08 Ekim 2011

Tıpkı

Muhsin bey [Ertuğrul] Küçük Sahne'de Hamlet'i sahneliyor... Sadri de [Alışık] "Rozenkrantz", "Guildenstern" ya da "Horatio"ya, bu üç rolden birine çalışıyor. Bütün oyuncular taytları çekmiş, iyice İngilizliğe sıvanmışlar. Daha doğrusu vücutlarının her zerresine sinmiş alaturkalıkla Danimarkalı taklidi yapmaya çalışıyorlar. Muhsin bey Sadri'den hiç memnun değil. Bir gün prova öncesi Sadri'yi bir köşeye çekiyor, onu çok alaturka olmakla suçluyor. Tavrı inandırıcılıktan çok uzak. Sadri "Hocam, hiçbirimizin bu kılıkları taşıyacak vücut yapımız yok zaten" diyor. "İngiliz oyuncuları taklit etmekten öteye geçmiyoruz. Sen bana bir Kasımpaşalı kahveci oynat, ocağa 'Şekerli bir' diye bir sesleneyim, nasıl inandırıcı olduğumu o zaman göreceksin." (Atıf Yılmaz, Söylemek Güzeldir, s. 128)
Aşağıda bahsettiğim oyunculuk metodunun yegâne metot olmadığının, böyle bir temsil ilişkisi kurma iddiasında olmayan oyunculukların da olduğunun farkındayım. O diğer yaklaşımların teorisinin de, pratiğinin de pek hakkını veremediğim için özür dilerim (belki de benzer şeyler dert edinilmiş, hatta bunlar çözülmüştür de bu esnada). Fakat bu, biraz daha genel geçer bir tarz gibi görünüyor. Genel geçer olmasa bile, daha sorunlu bir yaklaşım eninde sonunda. (Okan, Bloglama Meşgalesinde İstikrar Tutturmak Zordur, s. 129)   

Geçen sezon bir oyun izlemiştik; başarılı bir şekilde yerelleştirilmiş bir Brezilya oyunuydu. Bilmesen, oyunun yabancı bir metine sahip olduğunu anlamayabilirdin. Artık orijinalinde nasıldılar bilinmez, bizimkinde oyunun iki kişisinden bir tanesi bitirim, açıkgözlü bir İstanbul çocuğuna, diğeri de koyu şiveli bir Kürt'e dönüştürülmüştü. Oyunun bitiminde Kürt hamalı (diğer oyun kişisi de hamaldı yanlış hatırlamıyorsam; ya da ipsiz sapsız bir tipti) oynayan oyuncu, ilk oyununu sahneye koyan toplulukları hakkında seyircilere kısa bir şeyler söyledi ve oyundan sonra isteyenlerin oyuncularla sohbet edebileceği duyurusunu yaptı. Ama bunları tabii kendi sesiyle duyurdu, Kürt hamal olarak değil. Duyuruları duyduğumuzda, oyuncunun hünerine dair yeni bir ayma (geriye dönük, esas sesini Kürt hamalkenki sesiyle kıyaslayaraktan), bir takdir hissi oluştu --yani bende oluştu ama bana sorarsanız salonun genelinde de oluşmuştu. Takdiri hissettim. "Vay be, adam aslında senin benim gibiymiş, konuşması düzgünmüş. Halbuki az önceki canlandırması ne kadar canlıydı, gerçekten Kürt hamal gibiydi, meğer ne yetenekli adammış!" gibilerinden. Oyuncu elbette oyun bittikten sonra da Kürt hamal olmayı sürdürecek değil ama şimdi düşününce biraz da şeytan dürtüyor ve oyuncunun oyundan sonra kendi sesiyle konuşmasına -evet art niyetle, oyun olsun diye- birtakım maksatlar iliştiriyorum. Diyorum ki: bir saat boyunca Kürt hamal olarak bize seslenen bu oyuncu elbette oyunun sonunda bize bir kere de kendi olarak seslenecek ki, gerçekte ne kadar da o Kürt hamal olmadığını, Kürt hamalı yalnızca geçici bir süreliğine canlandırdığını, aslında senin benim gibi olduğunu anlayalım ve o retrospektif takdir meydana gelsin.

(Bu arada, ben aynı şeyi Ahmet Mümtaz Taylan'da da hep hissediyorum. Bir Zamanlar Anadolu'da filmi, Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, filmdeki o manda yoğurdu muhabbeti filan... Rolün içindeyken vay be, ne kadar da gerçekçi yaptı, tıpkı şu iddaa bayiine gelen polisler gibiydi diyorsun. (Bunda tam bir amcanın dış görünüşüne sahip olmasının payı yadsınamaz.) Sonra o filmin galasında falan çekilen haber ve röportajlarda, veya sanatçılar arası birtakım örgütlülük-duyarlılık davalarında gerçek kendisi olarak, kendi incelikli ve eğitimli sesiyle konuşuyor. Bana da her kendisi olduğunda, temsil ettiğiyle kendisi arasındaki zıtlıktan parçalı bulutlu bir gurur duyuyormuş gibi geliyor; hani şu ecnebi lafta olduğu gibi "(/tıka basa) kendisiyle dolu"ymuş gibi... "Ne kadar da öyle" diyoruz ama bunu derken de bize gururla verdiği "Ne kadar da öyle değilim" verisini referans alıyoruz.)

Burada hemen can sıkan şey şu: merak ediyorum; mesela AMT'yi tam bir polis memuru gibi bulurken ya da oyundaki oyuncunun hamallığına tam not verirken gerçekten tam olarak ne biliyoruz da konuşuyoruz? Oyuncu (ve yönetmen, yazar vs.), sanat tüketicisi ve hamal, toplumsal uzayın ayrı gayrı köşelerinde birtakım noktaları işgal eden, bütün hayatı bu noktalarca belirlenen üç ayrı tiplemeyiz. Neredeyse bilinen tüm kuvvetler noktalarımız arasındaki mesafe artsın, noktalarımızı birleştiren bir doğru olmasın diye uğraşıyor; normal koşullar altında, bu noktalardan birinin serbestçe bir diğerine gidip onun esrarına vakıf olabileceğini, sonra da geri dönüp bunu üçüncüye aynen aktarabileceğine neden inanalım? Anormal koşullar altında, kimi oyuncularda insanı estetik dalga boylarından dağlayan bir hüner, bir "x faktörü" oluyor; fakat genel olarak oyuncunun hünerleri arasında, doğrudan doğruya bu "uzaktaki noktanın esrarına nüfuz etme ve onu gelip anlatma" işinin başarısını garanti altına alan bir  hüner göremiyorum -şahsen. Çünkü bana göre toplum evrenindeki o noktaların belirleyiciliği düşüncesi, beraberinde, o noktalar arasında ha deyince oradan oraya geçişler yapılamayacağı düşüncesini getiriyor; bu kişisel hünerlerin ya da sihirlerin biraz ötesinde bir düşünce. Yani bir anda kendin olmaktan ötelere uzanıp hamal olmayı bilemiyor, sonra da gelip izleyiciye bunu anlatamıyorsun. Öyle hemen neyi bilip nereye kadar anlatacaksın?

Fazla mı kötü niyetli olacak bilmiyorum ama, bu açıdan bakınca, yıllardır orada burada okuduğumuz "Akıl hastası rolünü daha iyi oynayabilmek için bir sene akıl hastanesinde kaldı!", "Daha iyi gözlem yapabilmek için kılık değiştirip belediye otobüsüne bindi!" türü cümleler de çok çok ters geliyor. Bunlarda, oyuncunun kendine hamlettiği hünere bulanmış halde, başka insanların hayatlarını tırıvırılaştırıcı bir yan var. Senin hayatının esrarı ne olabilir ki? Oyuncu gelir, sınırlı bir süre boyunca sana bakar, --eh, hayatının öyle anlaşılamayacak bir esrarı olacak değil ya-- olayını çözer, sonra gider senden aldığını, kendi oyununu oluştururken bir hammadde olarak kullanır. Bu serbestlikten, bu her şeye kadirlik duygusundan hoşlanmıyorum. Bir insan topluluğuna baktığında "canlandırılabilecek binler (veya milyonlar veya her neyse)" görmek nasıl bir şey, pek anlayamıyorum. Hem o insanların her birinin biricikliğinin hakkını verememiş oluyorsun, hem de kendini onların dışına ve tepesine atıyorsun. Bu da zaten senin en baştaki iddianı sakatlıyor. Düzlemdaşın bile görmediğin birileri ile nasıl bir temsil ilişkisi kuracaksın ki?   

Bu beni, "Ne biliyoruz da konuşuyoruz, takdir ediyoruz?" sorusuna şöyle bir yanıt vermeye doğru götürüyor: getirip bize aktaran kişideki işin esrarına vakıf olma hünerini, kendimiz o esrara vakıf olmadığımız ölçüde biliyoruz. Yani oyuncu bildiği şeyi, bizim bilmediğimiz kadar biliyor, veya bizim de ona dair öyle pek bir şey bilmememiz sayesinde biliyor, gibi. Örneğin hamal. Adam bize bir hamal hazırlıyor, sahneye çıkıyor, elindekini bize gösteriyor. "Ah ne kadar da hamaldı" diye hisleniyoruz, ama aslında sahnedeki hamalın gerçekten bir hamalı ifade edip edemediğini değerlendirebilecek ölçütlerden yoksunuz. Bunun karar mercii belki o hamal olabilir/olmalı. Ama o da, bir değerlendirme yapabilecek ve değerlendirmesini bize aktarabilecek araçlardan yoksun bırakılmış durumda. Bir anda dünya tersine dönse, "dünyanın ağırlığı"nı bir şekilde hamalın sırtından kaldırıp bütün topluma paylaştırsak, hamal gelip salona otursa, olağan sanatseverler o esnada oradan kaçıp gitmeseler; hamal o salonun ağırlığını da hissetmese, yani o salon ve içindekiler hamalı elini ayağını nereye koyacağını bilemez hale getirmeseler, hamal da bir sanat tüketicisine dönüşüp sahnede kendi temsilini izlese, belki o zaman bize o hünerin gerçek bir değerlendirmesini sunabilirdi. Ona kalsa belki de oyuncunun hamal tarifi, görmeyen adamların fil tarihlerinden biri gibi. Fakat "gerçek tiyatro izleyicisi" de temelli bir hamal esası vukufundan yoksun olduğu için, oyuncunun hamal esası vukufu diye sunduğu şeyi kendi yüzeysel hamal vukufuna kıyaslayıp alıyor. Bütün bu ilişkide koca dünya farkları yutulup gidiyor  (Elbette Feriha Yılmaz arkadaşımız olsa bu son senaryo için "Hamal oyun izlemeye geliyor, ona da laf ediyorsun, yavşaksın" derdi; fakat o zaman da ima ettiğim üzere, böylesi ufak ama belirleyici ayrıntılara itibar etmeyen, hayır hasenatçı bir sanatseverliğin, bu mesafeleri aradan kaldırma olasılığına sahip olmadığını düşünüyorum. Bana göre burada esas olan şey sanatçılık da değil, sanatseverlik de; burada esas olan, o mesafelerle ilgili yaklaşım. Ve işte cari oyunculuk (yönetmenlik, yazarlık) modelini hiç bu mesafeleri azaltıyor gibi görememem bir yana, bana doğrudan doğruya o mesafe üzerine tutturmuşuz bir düzen, öyle yuvarlanıp gidiyoruz gibi geliyor. 

İnsanı insana insanla vıdıvıdı... işini insanın hünerli temsilcisi değil, kendisi yapacak sanki. Biraz spekülatif olacak, fakat bence resim şöyle: Bir başkasının hayatına dair esrara vukuf işinin bir çemberi var. Çemberin merkez noktasında, o başkası bulunuyor. Kendi payıma ben, o kişiye olan saygımdan ötürü, geri kalan insanlar ile o merkez noktası arasında bir boşluk koyuyorum. Oyuncu da, yazar da, yönetmen de, sanatsever de o çemberin en fazla yaylarını oluşturan noktalar olabiliyorlar. Çemberin üzerinde, yani merkezdeki bir başkası'na eşit uzaklıkta değiller, ama en az çemberin yarıçapı kadar uzaktalar. Öyle çemberden çembere uçan, bir çemberin merkezini kesip başka çembere iliştiren cambazlar, sihirli özneler pek yok. Bir şato ile etrafındaki hendek gibi. Yukarıda toplum üzerine etki eden kuvvetlerin bu hendekleri derinleştirmeye, genişletmeye çalıştığını söylemiştim; fakat öyle bir hendeğin hiç bulunmadığını, şato sahibinin rızası hilafına tamamen doldurulması gerektiğini düşünüyor değilim. Hatta, dediğim gibi, bunu saygısızlık addediyorum. O hendeklerin ulaşımı engelleyici boşluklar, temassızlıklar, iletişimsizlikler, ayrı gayrılıklar olarak yaşanmasını istemiyorum; fakat aynı zamanda bu mesafeler, onları sonsuza dek artırmaya çalışan kuvvetler ortadan kalksa, her insan için birer özgürlük ve özgünlük alanı olarak korunabilir. Şatodan şatoya elbette kesintisiz yollar gitmeli, öğretici ve özgürleştirici temaslar olmalı. Ama bu yolları şato sahipleri adına birileri açmaya kalkmasın. Şatodan şatoya birtakım deli dumrulların köprüleriyle gitmek zorunda kalmayalım --ki öyle gitmek mümkün olmuyor da. O Deli Dumrul bizi kafasına göre bir yere götürüp "Aradığınız şato burası" diye bırakıyor. Temsili olmayan bir biçim olmalı ve insan insanın karşısına geçip kendisini kullanarak kendisini anlatabilmeli. Önümüze köprüyü indirip bizi şatosuna davet etmeli. Bizi esrarına vakıf etmesi gereken kendisi, o pek bir başkasının işi değil. Gibi.         


Yazının en tepesindeki Sadri Alışık alıntısı, çemberlerin çapının biraz daha küçük olduğu bir zamana ait. Yani en fazla, Kasımpaşalı kahveci hem izleyenin, hem oynayanın hayatında biraz daha yakın bir anlam ifade ediyor olabilir. Sahneye koyulan o kadar oyun, bu mesafeyi azalmak içindi sözde. Fakat artık bana göre kahveci, oyuncu, sanatsever iyice ayrıgayrılaşmış durumda. Bu ayrıgayrılığı, oyuncu ile seyirci arasındaki, bin bir tanesi zaten denenmiş oyunların daha da geliştirilmesiyle azaltmak pek mümkün değil. Belki de artık herkesin sadece kendi namına konuşacağı bir sahne düzenine geçilmeli.  

Aşağıda da, ntvmsnbc'nin "Yılların Öğrettiği" serisindeki Yıldız Kenter ve Serra Yılmaz röportajlarından ortaya karışık bazı beyanatlar var. İşte insanla insanın arasına giren oyuncu, işi buralara, bu iddialara kadar getirmiş:

Y.K.

S.Y.

S.Y.

Y.K.

Y.K.

04 Eylül 2011

Edebinizle ısrar edin

Ben şimdi yazıyorum ama bahsedeceğim alternatif tiyatro mekanlarının medyayla ilişkilerini konu edinen söyleşi, ta yaz başında yapıldı; Beyoğlu civarlarında konuşlanmış yedi işletmenin bir araya gelerek oluşturdukları girişimin düzenlediği sohbet serisinin bir ayağı olarak.

Bu mekanların hikayesi birçok açıdan enteresan. Tümünü göremedim ama bildiğim kadarıyla bu mekanlar arasında, "sahne" olsun diye inşa edilmiş bir mekan yok. Bir pasajın içine sığınmış olanı da var, sahnesinin ortasından iki kolon geçeni de, bir binanın alt katındaki araba garajından devşirilmiş olanı da. Mekanlarda tabelaya çıkan repertuvarın da oldukça sıradışı oyunlardan oluştuğunu eklemek lazım. Mekanlar zaten mimari özelliklerinden başlayarak belirli şekillerde yorumlanabilecek nitelikteki oyunların tercih edilmesine neden oluyorlar. Ama benim için enteresanlığın zirvesi, bu ucube mekanlarda tiyatro yapan insanların birleşmeleri, ortak hareket etmeleri. Tiyatro alanı standartlarında, bütün mekânların birbirlerine ölümüne düşman olması, oyuncu ve işletmecilerin de bilumum internet forumunda allahlık bir dil ve üslupla, çıldırtıcı (ama gerçekten çıldırtıcı) tartışmalara girişmeleri gerekirdi. Halbuki bu işletmeler güç birliği etmiş [1] durumdalar.

İşte bu el ele vermiş, güç birliği etmiş alternatif mekanların bahsettiğim sohbet serilerinden bir halka, "medya ve tiyatro ilişkileri" gibi bir konuya ayrılmıştı. Nasıl ederiz de bu alternatif mekan hareketinin yaygın basılı ve görsel medyada daha fazla yer bulmasını sağlayabiliriz gibi bir soru eşilip deşilecekti. Katılımcılar: Radikal'den Cem Erciyes, NTV'den Yekta Kopan, Milliyet'ten Asu Maro ve Cumhuriyet'ten Özlem Altunok'tu. Biz salona girdiğimizde Yekta Kopan konuşuyordu. Kendisinden başlayarak hepsi sırayla söz kendilerine geldiğinde ağlayıp sızladılar. Sayfa sayısı az, zaten topun ucundayız, yerimiz dar, acil durumda ilk feragat edilecek dakikaları ve sayfaları biz yapıyoruz, üstlerimiz durumdan tamamen bihaber, tiyatro 'satmıyor', okunmuyor, insanlar ilgi göstermiyor (C.Erciyes: "sanatların popülerlik hiyerarşisi"), bazen çalıştığımız kurumun sponsor olduğu bir etkinlik oluyor, onu görmek zorunda oluyoruz, elimizde eleman yok, bütçemiz yok, yetişemiyoruz, yetiştiremiyoruz, vesaire vesaire... Sazı eline alan başlıyor. Bir de ekstra sinir bozucu olan, durum tespitlerini bu durumlara eleştirel bakarak, değişim için ne yapılabileceğinden bahsederek yapmayı filan ışık hızıyla geçip yarı alaycı bir üslupla yapmaları --bilhassa Cem Erciyes cynicism'in gözüne vurdu ha vurdu. Aralarda utangaç elimden gelen budur'lardan övünçlü yaa bakın bu şartlarda bile davaya hizmet ediyorum'lara uzanan kişisel parantezler de açılıp kapandı tabii. Ama sonuçta o kadar saçma sapan bir durum oldu ki, konuşmaların sonunda bozuk bir sinirle, basın mensuplarından toplum olarak kendilerini soktuğumuz zor durumlar nedeniyle özür dilememiz gerektiğini düşünmeye başladım; asla değiştiremeyecekleri, verili buldukları, azıtmışlığında hiç pasiflikleriyle pay sahibi olmadıkları durumların içinde mücadele edip yine de kendilerinden iyilikler neşet ettirebilen bu mucizevi insanlara çok ayıp ediyorduk!

Galiba kimsenin bu durumlarla bir derdi yoktu ki, seyircilerden gelen soruların geneli "Evet bu böyle, peki şimdi ne yapıyoruz?" eksenindeydi ve tartışmayı pratik bir çerçeveye taşıdı. Ne yapmalı, ama bu şartlar dahilinde, şartları dert etmeden, yine de sinekten yağ çıkarabilmek için ne yapmalı. Yeni tiyatro topluluklarından gelen genç arkadaşlar arasında, işi büsbütün kendi gruplarını tanıtmaya ve bir nevi bu kültür sanat duayenleriyle networkleme çabalarına çevirenler oldu [2]. Yazının başlığına aldığım ve bence günün manşeti durumundaki "edepli ısrar" lafı da bu arada ortaya çıktı. Basın mensupları, kendilerini tanıtma derdindeki tiyatro gruplarına edeplice ısrar etmeyi önerdiler. Kastedilen şu:  çok meşgul olduğumuzdan, çok çalışmamız gerektiğinden, ertesi günü kovaladığımızdan, tempomuz aşırı yüksek olduğundan (ağlamalı girizgâh elbette), çok çok fazla kaynaktan haber geldiğinden [3], sizin sizi tanıtmamız için bize yollayacağınız basın bülteni muhtemelen arada kaynayıp gidecektir. Bