, hâli vakti iyi olan, ekonomik durumu iyi olanlar şehri terk etmişler ama nedense bu durumda bile Türkiye kamuoyu sessiz bekliyor.
Hani derler ya "Kurt puslu havayı sever." işte orada tam bir puslu hava mevcut. Her türlü faili meçhul cinayetlere açık bir yerdir. Sınır hattına gittiğimizde kimin gittiği kimin geldiği belli olmuyor. Elini kolunu sallayarak, sözüm ona, özgür Suriye Ordusu mensupları gerek oradan gerek buradan gidiyorlar. Sözüm ona, bitişik ilçede yaşayan insanlar sabahtan geliyor Ceylanpınar'a akşam dönüyor. Neden bu sorumsuzluk? Soruyoruz: Yarın öbür gün, faili meçhul cinayetler gelişirse ne yapabileceksiniz? Vicdanlara sesleniyorum: Ceylanpınar insanı yedi gündür evinde hapsedilmiş, çarşıya çıkamıyor, gezemiyor. Biz, bir günde sadece bir günde üç tane kazan bombası atan uçakları bizzat net gözlerimizle seyrettik. Sınırın sıfır kilometresinde, Suriye'ye ait bir yerleşkede ve orada da çoğunluğu Kürt nüfusu olan insanlarımızın başlarına bomba yağdırılıyor. Bir küçük çocuk geldi, o çocuğun üstünde kan izi vardı. Sınırdan kaçmış gelmişti. Yaşı henüz yediydi. Sorduk: "Ne oldu?", "Annemi, babamı ve ağabeyimi uçak öldürdü..." Üstünde hâlen ıslak kan mevcuttu. Buna -"dur" demek için- yine, mevcut koşullarda, AKP Hükûmetinin dış politikasındaki yanlışlığı sebebiyet vermiştir. Hani ya sıfır sorunlu, yani komşularla sıfır sorunlu bir ülkeydik. Sıfır sorun nerede kaldı? Suriye'yle düşman olduk. Irak'la düşman olduk. İran'la düşman olduk. Yunanistan'la düşman olduk. Bulgaristan'la düşman olduk. Böyle bir dış politikayla bu ülke yönetilemez.
Tekrar vicdanlara seslenmek istiyorum; bir an önce Ceylanpınar'daki duruma… O vahim duruma şahit olduğum için gerçekten şu anda bile kemiklerim sızlıyor. Kapıyı kapatıp, sabahtan akşama ekmek almaya gidemeyen o insanlarımız gerçekten bir dram yaşıyorlar. İşte bu, AKP'nin dış siyasetinin sorunudur.
Değerli arkadaşlar, faili meçhul cinayetlerle, yani geçmişimizle yüzleşmemiz şart. Bizim bu konuda da grup olarak önerilerimiz var, önergelerimiz var ama maalesef, altı senedir Parlamentodayım ve altı senedir bir tek önerimiz, önergemiz dikkate alınmadı mevcut AKP'nin çoğunluğu sayesinde.
Kürt sorunu vardır bu ülkede. Kürt sorunu, kimliğiyle vardır, diliyle vardır. Kürt sorununu inkâr edemezsiniz. Otuz yıldır inkâr ettiniz, nereye vardınız? Kürt sorununu kabul edeceksiniz. Biz de özgür, birlikte, eşit yaşamayı esas alan Demokratik Özerklik Projesi'ni esas alan demokratik özerklik projesini esas almışız bundan vazgeçen de namerttir, bunu böyle bilin. Biz ilkelerimizle varız. Doğrusu Türkiye halklarının kardeşçe yaşaması için önerilerimizin dikkate alınmasını saygıyla arz ediyorum teşekkür ediyorum. (BDP sıralarında alkışlar)
BAŞKAN - Sayın Binici teşekkür ederim.
Kıssadan hisse, bazen insan çok yabancılaşıyor. Bir de vicdanlara seslenenlere tavsiyem; bu seslenişte en çok etkiyi çaktırmama, vicdanlara seslendiğinizi doğrudan söylememe yoluyla elde edersiniz. Ona dikkat edelim lütfen. Teşekkürler.

16 Kasım 2012

Açlık grevi

Hani envai çeşit insan, bu konuyla ilgili fikir belirtirken “bu onayladığım bir yöntem değil ama” diye cümleye başladıktan sonra açlık grevcilerine olan desteğini ifade ediyor ya; işte ben bu insanların onaylamadıkları bir şeyi onaylamak için neden bu kadar istekli olduğunu anlayamıyor, formülün “bu onayladığım bir yöntem değil” kısmından ileriye geçemiyorum. Hatta dahası, “Kendi payıma, talep olunan şeylerle ilgili kategorik bir sıkıntı yaşamıyorum ama bu taleplerin ucuna insanların hayatlarını iliştirmiş olması, bu taleplerin karşılanmaması halinde birilerinin ölümüyle sonuçlanacak olması bana ters geliyor” filan gibi bir şey diyesim geliyor. Bunun öncelikle kişisel bir nedeni var: bir kişi neyi hayatı pahasına isteyebilir, hangi talebin bedeli talibin hayatı olabilir, türü sorulara bir cevap veremiyorum. Ne bir dil, ne de hele bir liderin vaziyeti bu terazinin iki kefesini denkleştirmeye yetecek ağırlıkta bence. Ama bu, dediğim gibi, kişisel bir yaklaşım. Başkaları böyle görmek zorunda değil, dünya mutlaksız kaypak rölativistlerden oluşmuyor. (Bununla birlikte, benden, şahsımdan herhangi bir tavır almam, herhangi bir davranışta bulunmam beklenseydi herhalde bu görüşüm uyarınca davranırdım.) Bir kişi talepleri için böyle bir irade sergileyecekse sergiler. Fakat açlık grevi bana sırf kişisel eğilimlerime ters geldiği için ters gelmiyor. Bana göre bir tarafa taleplerini, bir tarafa da hayatını koyup teraziyi başkalarına teslim etme eylemi, iletişimi ve siyaseti bitiren bir eylem; bu bakımdan tehlikeli buluyorum. Kamuoyunda işin bu kısmı “şantaj” terimi etrafında dönen tartışma tarafından yutulup soğuruluyor. Bu bir şantaj mı? Bilmiyorum. Ama çok liberal-demokratik-ılımlı görünmeyecekse şöyle bir resim tasvir etmek isterim: Bir iletişim alanı var, bu alanda bir şeylere karar verilecek, kişilerden biri aniden iletişim alanının dışına çıkıyor, kendisini muhatabından gelecek sözlere kapatarak dışarıdan tek bir söz gönderiyor ve bu sözünün onun istediği gibi alınıp alınmayacağına göre bu kişi ölecek ya da yaşayacak. Ya da bir iletişim alanı yok, alanın kurulması ve işlemesi için böyle bir başlangıç deneniyor. Hiçbir talep tamamen karşılanmaz, hiçbir söz aynen alınmaz, sen talep karşılayıcılardan olsan sen de öyle yapacaksın, bu alan bir at pazarıdır, kim kime, dum duma; at izi, it izi; gücü yeten gücünü yetirdiğine kemendi atar, bu böyledir, diyemiyoruz ona; soru tek, şık iki tane, ya yaşayacak ya ölecek. Ne taraflarından biri olmak (ve aslında) ne de karşımda görmek isteyeceğim bir tartım bu. Bir adım ötesine gidip açlık grevcisine bir de fatura kestiğim, kimsenin böyle bir iletişim tarzını getirip kendi halinde duran insanın önüne bırakma, onu afallatma hakkına sahip olmadığını düşündüğüm de oluyor ama görüşüm budur diye bunu yazamayacağım şu anda. Çünkü bu afallatmayı zaten açlık grevcisi yapmıyor büyük ölçüde. Onun dıdısının dıdısının goygoycusunun çeribaşısı yapıyor.

Gördüğüm bazı metinlerde sözün bittiği yer, bütün çarelerin tükendiği an, geriye kalan son enstrüman laflarıdır dönüyor. Buna göre, bahsettiğimiz alanın dışına çıkma, oradan buyurma anının hemen öncesinde bulunan sözün bittiği yer durağında, artık geriye bir tek bu çare kalmış. Çok büyük bir ihtimalle ben daha iradesiz çıkar, öyle bir yere bu insanların tamamından çok daha önce ulaşırdım; amma şu gün şu durumda, bana, bir ilke olacaksa, bu ilke öyle bir yerin olmadığını, sözün hiçbir zaman bitmediğini, bitemeyeceğini kabul etmek olmalı gibi geliyor. Bunu kendi kendime tekrarlaya tekrarlaya dilimde tüy bitti; buraya bir vesileyle de bu düşüncemi not düşmüştüm diye hatırlıyorum: Sözün dışı yok, söz dışında bir mecra, bir araç yok. (Çünkü ayrı bir kulvarda da beden üzerine, bedenin açlık grevine girilerek kullanılması üzerine de beyin fırtınaları kopup duruyor; ama hiçbiriniz sandığınız kadar dolaysız değilsiniz. Hatta açlık grevcisi öyle olmasa bile siz tamamen sözden ibaretsiniz.) Yanı başımda en yalın haliyle bir beden ölmüyor, çıplak gerçek bu filan değil. Yanı başımda “kendi gündemim” haline getirmeye çalıştığım somut bir şeyler var; bir de, sözler uçuşuyor. Kendimi öldürüyorum sözü, kendini öldürüyor sözü, hayır öldürmüyor sözü, bırak öldürsün sözü, hayır öldürmesin sözü, elbette BEN de öldürmesin diyenlerdenim sözü, vesaire. Söz olunca, açlık grevi eyleminin farkı, alameti farikası da bulanıp gidiyor. Eylemlerden bir eylem, sözlerden bir söz. Açlık grevi benim için dolaysız, doğrudan, söz ile ilgili alavere dalaverelerden ötede duran, benimle çok başka bir frekanstan bağlantı kuran bir şey değil. “Yani tamam ama bu da açlık grevi artık!” gibi bir şey değil. Ben ne açlık grevi yapanım, ne de kendisi ile iletişim kesilerek açlık grevi başlatılan ya da açlık grevi ile kendisiyle iletişim kurmaya çalışılan muhatap. Ben, hakkında şu da bu söz için harekete geçsin de, o muhataba dünya dar olsun denilen kişi oluyorum. Açlık grevini de bir haber, bir tvit, bir manşet, bir öfkeli j’accuse’lü yazı gibi bir şey olarak tecrübe ediyorum. Yani yine bir söz ile.

[[Yani, açlık grevcisi geriye tek enstrümanı bedeni kalmış bir kişi değil. Hadi madem bu parantezin içine hapsedip geçeyim: bütün bu hikâyenin, bütün bu eylemin, söze dayalı olmak; aktarılan, taşınan, yayılan söze dayalı olmak; yani direksiyonu medyaya bırakmış, kendisini medyanın insafına terk etmiş olmak; bedenin ve bedeni öldürmeye karar veren iradenin yanı sıra daha bir dolu enstrüman ve irade gerektirmek gibi bir çetrefil yönü var.]]

Lafı açlık grevinden açlık grevi hakkında düşünüp konuşanlara getirmeye çalışmam bu yüzden.

Bu sanıyorum diğer insanlar için de böyle olacaktır; yani diğer insanlar da açlık grevini çıplak gerçeği ile doğrudan değil, sözü-söylemleri ile dolaylı olarak tecrübe edecektir. Burada açlık grevlerine karşı göstermeleri gereken duyarlılığı göstermedikleri için, harekete geçmedikleri için; duyarlılık gösterseler, harekete geçseler ne yapabilecekleri düşünülmeden yüklenilen insanları kastediyorum. J’accuse’cüler bu kişilere kızıyorlar; ölümün doğrudan doğruya kapıda beklediği şu anda dahi, normalde grevcilerle aralarına ayrımlar koyan, farklarını yaratan ve her biri de önünde sonunda sözlerden kaynaklanan envai çeşit ıvır zıvırı bir yana koyamadıkları; "böyle uç bir durumda" insan vicdanının emredeceği yegâne karşılığı bulup veremedikleri için. J’accuse’cü gibi yapsalar, onun gibi olabilseler ya? Ama yapamıyorlar ya da yapmıyorlar ve ithamları hak ediyorlar! Ama j’accuse’cü yanılıyor. Kızdığı insanlar da tabiatıyla açlık grevini sözler olarak tecrübe ediyor, sözlere verdikleri tepkiler ile ele alıp değerlendiriyorlar. Lütfen j’accuse’cü, kimseden, hiçbir zaman sözün ötesine geçip/ıvırı zıvırı bırakıp/kendi olmaktan çıkıp Vicdan'ının sesini dinlemesini ve bu yolla çabucak sizin söylediğinizi kabul etmesini istemeyin. Böyle bir şey hiçbir zaman olmayacak, hiç kimse tarafından pürüzsüz şekilde böyle yapılmayacak. Duyargaları –atıyorum- sadece (veya öncelikle) Silivri zulmü tabir ettiği bir şeye açık olan kişi, 65. değil 650. günde de bu konuda ölü taklidi yapacak; ya da bir AKP'linin konuya yaklaşımı limit vakalarında bile daima bir parçalı bulutlu, bir başka türlü olacak, vesaire. Bu kişilerin İnsaniyetsizliği sonucu olmayacak bu, tam tersine insaniyet hiçbir zaman o beklediğiniz gibi olmadığı için olacak. Siz de öyle değilsiniz zaten. Ne kadar yüce gönüllü olursanız olun, herkesin ölü taklidi yaptığı bir “kainatın en fena zulmü” vardır. Yapacak bir şey yok, böyle bu. Bir yerlerde bizi birleştiren bir damar olduğu yalan çünkü. İnsaniyet de yalan, vicdan da.

Onayladığım bir yöntem değil ama tarzı desteğe ilk takıldığım günler, son yıllarda iyiden iyiye zamanın ruhu haline gelen trollük müessesesine doğru bir sapma da yaşadım. Kendi kendime şu soruyu soruyordum: gerçekten ayırt edilebilir hiçbir aidiyeti, hiçbir kimliği olmayan, bütün etnik, dini, siyasi ayrımların ötesinde insan gibi insan olan jenerik, soyut bir insan (nasıl olacaksa artık öyle biri), sadece ve sadece şu anda Türkiye’de süren açlık grevlerinin sonlandırılması talebiyle, ciddi şekilde, gerçekten açlık grevine başlasa acaba nasıl olurdu? Çağrısına karşılık “Bu adam münasebetsizin biri, biliyoruz, yaptığını onaylamıyoruz, ama sonuçta söz konusu olan insan hayatı, durdurun bu işi” denmezdi herhalde. Ciddiye alınmayacağı aşikâr; fakat böyle biri, şu onayladığım bir şey değil ama artisliğini biraz sarsardı diye düşünüyorum. En azından ortada bütün sözleri, siyasi ayrımları, mevzileri bir kenara atıp sadece ve sadece insaniyet namına Vicdanının ona emrettiğini dile getiren, olaya “önce insan” falan gibisinden evrensel bir ilkeyle yaklaşan hiç kimsenin olmadığını görmüş olurduk.

Toparlayacak olursam, galiba şöyle: açlık grevcilerin açlık grevlerine çıkarkenki taleplerinin içeriklerine kategorik bir itiraz getiremiyorum, bunları tartışmalı-tartışılabilir-konuşulabilir buluyorum ama işte tam da öyle buluyorum, o sulara ait görüyorum; kişinin hayatını mematını ucuna iliştirip muhatabına postalayabileceği mutlaklar olarak görmüyorum. Açlık grevcilerinin yanlış yaptıklarını düşünüyorum. Bu yanlıştan kaçınmak istiyorum. Bu, bize ne yapılması gerektiğine dair ne söylüyor? Hiçbir şey söylemiyor. “Hadi al, gündemin bu, bir karar vereceksin, bir şey yapacaksın, seç bakalım” durumundan şikâyetçiyim zaten, bu şekilde bir bir şeyler yapmak/yapmamak seçimine çekilmek istemiyorum.

Bir de, açlık grevi eyleminin etrafındaki sözlerin çok büyük kısmından başka nedenlerle rahatsızım. Bu sözlerin rahatsız ediciliği, sözün, eylemin merkezine olan uzaklığı arttıkça artıyor. En son bir Facebook paylaşımında “Sizin için ölüyorlar! Sizin yüzünüzden ölüyorlar! Siz böyle duyarsız kaldığınız için ölüyorlar!” gibi bir sarsıp-kendine getirip-duyarlı hale getirme denemesi gördüm. Çok rahatsız ediciydi ama rahatsız edip davaya katılmayı sağlamıyordu. Rahatsız edip uzaklaştırıyordu, görüldüğü üzere.

29 Ekim 2012

Bobby Sands diyor ki



D- Neyse, ne diyecektin bana? Hangi noktadasınız? O müdür çıldırttı mı seni sonunda?
B- Görüştüğünü, pazarlık üstünde olduğunu söylüyor. Laf işte...
D- Ama neden o görüşmeleri yapmak zorunda olduğunuzu biliyorsun.
B- Çünkü artık işe yarar bir propaganda aracı değiliz.
D- Kime göre, liderlere göre mi?
B- Bu işin zamanı geldi. Bir kararın verilmesi gerekliydi.
D- Liderler böyle düşünüyor sence, öyle mi?
B- Bilmem.. Belki de öyledir.
D- Paranoya mı yapıyorsun acaba Bobby?
B- Bak, geçen Ekim'de açlık grevindeki yedi kişi için on bin kişi sokaklara döküldü değil mi?
D- Evet.
B- Uluslararası toplum Brit'lere o kadar baskı yaptı falan filan..
D- Sizin...
B- Papa'nın bile bir diyeceği vardı, müdahil oldu. Dünya alem Maggie Thatcher'ın geri çekilmesine ve bize haklarımızı vermesine uğraştı ve sonunda hiçbir şey olmadı.
D- Evet.
B- Açlık grevi başarısız oldu. Cephede olan bizdik. Protestoyu biz yarattık. Sorumluluk da bizim. Liderler benimle çok açık oldu Don. Dört buçuk sene "yıkanmama" protestosu yaptık; Cumhuriyetçi hareketi iyi kötü gündeme getirdi bu, ama aynı zamanda da bir yerde örgütün daha genel gelişiminden kopup öyle kaldı.
D- Çünkü ihtiyaçlarınız çok belirli ihtiyaçlar.
B- Tabii ki öyleler. Sivil tip kıyafet veya işte bu palyaço kostümünün adı her ne sikimse o, Batı Belfast'ta üç tane çocuk yetiştiren kadının pek umurunda olmasa gerek.
D- Pek değil tabii.
B- Hakikaten Don. Bize kendi kıyafetlerimizi giyeceğimiz vadedildi. Hep alavere dalavere..
D- Yani liderler sizden bıktı mı?
B- İdeal bir dünyada herkes kendi kavgasını kendi verirdi. Ama burada birbirimize göbekten bağlıyız. Burada, içeride hiçbir şey değişmedi, tek bir taş yerinden oynamadı. Siyasi statüye doğru ilerlemenin gerçek bir ihtimali belirmedikçe liderler bizimle oldukları yerde kalırlar. İşin aslı bu. Masada hiçbir şey olmayacak, sen de beni sözünü tutmayan bu yalancı maymunlarla pazarlığa oturtacaksın. Zırvanın allahı bu! Ne o müdür denen artist piçin odasına giderim, ne de oturur o adamla beyinsizce, anlamsızca kör dövüşüne girerim.
D- Adam seni seviyor ama.
B- Allahın kalası. Adam tam bir öküz Don. Ama gel gör ki cezaevi müdürü yapmışlar. Ulan insanlığa hakaret be!
D- Yarabbi! Bu enerji nereden geliyor sana böyle?
B- Küçükken kır koşucusuydum.
D- Tevekkeli değil. Motor takmışsın sanki. Kır koşucusu. Bu seninle ilgili epey bir şeyi açıklıyor Bobby.
B- Nasıl severdim.. İşte bendeki bütün bu kır şeyi de buradan geliyor. Yarabbi.. Finiş çizgisinde beni zorla tutarlardı, yoksa koşmaya devam... Bana şehir dışından gelme sokak köpeği muamelesi yaparlardı. İnekleri korkuturdum filan... Eğlenceliydi aslında.
D- İnekleri mi korkuturdun?
B- Tabii, korkudan gebertirdim. Etinden sütünden faydalanmak ha? O canavarların.. Yarabbi.. Bir dahaki sefere ben kırda doğacağım, kesin. Vahşi hayat, kuşlar. Hepsini seviyorum. Cennet.
D- Evet, biraz rahatlamayı da öğrenirsin belki.
B- Evet. Belki de, nereden bileceksin. Daha önce hiç denemedim. Mart'ın 1'inde açlık grevine başlıyorum. Sen de bu yüzden buradasın. Sana söyleyeceğim şey buydu.
D- Evet, duydum. Ailenin haberi var mı?
B- Onlara da haber uçurdum, evet.
D- Onlarla konuştun mu peki?
B- İki hafta önce görüş vardı, o zaman konuştuk.
D- Sence ne diyecekler bu işe?
B- Sence Don?
D- Bir de ufaklık var şimdi tabii. Neyse, geçen seferkinden farkı ne olacak?
B- Geçen sefer hata ettik. Olay duygusallaştı. Yedi kişi aynı anda başladı. Hepsi zayıfladı ve içlerinden en zayıf olanı bırakmadılar ki ölsün. Biz de böylece Brit'lerin zokasını yemeye müsait hale geldik ve sonra da aynen öyle oldu. Zokayı yedik. Bu sefer açlık grevine girenler ikişer hafta arayla tek tek girecek. Ölenin yerine yenisi başlayacak. Adam sıkıntımız yok. Yetmiş beş kişi sıraya girdi.
D- Tanrı aşkına...
B- Bugün duyurusu yapılıyor.
D- Yani bu protestonun farkı, bu sefer ölümü kabul etmen, öyle mi Bobby?
B- İş o noktaya da gelebilir tabii.
D- Açlık grevine inandığın şeyler adına bir şeyleri protesto etmek için başlarsın. Baştan ölümü kabul ederek başlamazsın öyle değil mi? Yoksa kaçırdığım bir şey mi var?
B- Bu onlara bağlı. Bizim mesajımız açık. Kararlı olduğumuzu görüyorlar.
D- Yani diyorsun ki, birkaç ölüm olacak, belki beş-altı kişi, ama arkada daha yetmiş beş kişi varsınız.
B- Evet. Yani o noktaya kadar gidecek değil tabii.
D- Tamam. Brit'ler yirmiden sonra filan yola gelecek belki. Ama sana ne, değil mi? Sen zaten ölmüş olacaksın. Bu çocukları hangi yola sürdüğün hakkında hiç düşündün mü? Yani, ailelerinin yaşayacağı şeyler bir yana... Britanya Hükümeti ile kafa kafaya dalaşacaksınız. Cumhuriyetçilikten nefret ettikleri açık. Sarsamazsın da adamları. Terörist dedikleri adamların ölümüne seve seve göz yumarlar. Bu sefer ölüm ihtimali de daha yüksek.
B- Biliyorum
D- Üstelik müzakereye bile yanaşmıyorsun; illa onlar teslim olacak, değil mi?
B- Evet.
D- Yani başarısız olmak, insanların ölmesi, ailelerin parçalanması ve Cumhuriyetçi hareketin moralinin düşmesi anlamına gelecek.
B- Hı-hı. En kötü ihtimal bunların hepsinin olması olur; fakat kısa vadede düşünürsen, çok yakın bir tarihte...
D- Bırak yahu!
B- Hayır, kesinlikle! Daha dirençli, daha kararlı yeni bir nesil gelecek.
D- Bana mı anlatıyorsun bunu?
B- Burada bir savaş sürüyor. Anlayabileceğini düşünmüştüm. Yabancı gibi konuşuyorsun.
D- Esas sen benimle yabancıyla konuşur gibi konuşuyorsun. Ben Kuzey İrlanda'yı tanımıyor muyum? Ben de burada yaşıyorum.
B- Öyleyse bizi destekle.
D- İlk açlık grevini destekledim. Çünkü o eylem protesto temelliydi. Peşinen alınmış bir ölüm kararı değildi. Thatcher'ın tamamen teslim olması dışında hiçbir halde müzakereye oturmama inadı filan da yoktu. Saçma sapan işler peşindesiniz Bobby. Yıkıcı bir eylem bu.
B- Burada son dört senede olanlar neydi peki? Vahşet, hakaret... En temel haklarımız elimizden alındı. Artık bunların bitmesi gerek.
D- Konuşmakla biter bunlar.
B- Ne yani? Adamlardan teklif alıp üniformalarını mı giyeceğiz? Son dört yılın anlamı da sıfırdı zaten. Öyle yapabiliriz Don. Veyahut da olduğumuzu iddia ettiğimiz ordu gibi davranabilir ve yoldaşlarımız için kendi canımızdan vazgeçeriz.
D- İçinde ilerlemeye açık, seni tekrar müzakere masasına oturtabilecek en ufak bir zerre bile yok mu?
B- Öyle olmayacak.
D- Peki, boşverelim. Burada senin tek maksadın sadece intihar mı, onu bilmek istiyorum.
B- Yapacağım şeyin ahlaki açıdan hükmünü vermemi, intihar mı-değil mi onu savunmamı mı istiyorsun? Senin baktığın yerden bu bir intihar. Bana göreyse bu bir cinayet. İkimiz arasındaki ufak farklardan biri deyip geçelim. İkimiz de Katoliğiz. Cumhuriyetçiyiz. Ama sen o güzelim Kilrea'nde balık tutarken, Rathcoole'da evimizi yakıp bizi sokağa atıyorlardı.
D- Doğru!
B- Hayatlar ve yaşananlar çok açıdan benzeşir ama farklı noktalara odaklanırız Don. Anlıyor musun?
D- Anlıyorum.
B- Ben inanıyorum. Bütün basitliği ile bu olabilecek en güçlü şeydir.
D- Peki ölümünle neyi ifade etmeye çalışıyorsun? Brit'lerin uzlaşmazlığını mı? Ne ki bu yani; Brit'lerin ne mal olduğunu bütün dünya biliyor.
B- İyi.
D- Hı-hı, iyi. Ve bunun sizinle de bir ilgisi yok. Adamlar zaten yüzyıllardır her şeyin içine sıçıp bırakıyorlar.
B- Nefretini görebiliyorum Don.
D- Dava şehidi olmaya mı çalışıyorsun?
B- Hayır.
D- Emin misin?
B- Evet.
D- Çünkü Wolfe Tone, MacSwiney gibilerini göklere çıkardığını duydum. Hiç öyle adının tarih kitaplarına geçeceğini filan düşündüğünü söyleme.
B- Bu umurumda mı sanıyorsun?
D- Biliyorum, umurunda.
B- Ne diyeyim, yanılmışsın.
D- Kendinize askerler diyorsunuz. Tek amaç özgürlük, filan. Ama sen hayatın kıymetini bilmiyorsun Bobby. Hayatın ne olduğunu artık bilmiyorsun. Bu koşullarda geçmiş dört yılın sonrasında kimse sizden normal davranmanızı da beklemiyor. Size dair normal olan hiçbir şey yok. Şu anda Cumhuriyetçi hareket bir köşeye sıkışıp kaldı. Senin IRA'in, hareketin hemen arkasında, o sıkıştığı yere dönük. Bütün o tarih, bütün o ölen adamlar ve kadınlar. Hâlâ hiçbir şey demiyorsunuz. Gözünüzü kapamışsınız, verebildiğiniz tek cevap her şeyi öldürmek. Bunu durdurmaktan da korkuyorsunuz. Yaşamaktan, sakin sakin konuşmaktan çekiniyorsunuz. Ulster ne işe yarar ki zaten değil mi? Kendini bok etmekten başka... Ve buradaki hâle bak: Cumhuriyetçi hareketin geleceği sizin, gerçeklikle hiçbir bağlantısı kalmamış adamların elinde yatıyor. Kafan yerli yerinde sanıyorsun, değil mi? Burada, günde 24 saat bokun sidiğin içinde kapalısın ve o kadar adamın canına mal olabilecek kararlar alıyorsun. "Bobby Sands'in heykelini dikin." Şaka gibi! Özgürlük savaşçısı ha? O dediğin, dışarıda, toplum içinde çalışan adamlar ve kadınlar. Sen de bir zamanlar öyleydin, değil mi? Twin Brook'ta yaptıkların... İşte sana orada, öyle ihtiyacımız var Bobby ve sen de haklı olduğumu biliyorsun.
B- Ben böylesine inandım. Soruna cevap vermemi mi istiyorsun?
D- Yeniliyorsun Bobby. Onlara kozlar veriyorsun.
B- Strateji böyle işliyor.
D- Durdur onu o zaman. Duracağını söyle yeter.
B- Hiçbir şeyden çakmıyorsun sen.
D- Sen bu çağrıyı yapabilecek durumda değilsin.
B- Çağrı yapıldı bile. Durdurulmayacak.
D- Siktir et o zaman! Hayatın senin için hiçbir anlamı yok belli ki.
B- Tanrı beni cezalandıracak.
D- Eh, intihar yüzünden olmasa bile aptallığından ötürü cezalandırması gerek, evet.
B- Hı-hı. Seni de küstahlığından ötürü cezalandıracak. Çünkü benim hayatım gerçek bir hayat; ilahiyat dersinde okuduğun bir bilmece veya gerçek hayatla bağlantısız bir dini oyun filan değil. Bak, İsa omurgalı bir adamdı; ama havariler var ya, o zamandan bugüne bütün havarileri düşün. Siz laf cambazlığındasınız, anlam çıkmazlarının altından girip üstünden çıkıyorsunuz. Size devrimciler lazım. Hayatın nabzını attırmak, hayata bir yön vermek için size kültürel-siyasal askerler lazım.
D- Bunlar deli saçması. Senin aklın bulanmış.
B- Hı-hı, sen öyle de.
D- Peki o küçük oğlun ne diyecek sana?
B- Siktir!..
D- O da mı umurunda değil?
B- Bana duygularla mı saldıracaksın? Tam bir rahip davranışı.
D- Yüreğin ne diyor Bobby?
B- Beni tamamen anladığını sanmıştım Don.
D- Ne diyor, onu söyle?
B- Hayatım benim için her şey demek. Özgürlüğüm her şey demek. Benimle alay etmek niyetinde olmadığını biliyorum, o yüzden diğer her şeyi bir kalemde geçelim. Bu, şöyle bir durakladığımız anlardan biri. Şu uğrakta inançlarının saflığını koruman lazım. Birleşik İrlanda'nın hakça ve adil olduğuna inanıyorum. Belki senin gibi bir adamın bunu anlaması imkânsız. Fakat kendi hayatıma duyduğum saygı, içimdeki özgürlük arzusu ve inancıma olan inatçı sevdam, kafamda oluşabilecek şüpheleri aşabilmemi gerektiriyor. Hayatımı kuyruğa eklemek yapabileceğim tek şey filan değil Don. Bu, yapılması doğru olan şey.
D- Beni de bu yüzden mi buraya çağırdın? Fikirlerin için bir deneme sürüşü ha? Kendinden yüzde yüz emin değilsin. Şüphelerin var belki?
B- Evet. Eh, ben de insanım.
D- Benden sonra kafan netleşti o zaman?
B- Sen yol gösterici bir adamsın Don, "ruh işi"ndesin. Hiç Gweedore'a gittin mi? Donegal'da?
D- Gittim.
B- Ben oraya 12 yaşımdayken gitmiştim. Çocuklar arası büyük bir kır koşusu vardı. Bir sabah bizi topladılar, bir minibüsün arkasında Derry'ye doğru yol alıyorduk. Nasıl büyük bir olay anlatamam. Bize göre uluslararası atletizm müsabakası gibi bir şeydi, çünkü Güney'deki çocuklarla yarışacaktık ve Belfast'ı temsil etme övüncü gibi bir şeyimiz vardı biraz. Birkaç tane Protestan vardı, geri kalanlar hep Katoliktik. İşte, topluluklararası bir şeydi. Güneydeki iyi kalpli beyler bayanlar böyle bir iyilik düşünmüştü. "Hadi şu Belfast'taki ufaklıkları da çağıralım" ve hep o tepeden bakma boku işte. Neyse. Sınırı geçtik. Çocuklar şarkılar, türküler filan... Ben otobüsün arkasındayım, camdan bakıyorum. Dağlardan geçiyoruz. Errigal Dağı'nı biliyor musun? Manzarası çok güzel. Herhalde Donegal, İrlanda'nın en güzel yeri olsa gerek.
D- Hı-hı
B- Neyse. Gweedore'a vardık. Ama ne yer.. 200 kadar çocuk vardı. Hazırlanıyorlar, ufak ufak ısınıyorlar filan. Koşuyu Hıristiyan Kardeşler düzenliyor ve çocukların kulağına ufak fiskeler atıyorlar, yani düzeni sağlamaya çalışıyorlar. Biz takımca hafif tempoda küçük bir koşuya çıktık, bacaklarımızı açmak için. Arpa tarlalarıyla çevriliyiz. Bir vadiye indim; ufak bir akarsu var, suyun içinde ağaçlar filan. Suya inmek, ağaçlıklara girmek yasak, eh, biz Belfast çocukları da hemen şöyle bir gidip bakıyoruz tabii, değil mi? Suyla ağaçlar bize Amazon gibiydi. Cork'lu gençlerle karşı karşıya geldikçe... Aksanımıza takılıyorlar. Çocuklar neredeyse konuşamıyor, dediklerini anlayamıyoruz. İşte anlıyorsun ya, bize efendilik taslıyorlar. Tepeden bakıyorlar, hissedebiliyorum. Koşuyoruz... İşte aklımıza akarsuya inip balık arama fikri geldi birden. İndik akarsuya, akıntıyı izliyoruz, su bir karış... Bir tane gümüşbalığı var, başka pek bir şey yok. derken çocuklardan biri bizi az aşağıya çağırdı. Suda ufak bir tay yatıyor... Dört beş günlük. Gri renkli, bir deri bir kemik. Üstünde de parça parça kan lekeleri var; taşlara çarpıp her tarafını kesmiş. Başında dikiliyorduk ve arka ayağı kırılmıştı, anlaşılıyordu. Hayattaydı ama işte o kadar... Kendilerini birden takımın liderleri gibi hisseden çocuklar arasında büyük bir tartışma başladı... Ne yapmamız gerektiğine kafa yoruyorlardı. Biri "kafasına bir taş atalım" diyor filan, ama yüzlerine baktığımda görüyorum ki ya korkudan altlarına edecekler ya da en ufak bir fikirleri yok. Sırf sahte kabadayılık... Ve yerdeki hayvan da acıdan kıvranıyor. Şöyle mi böyle mi diye hiçbir yere gitmeyen bir konuşma... Sonra rahiplerden biri bizi gördü, tayı da gördü, aman oynatmayın dedi ve bize boku yediğimizi söyledi. Boku yedik gerçekten. Bir tay yaralanmışsa ve ortada bir grup çocuk varsa, suçlu bellidir. Bir grup Belfastlı çocuk varsa, tabii ceza da bellidir. Ben aniden işi anladım. Dizüstü çöktüm, tayın başını ellerimin arasına aldım ve suya soktum. İlk başta biraz debelendi, ben de boğulana dek daha derine doğru bastırdım ve tay öldü. Rahipler geldi Don. Saçımdan tuttular, ağaçların arasından çekiştirdiler ve cezamı kestiler. Fakat o ufak tay için doğru olanı yaptığımı biliyordum. Bizim diğer bütün çocukların cezasını da üstlenebilirdim. Saygılarını kazanmıştım artık ve bunu biliyordum. Ben artık nedenlerden kurtuldum Don. Sonuçlardan, bedellerden de kurtuldum. Ama harekete geçeceğim ve öylece hiçbir şey yapmadan durmayacağım.
[Sessizlik. D. masadaki sigara paketine davranır]
İstersen sigaraları bırak. Yuhanna'nın Mektupları'na sigara sarmayayım, değil mi?
D- Yok, insafıma sığmaz. Seni bir daha göreceğimi zannetmiyorum Bobby.
B- Gerek de yok zaten Don.

----

08 Ekim 2011

Tıpkı

Muhsin bey [Ertuğrul] Küçük Sahne'de Hamlet'i sahneliyor... Sadri de [Alışık] "Rozenkrantz", "Guildenstern" ya da "Horatio"ya, bu üç rolden birine çalışıyor. Bütün oyuncular taytları çekmiş, iyice İngilizliğe sıvanmışlar. Daha doğrusu vücutlarının her zerresine sinmiş alaturkalıkla Danimarkalı taklidi yapmaya çalışıyorlar. Muhsin bey Sadri'den hiç memnun değil. Bir gün prova öncesi Sadri'yi bir köşeye çekiyor, onu çok alaturka olmakla suçluyor. Tavrı inandırıcılıktan çok uzak. Sadri "Hocam, hiçbirimizin bu kılıkları taşıyacak vücut yapımız yok zaten" diyor. "İngiliz oyuncuları taklit etmekten öteye geçmiyoruz. Sen bana bir Kasımpaşalı kahveci oynat, ocağa 'Şekerli bir' diye bir sesleneyim, nasıl inandırıcı olduğumu o zaman göreceksin." (Atıf Yılmaz, Söylemek Güzeldir, s. 128)
Aşağıda bahsettiğim oyunculuk metodunun yegâne metot olmadığının, böyle bir temsil ilişkisi kurma iddiasında olmayan oyunculukların da olduğunun farkındayım. O diğer yaklaşımların teorisinin de, pratiğinin de pek hakkını veremediğim için özür dilerim (belki de benzer şeyler dert edinilmiş, hatta bunlar çözülmüştür de bu esnada). Fakat bu, biraz daha genel geçer bir tarz gibi görünüyor. Genel geçer olmasa bile, daha sorunlu bir yaklaşım eninde sonunda. (Okan, Bloglama Meşgalesinde İstikrar Tutturmak Zordur, s. 129)   

Geçen sezon bir oyun izlemiştik; başarılı bir şekilde yerelleştirilmiş bir Brezilya oyunuydu. Bilmesen, oyunun yabancı bir metine sahip olduğunu anlamayabilirdin. Artık orijinalinde nasıldılar bilinmez, bizimkinde oyunun iki kişisinden bir tanesi bitirim, açıkgözlü bir İstanbul çocuğuna, diğeri de koyu şiveli bir Kürt'e dönüştürülmüştü. Oyunun bitiminde Kürt hamalı (diğer oyun kişisi de hamaldı yanlış hatırlamıyorsam; ya da ipsiz sapsız bir tipti) oynayan oyuncu, ilk oyununu sahneye koyan toplulukları hakkında seyircilere kısa bir şeyler söyledi ve oyundan sonra isteyenlerin oyuncularla sohbet edebileceği duyurusunu yaptı. Ama bunları tabii kendi sesiyle duyurdu, Kürt hamal olarak değil. Duyuruları duyduğumuzda, oyuncunun hünerine dair yeni bir ayma (geriye dönük, esas sesini Kürt hamalkenki sesiyle kıyaslayaraktan), bir takdir hissi oluştu --yani bende oluştu ama bana sorarsanız salonun genelinde de oluşmuştu. Takdiri hissettim. "Vay be, adam aslında senin benim gibiymiş, konuşması düzgünmüş. Halbuki az önceki canlandırması ne kadar canlıydı, gerçekten Kürt hamal gibiydi, meğer ne yetenekli adammış!" gibilerinden. Oyuncu elbette oyun bittikten sonra da Kürt hamal olmayı sürdürecek değil ama şimdi düşününce biraz da şeytan dürtüyor ve oyuncunun oyundan sonra kendi sesiyle konuşmasına -evet art niyetle, oyun olsun diye- birtakım maksatlar iliştiriyorum. Diyorum ki: bir saat boyunca Kürt hamal olarak bize seslenen bu oyuncu elbette oyunun sonunda bize bir kere de kendi olarak seslenecek ki, gerçekte ne kadar da o Kürt hamal olmadığını, Kürt hamalı yalnızca geçici bir süreliğine canlandırdığını, aslında senin benim gibi olduğunu anlayalım ve o retrospektif takdir meydana gelsin.

(Bu arada, ben aynı şeyi Ahmet Mümtaz Taylan'da da hep hissediyorum. Bir Zamanlar Anadolu'da filmi, Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, filmdeki o manda yoğurdu muhabbeti filan... Rolün içindeyken vay be, ne kadar da gerçekçi yaptı, tıpkı şu iddaa bayiine gelen polisler gibiydi diyorsun. (Bunda tam bir amcanın dış görünüşüne sahip olmasının payı yadsınamaz.) Sonra o filmin galasında falan çekilen haber ve röportajlarda, veya sanatçılar arası birtakım örgütlülük-duyarlılık davalarında gerçek kendisi olarak, kendi incelikli ve eğitimli sesiyle konuşuyor. Bana da her kendisi olduğunda, temsil ettiğiyle kendisi arasındaki zıtlıktan parçalı bulutlu bir gurur duyuyormuş gibi geliyor; hani şu ecnebi lafta olduğu gibi "(/tıka basa) kendisiyle dolu"ymuş gibi... "Ne kadar da öyle" diyoruz ama bunu derken de bize gururla verdiği "Ne kadar da öyle değilim" verisini referans alıyoruz.)

Burada hemen can sıkan şey şu: merak ediyorum; mesela AMT'yi tam bir polis memuru gibi bulurken ya da oyundaki oyuncunun hamallığına tam not verirken gerçekten tam olarak ne biliyoruz da konuşuyoruz? Oyuncu (ve yönetmen, yazar vs.), sanat tüketicisi ve hamal, toplumsal uzayın ayrı gayrı köşelerinde birtakım noktaları işgal eden, bütün hayatı bu noktalarca belirlenen üç ayrı tiplemeyiz. Neredeyse bilinen tüm kuvvetler noktalarımız arasındaki mesafe artsın, noktalarımızı birleştiren bir doğru olmasın diye uğraşıyor; normal koşullar altında, bu noktalardan birinin serbestçe bir diğerine gidip onun esrarına vakıf olabileceğini, sonra da geri dönüp bunu üçüncüye aynen aktarabileceğine neden inanalım? Anormal koşullar altında, kimi oyuncularda insanı estetik dalga boylarından dağlayan bir hüner, bir "x faktörü" oluyor; fakat genel olarak oyuncunun hünerleri arasında, doğrudan doğruya bu "uzaktaki noktanın esrarına nüfuz etme ve onu gelip anlatma" işinin başarısını garanti altına alan bir  hüner göremiyorum -şahsen. Çünkü bana göre toplum evrenindeki o noktaların belirleyiciliği düşüncesi, beraberinde, o noktalar arasında ha deyince oradan oraya geçişler yapılamayacağı düşüncesini getiriyor; bu kişisel hünerlerin ya da sihirlerin biraz ötesinde bir düşünce. Yani bir anda kendin olmaktan ötelere uzanıp hamal olmayı bilemiyor, sonra da gelip izleyiciye bunu anlatamıyorsun. Öyle hemen neyi bilip nereye kadar anlatacaksın?

Fazla mı kötü niyetli olacak bilmiyorum ama, bu açıdan bakınca, yıllardır orada burada okuduğumuz "Akıl hastası rolünü daha iyi oynayabilmek için bir sene akıl hastanesinde kaldı!", "Daha iyi gözlem yapabilmek için kılık değiştirip belediye otobüsüne bindi!" türü cümleler de çok çok ters geliyor. Bunlarda, oyuncunun kendine hamlettiği hünere bulanmış halde, başka insanların hayatlarını tırıvırılaştırıcı bir yan var. Senin hayatının esrarı ne olabilir ki? Oyuncu gelir, sınırlı bir süre boyunca sana bakar, --eh, hayatının öyle anlaşılamayacak bir esrarı olacak değil ya-- olayını çözer, sonra gider senden aldığını, kendi oyununu oluştururken bir hammadde olarak kullanır. Bu serbestlikten, bu her şeye kadirlik duygusundan hoşlanmıyorum. Bir insan topluluğuna baktığında "canlandırılabilecek binler (veya milyonlar veya her neyse)" görmek nasıl bir şey, pek anlayamıyorum. Hem o insanların her birinin biricikliğinin hakkını verememiş oluyorsun, hem de kendini onların dışına ve tepesine atıyorsun. Bu da zaten senin en baştaki iddianı sakatlıyor. Düzlemdaşın bile görmediğin birileri ile nasıl bir temsil ilişkisi kuracaksın ki?   

Bu beni, "Ne biliyoruz da konuşuyoruz, takdir ediyoruz?" sorusuna şöyle bir yanıt vermeye doğru götürüyor: getirip bize aktaran kişideki işin esrarına vakıf olma hünerini, kendimiz o esrara vakıf olmadığımız ölçüde biliyoruz. Yani oyuncu bildiği şeyi, bizim bilmediğimiz kadar biliyor, veya bizim de ona dair öyle pek bir şey bilmememiz sayesinde biliyor, gibi. Örneğin hamal. Adam bize bir hamal hazırlıyor, sahneye çıkıyor, elindekini bize gösteriyor. "Ah ne kadar da hamaldı" diye hisleniyoruz, ama aslında sahnedeki hamalın gerçekten bir hamalı ifade edip edemediğini değerlendirebilecek ölçütlerden yoksunuz. Bunun karar mercii belki o hamal olabilir/olmalı. Ama o da, bir değerlendirme yapabilecek ve değerlendirmesini bize aktarabilecek araçlardan yoksun bırakılmış durumda. Bir anda dünya tersine dönse, "dünyanın ağırlığı"nı bir şekilde hamalın sırtından kaldırıp bütün topluma paylaştırsak, hamal gelip salona otursa, olağan sanatseverler o esnada oradan kaçıp gitmeseler; hamal o salonun ağırlığını da hissetmese, yani o salon ve içindekiler hamalı elini ayağını nereye koyacağını bilemez hale getirmeseler, hamal da bir sanat tüketicisine dönüşüp sahnede kendi temsilini izlese, belki o zaman bize o hünerin gerçek bir değerlendirmesini sunabilirdi. Ona kalsa belki de oyuncunun hamal tarifi, görmeyen adamların fil tarihlerinden biri gibi. Fakat "gerçek tiyatro izleyicisi" de temelli bir hamal esası vukufundan yoksun olduğu için, oyuncunun hamal esası vukufu diye sunduğu şeyi kendi yüzeysel hamal vukufuna kıyaslayıp alıyor. Bütün bu ilişkide koca dünya farkları yutulup gidiyor  (Elbette Feriha Yılmaz arkadaşımız olsa bu son senaryo için "Hamal oyun izlemeye geliyor, ona da laf ediyorsun, yavşaksın" derdi; fakat o zaman da ima ettiğim üzere, böylesi ufak ama belirleyici ayrıntılara itibar etmeyen, hayır hasenatçı bir sanatseverliğin, bu mesafeleri aradan kaldırma olasılığına sahip olmadığını düşünüyorum. Bana göre burada esas olan şey sanatçılık da değil, sanatseverlik de; burada esas olan, o mesafelerle ilgili yaklaşım. Ve işte cari oyunculuk (yönetmenlik, yazarlık) modelini hiç bu mesafeleri azaltıyor gibi görememem bir yana, bana doğrudan doğruya o mesafe üzerine tutturmuşuz bir düzen, öyle yuvarlanıp gidiyoruz gibi geliyor. 

İnsanı insana insanla vıdıvıdı... işini insanın hünerli temsilcisi değil, kendisi yapacak sanki. Biraz spekülatif olacak, fakat bence resim şöyle: Bir başkasının hayatına dair esrara vukuf işinin bir çemberi var. Çemberin merkez noktasında, o başkası bulunuyor. Kendi payıma ben, o kişiye olan saygımdan ötürü, geri kalan insanlar ile o merkez noktası arasında bir boşluk koyuyorum. Oyuncu da, yazar da, yönetmen de, sanatsever de o çemberin en fazla yaylarını oluşturan noktalar olabiliyorlar. Çemberin üzerinde, yani merkezdeki bir başkası'na eşit uzaklıkta değiller, ama en az çemberin yarıçapı kadar uzaktalar. Öyle çemberden çembere uçan, bir çemberin merkezini kesip başka çembere iliştiren cambazlar, sihirli özneler pek yok. Bir şato ile etrafındaki hendek gibi. Yukarıda toplum üzerine etki eden kuvvetlerin bu hendekleri derinleştirmeye, genişletmeye çalıştığını söylemiştim; fakat öyle bir hendeğin hiç bulunmadığını, şato sahibinin rızası hilafına tamamen doldurulması gerektiğini düşünüyor değilim. Hatta, dediğim gibi, bunu saygısızlık addediyorum. O hendeklerin ulaşımı engelleyici boşluklar, temassızlıklar, iletişimsizlikler, ayrı gayrılıklar olarak yaşanmasını istemiyorum; fakat aynı zamanda bu mesafeler, onları sonsuza dek artırmaya çalışan kuvvetler ortadan kalksa, her insan için birer özgürlük ve özgünlük alanı olarak korunabilir. Şatodan şatoya elbette kesintisiz yollar gitmeli, öğretici ve özgürleştirici temaslar olmalı. Ama bu yolları şato sahipleri adına birileri açmaya kalkmasın. Şatodan şatoya birtakım deli dumrulların köprüleriyle gitmek zorunda kalmayalım --ki öyle gitmek mümkün olmuyor da. O Deli Dumrul bizi kafasına göre bir yere götürüp "Aradığınız şato burası" diye bırakıyor. Temsili olmayan bir biçim olmalı ve insan insanın karşısına geçip kendisini kullanarak kendisini anlatabilmeli. Önümüze köprüyü indirip bizi şatosuna davet etmeli. Bizi esrarına vakıf etmesi gereken kendisi, o pek bir başkasının işi değil. Gibi.         


Yazının en tepesindeki Sadri Alışık alıntısı, çemberlerin çapının biraz daha küçük olduğu bir zamana ait. Yani en fazla, Kasımpaşalı kahveci hem izleyenin, hem oynayanın hayatında biraz daha yakın bir anlam ifade ediyor olabilir. Sahneye koyulan o kadar oyun, bu mesafeyi azalmak içindi sözde. Fakat artık bana göre kahveci, oyuncu, sanatsever iyice ayrıgayrılaşmış durumda. Bu ayrıgayrılığı, oyuncu ile seyirci arasındaki, bin bir tanesi zaten denenmiş oyunların daha da geliştirilmesiyle azaltmak pek mümkün değil. Belki de artık herkesin sadece kendi namına konuşacağı bir sahne düzenine geçilmeli.  

Aşağıda da, ntvmsnbc'nin "Yılların Öğrettiği" serisindeki Yıldız Kenter ve Serra Yılmaz röportajlarından ortaya karışık bazı beyanatlar var. İşte insanla insanın arasına giren oyuncu, işi buralara, bu iddialara kadar getirmiş:

Y.K.

S.Y.

S.Y.

Y.K.

Y.K.

04 Eylül 2011

Edebinizle ısrar edin

Ben şimdi yazıyorum ama bahsedeceğim alternatif tiyatro mekanlarının medyayla ilişkilerini konu edinen söyleşi, ta yaz başında yapıldı; Beyoğlu civarlarında konuşlanmış yedi işletmenin bir araya gelerek oluşturdukları girişimin düzenlediği sohbet serisinin bir ayağı olarak.

Bu mekanların hikayesi birçok açıdan enteresan. Tümünü göremedim ama bildiğim kadarıyla bu mekanlar arasında, "sahne" olsun diye inşa edilmiş bir mekan yok. Bir pasajın içine sığınmış olanı da var, sahnesinin ortasından iki kolon geçeni de, bir binanın alt katındaki araba garajından devşirilmiş olanı da. Mekanlarda tabelaya çıkan repertuvarın da oldukça sıradışı oyunlardan oluştuğunu eklemek lazım. Mekanlar zaten mimari özelliklerinden başlayarak belirli şekillerde yorumlanabilecek nitelikteki oyunların tercih edilmesine neden oluyorlar. Ama benim için enteresanlığın zirvesi, bu ucube mekanlarda tiyatro yapan insanların birleşmeleri, ortak hareket etmeleri. Tiyatro alanı standartlarında, bütün mekânların birbirlerine ölümüne düşman olması, oyuncu ve işletmecilerin de bilumum internet forumunda allahlık bir dil ve üslupla, çıldırtıcı (ama gerçekten çıldırtıcı) tartışmalara girişmeleri gerekirdi. Halbuki bu işletmeler güç birliği etmiş [1] durumdalar.

İşte bu el ele vermiş, güç birliği etmiş alternatif mekanların bahsettiğim sohbet serilerinden bir halka, "medya ve tiyatro ilişkileri" gibi bir konuya ayrılmıştı. Nasıl ederiz de bu alternatif mekan hareketinin yaygın basılı ve görsel medyada daha fazla yer bulmasını sağlayabiliriz gibi bir soru eşilip deşilecekti. Katılımcılar: Radikal'den Cem Erciyes, NTV'den Yekta Kopan, Milliyet'ten Asu Maro ve Cumhuriyet'ten Özlem Altunok'tu. Biz salona girdiğimizde Yekta Kopan konuşuyordu. Kendisinden başlayarak hepsi sırayla söz kendilerine geldiğinde ağlayıp sızladılar. Sayfa sayısı az, zaten topun ucundayız, yerimiz dar, acil durumda ilk feragat edilecek dakikaları ve sayfaları biz yapıyoruz, üstlerimiz durumdan tamamen bihaber, tiyatro 'satmıyor', okunmuyor, insanlar ilgi göstermiyor (C.Erciyes: "sanatların popülerlik hiyerarşisi"), bazen çalıştığımız kurumun sponsor olduğu bir etkinlik oluyor, onu görmek zorunda oluyoruz, elimizde eleman yok, bütçemiz yok, yetişemiyoruz, yetiştiremiyoruz, vesaire vesaire... Sazı eline alan başlıyor. Bir de ekstra sinir bozucu olan, durum tespitlerini bu durumlara eleştirel bakarak, değişim için ne yapılabileceğinden bahsederek yapmayı filan ışık hızıyla geçip yarı alaycı bir üslupla yapmaları --bilhassa Cem Erciyes cynicism'in gözüne vurdu ha vurdu. Aralarda utangaç elimden gelen budur'lardan övünçlü yaa bakın bu şartlarda bile davaya hizmet ediyorum'lara uzanan kişisel parantezler de açılıp kapandı tabii. Ama sonuçta o kadar saçma sapan bir durum oldu ki, konuşmaların sonunda bozuk bir sinirle, basın mensuplarından toplum olarak kendilerini soktuğumuz zor durumlar nedeniyle özür dilememiz gerektiğini düşünmeye başladım; asla değiştiremeyecekleri, verili buldukları, azıtmışlığında hiç pasiflikleriyle pay sahibi olmadıkları durumların içinde mücadele edip yine de kendilerinden iyilikler neşet ettirebilen bu mucizevi insanlara çok ayıp ediyorduk!

Galiba kimsenin bu durumlarla bir derdi yoktu ki, seyircilerden gelen soruların geneli "Evet bu böyle, peki şimdi ne yapıyoruz?" eksenindeydi ve tartışmayı pratik bir çerçeveye taşıdı. Ne yapmalı, ama bu şartlar dahilinde, şartları dert etmeden, yine de sinekten yağ çıkarabilmek için ne yapmalı. Yeni tiyatro topluluklarından gelen genç arkadaşlar arasında, işi büsbütün kendi gruplarını tanıtmaya ve bir nevi bu kültür sanat duayenleriyle networkleme çabalarına çevirenler oldu [2]. Yazının başlığına aldığım ve bence günün manşeti durumundaki "edepli ısrar" lafı da bu arada ortaya çıktı. Basın mensupları, kendilerini tanıtma derdindeki tiyatro gruplarına edeplice ısrar etmeyi önerdiler. Kastedilen şu:  çok meşgul olduğumuzdan, çok çalışmamız gerektiğinden, ertesi günü kovaladığımızdan, tempomuz aşırı yüksek olduğundan (ağlamalı girizgâh elbette), çok çok fazla kaynaktan haber geldiğinden [3], sizin sizi tanıtmamız için bize yollayacağınız basın bülteni muhtemelen arada kaynayıp gidecektir. Bir geri dönüş alamazsanız yılmak yok. Yeniden yollayın. Kendinizi bize gösterin. Hatırlatın. Israr edin. Ama bunu yaparken de su kaçırmayın. Kararlı şekilde tekrar yollayın, görene kadar. Şık bir ısrar olsun. Lanet ettirmesin de, azminizi takdir ettirsin. O zaman seve seve görürüz.

(Burada şair artık kendini tutamayarak "MEDYA SEN KİMSİN, NE ARA BU OLDUĞUN ŞEY OLDUN VE BİZDEN NE İSTİYORSUN?" diye haykırıyor.)

Her şey olması gerektiği gibi, bir tek tiyatrocunun ısrarı ya da ısrarında edebi eksik! Bunu derken oradaki tiyatro gruplarına ve etkinliği düzenleyen mekanlara gerçekten yardımcı olmak istiyorlar, ama yine de bu yardımcı olma önerisinin sakilliği son noktada. Öneri diye ağızlarından ilk elde ancak o kadar ağlayıp sızlandıkları düzenin tüm rollerini aynen onaylayan, pekiştiren bir kurgu çıkabilmiş oldu. Bir de, tiyatro gruplarına haber olmaya çalışmaktan ziyade, köşe yazarlarını yanlarına çekmeye çalışmayı önerdiler. Hıncal nasıl bir yeri yazdı mı orası patlıyor, o hesap. Burada galiba, haberi kim göreee, kim okuya, halbuki köşe yazarlarının sıkı takipçileri var, bir kişkilediler mi [4], orayı yıkarlar, gibi bir mantık vardı. Genel gazete okuyucusundansa pirlerince tavsiye edileni uygulayan bu "hedef kitleye" atış yapmak daha verimli olur diye düşünülüyordu. Ve son bir not: bunları önerenler de, mevcut medya alanı içerisinde bu kültür-sanat mekanları açısından bulunabilen en "iyi polis" insanlar. En yüreklilerin genel çerçevesi bu, geri kalanlara bilmem ne demek lazım.

...

İnsan bir noktadan sonra gazetecilere kızmayı da fuzuli görmeye başlıyor. Bence alternatif mekanların onları geçip bulundukları yolda ilerlemesi gerekir. Gazeteciler ne ahlaken meşru, ne de 'hakikaten' bir temeli ve bir geleceği olan sanal konumlarında, bırakınız debelenip dursunlar. Gelip kendilerini vurana kadar hiçbir uydurukluğa ses çıkarmayıp uyuşuk uyuşuk uyuklasınlar. Hem bu insanlardan amaçlanan faydayı sağlayacakları da yok ki: amaçlanan, değiştirilip dönüştürülecek bir kitle oluşturma ideali olsa da buna bu medyaya yaslanılarak ulaşmak mümkün değil; sırf gemiyi yüzdürmek, mekanı döndürebilmek, ayakta kalabilmek olsa da. Gerçekten, filanca yerde filanca oyun var diye haber yapsalar, veya köşelerinde ey cemaat şu oyuna gidin diye övseler tam olarak "ne yazar"; bunu ben kestiremiyorum. Bununla mı abat olacak alternatif tiyatro mekanları? Bütün unsurlarıyla bir alternatif sunma iddiasındaki bu girişim neden kendini tanıtma konusunda böyle modası geçmiş usûllere tevessül etmek zorunda olsun ki? Ben kendi payıma, seyirci kitlesinin gönüllü SAADET ZİNCİRİ modeliyle, yani bir köşesinden halaya dahil olanın hemen beraberinde birkaç arkadaşını da bu mekanların etrafında oluşan kitleye dahil etmesi yöntemiyle büyümesinin, filanca gazetecinin yazarak çizerek oyunları tanıtmasından daha etkili olacağı düşüncesindeyim. Bir asabiye sahibi bir müdavimler heyetine böyle böyle ulaşmak, yaygın medyada konuşlu yıldızlar onu trendy gösteriyor diye oyun izlemeye gelecek yüzer gezer kültür-sanat ürünü "tüketicilerinden" müdavim yaratmaya çalışmaktan daha yerinde bir çaba gibi geliyor. Belki bu yolla kalıcı sonuç elde etmek biraz daha fazla zaman alır ama sonuçta olması gereken olur. O "zaman" da yalnızca bir değişken: belirli bir estetik/politik kaliteyi tüm mekanlarda tutturarak, pazarlama alanından geçici süreliğine ve erdemli yollarda kullanılmak üzere bazı taktikler ödünç alarak, müdavimlere bir cemaat oldukları hissettirilip gerekirse onlardan da sorumluluk almalarını isteyerek bu zaman kısaltılabilir, süreç hızlandırılabilir. Yeter ki muhtaç olunan kuvvetin, hem tiyatroya hem topluma yabancılaşmış, herhangi bir yöne doğru gitmeden topallayan medyada değil de bu girişimin damarları arasında zaten dolaşmakta olan müdavimlerde olduğu görülsün.  

-----
[1] Güç boşuna biriktirilmiyor. Öyle çok fazla tartışma takipçisi olmamama rağmen birkaç yerde, nispeten daha 'sıradan' tiyatro yapan kişilerin yazıp çizdikleri arasında, bu mekanlara ve burada yapılan tiyatroya ufak ufak çakıldığını gördüm. Hafif popülist bir yaklaşımla, ödenekli ve geniş-salon-kapasiteli-özel-tiyatroların (en azından prensipte) daha fazla sayıda insana hitap etmesi, bu alternatif mekanlarınsa daha az kişiye ulaşabilmesi üzerinden vuruluyor: "Tamam, bu da lazım, bu da iyidir, bunu da yapın, ama tiyatroyu bu sanmayın!" gibisinden. Elbette ki esas tiyatro, çakıcıların yaptığı. Alternatif salonlara bu arada bir de marjinallik yaftası asılıyor; bu mekanlar, 100 kişinin kendi arasında top çevirdiği kurtarılmış bölgelere indirgeniyor. Kitleselleşme, kitle yaratma ve onu dönüştürme konusunda alternatif mekanlara hiçbir artısı olmamasına rağmen, nicel olarak daha fazla sayıda insana seslenen, kendini oraya koyuyor işte; "biz hayatın kalbindeyiz, sizler fildişi kulelerdesiniz" demeye getiriyor. Karşı taraf bu konularda pek topa girmediyse de tiyatro ödülleri konusunda biraz ses yükseltildi. Yine de şimdilik açıktan sürdürülen bir mücadele olduğunu söylemek yanlış olabilir. Bunlar, dediğim gibi, arada geçerken yapılan ufak çakmalar. Fakat ben güçlerini birleştiren bu mekanların güç sarf ederek kendilerini, başkalarını ve tüm tiyatro alanını yeniden şekillendirme biçiminde gayet güçlü bir irade taşıdıkları kanaatindeyim ve ileride daha kafa kafaya çakışmalar görülecektir bana göre.
[2] Bu gençlerin en extrovert'ü bir kız, toplantı tamamen bittikten sonra da konuşmacıların etrafında fır dönüp durdu. Mesela: gazetecilere yandan yandan yanaşmasını unutamadığım bu kızcağızın şimdi adını sanını unuttuğum topluluğu, --nasıl olacaksa-- tiyatroda çığır açsa, fevkaladenin fevkıne geçse de ben gidip oyunlarını görmem. Derdi çok başkaydı ve bu çok belliydi.
[3] Burada söyledikleri --gerçi hiç bulunmayacak, tahmin edilmeyecek şeyler değildi ama-- benim için aydınlatıcı oldu ve basının geneline dair de bir şeyler içeriyor. Bu insanlar artık gidip haber avlamak, haber kovalamak safhalarını çoktan geçmişler. Artık ofislerinde oturuyorlar, dünya bunları haberle besleyip duruyor, bunlar da önlerine yığılan malzemenin arasından bir şeyler seçip haber oluşturuyorlar. Öyle bir genel-değerlendirici konumları var: toplum her şeyini bize sunar, biz içinden seçip değer gördüklerimizi topluma geri yansıtırız. Ne zaman, ne şekilde toplumun üzerine böyle çöreklenmişler bilemiyorum ama tamamıyla haksız bir konum olduğunu düşünüyorum. Bağlantılı olarak şöyle bir gerçek üretiyoruz: basın içinden bir mevki edinerek topluma hitap etme ayrıcalığına kavuşanlar sıradan vatandaşlara yalnızca bir tek üstünlüğe sahipler: olup bitenler hakkında hepsinden daha fazla bilgileniyorlar. Yani hikmetini beğendiğiniz gasteci o hikmeti sokaktan bulmuyor, kendisinden de çıkarmıyor, hayvan gibi beslendikten sonra bula bula onu bulabiliyor veyahut da gerizekalı gazetecinin gerizekalılığı bu bilgileyle beslenme imkanına rağmen o kadar feci durumda.
[4] Kişkilemek: Yukarı Etlik/Ayvalı Keçiörencesinde, bir sokak köpeğini "Yürü kişkişkiş! Sarı kişkişkiş!" gibi bağırtılarla bir yere veya bir şeye saldırması için teşvik etmek.

22 Ağustos 2011

Hayır!

Savaş sonrası ve karşıtı literatürün önemli parçalarından birini, Wolfgang Borchert [1] imzalı "Yapacak tek bir şey var![2] takdim ediyorum. Aşağıda. Umalım ki bir gün bu metin, okuyanlar için güncele çağrışımlar içermeyi kessin ve tarihi bir belge konumuna gerilesin.

Sen. Fabrikada, makine başındaki adam. Yarın sana su borusu ve tencere yapmayı bırakıp çelik miğfer ve makineli tüfek yapmanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Tezgâhın arkasındaki ve bürodaki kadın. Yarın sana el bombası doldurmanı ve tüfeklere dürbün takmanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Fabrikatör. Yarın sana bebek pudrası ve kakao yerine barut üretmeni emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Laboratuvardaki araştırmacı. Yarın sana insan öldürmenin yeni yollarını bulmanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Odasında oturan şair. Yarın sana aşk şiirleri yerine nefret şiirleri söylemeni emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Hasta başındaki doktor. Yarın senden askerlere sağlam raporu yazmanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Kürsüdeki papaz. Yarın sana öldürmeyi yüceltip savaşı kutsamanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Buharlının kaptanı. Yarın sana buğday yerine top ve tank taşımanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Uçak pilotu. Yarın sana şehirlere fosfor yağdırmanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Dükkândaki terzi. Yarın sana üniformalar dikmeni emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Yarın sana olağanüstü mahkemeye çıkmanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Demiryolcu. Yarın sana asker ve cephane taşıyan trenlere işaret vermen söylendiğinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Taşradaki adam. Sen. Şehirdeki adam. Yarın sizi asker yazmaya geldiklerinde, yapacağınız tek bir şey var: HAYIR deyin!

Sen. Normandiya’daki anne, sen, Ukrayna’daki anne. Sen, San Fransisco’daki ve Londra’daki anne. Sarı Nehir boylarındaki, Mississippi boylarındaki anne. Napoli’deki, Hamburg’daki, Kâhire’deki ve Oslo’daki anne -- tüm kıtalardaki anneler, dünyanın tüm anneleri, yarın size cephe hastaneleri için hemşireler ve yeni savaşlar için askerler olacak çocuklar yetiştirmenizi emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyiniz var: HAYIR deyin! Anneler, HAYIR deyin!

Çünkü eğer HAYIR demezseniz, eğer hayır demezseniz SİZ, anneler, o zaman:
o zaman:

Gürültülü, dumanlı ve tozlu liman şehirlerinde büyük gemiler sessizce inleyecek ve boğulmuş devasa mamut cesetleri gibi, metruk rıhtımlara miskince çarpa çarpa suda süzülecek; bir zamanlar parıldayarak kükreyen, ama artık cıvık çürük balık kokan su mezarlıklarında çürümekte olan teknelerin üzerinde yosunlar ve midyeler büyüyecek.
Tramvaylar, terk edilmiş, çukurlarla dolu sokaklarda, çatısı delik deşik harabe hangarların arkasında ve karışmış kablo ile paslı ray iskeletlerinin yanı başında, göçmüş, bozuk halde yatan ve tel tel dökülen, hissiz, fersiz, cam gözlü kafeslere dönüşecek.
Çamur renginde, lapa kıvamında, kasvetli, hırslı, durdurulamayan bir durgunluk, okulların, üniversitelerin, tiyatroların, spor alanlarının ve parkların üzerine çullanacak ve hepsini tüketerek büyüyecek.
Güneşte olgunlaşmış şarap harap bağlarda, pirinçler kurumuş çeltiklerde çürüyecek, patatesler terk edilmiş tarlalarda donacak, inekler ölümün taşlaştırdığı bacaklarını --ters duran süt sağma tabureleri gibi-- cennete doğru uzatacak.
Araştırma merkezlerinde büyük doktorların bulduğu yeni ilaçlar küf ve mantarlara dönüşecek.
Mutfaklarda, yemek odalarında, kilerlerde, ambarlarda, depolarda kalan son un çuvalları, son çilek, balkabağı ve vişne suları bozulacak. Ters dönmüş masaların ve parçalanmış tabakların altındaki ekmekler küflenecek, ekşimiş tereyağları arapsabunu gibi kokacak; hububat tarlalarda, paslı pullukların yanında, bozguna uğramış bir ordu gibi öylece yatacak ve fabrikaların bacaları devrilecek, otlarla kaplanacak ve sonsuza kadar dağılacak, dağılacak, dağılacak.

O zaman deşilmiş bağırsakları ve kirlenmiş ciğerleriyle, yalpalayan yıldızların ve zehir saçan bir güneşin altında yalnız ve yanıtsız kalan son insan, devasa beton kütlelerinden ibaret metruk şehirlerin soğuk putlarının ve toplu mezarlarının arasında gezinecek; bir deri bir kemik kalmış, küfürler saçan, lanet eden, suçlayan, çıldırmış bu insan ve onun korkunç “NEDEN?” çığlığı, çöllerde duyulmadan ölecek -- insan adlı hayvandan kalan bu son haykırış, yıkıntıların arasından fısıldayarak, kilise ve sığınaklardan kalma harabe taşları yalayıp geçerek, kan havuzlarında dibe çökerek solacak.

Bunların hepsi yarın kapımızda olacak. Yarın. Belki bu gece hatta. Belki bu gece. Eğer... Eğer... Siz HAYIR demezseniz!

-----
[1] W.Borchert henüz 26 yaşındayken, 1947'de ölmüş. İkinci Dünya Savaşı boyunca Wehrmacht altında çekmediği kalmamış. Bu sürece Doğu cephesinde sıcak temas esnasında bir parmağının kopması, askerden kaçmak için kendini yaralamakla suçlanmak, hapis cezası, ayaklarının donması, hastalık, rejim aleyhine faaliyetlerinden ötürü, Goebbels'in taklidini yapmaktan ötürü yeniden hapis cezası, esir düşmek, esir kampına taşınırken firar etmek, 600 kilometreye yakın bir mesafeyi yürüyerek Hamburg'a dönmek gibi inanılmaz tecrübeleri olmuş. Savaş esnasında yaşadıklarından kalan hastalıklarını atlatamamış. Öldüğünde yayımlanmış sadece bir şiir kitabı ve kısa ama ciddi anlamda çarpıcı dev bir oyunu (Kapıların Dışında) varmış. Bu şiir de, bazı yerlerde yazdığı en son yazı şeklinde geçiyor. İnternette bulunan versiyonlarında biraz bulamaç havası olduğundan İngilizcesini, Almancasını, transleyti ve bilumum sözlüğü açıp yeniden çevirdim. Sürç-i lisan varsa affola.
Savaştan döndüğü Hamburg'da bir umut besleyebileceği bütün kapıların bir bir yüzüne kapanışını gören Çavuş Beckmann'ı konu edinen ve "hiçbir tiyatronun oynamak, hiçbir izleyicinin de görmek istemediği" oyun Kapıların Dışında, Altıdan Sonra Tiyatro topluluğu tarafından sahnelenmekteydi ve önümüzdeki sezon tabelaya çıkarsa görmemiş olanlar mutlaka ama mutlaka bu oyunu görmelidir.
[2] Şiirin orijinal başlığı, "Dann Gibt Es Nur Eins!" şeklinde. Metni ve bir İngilizce çevirisi, şu adreste var. Oradaki çeviren de kendine biraz serbestlik hakkı tanımış gibi bir izlenim edindim.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails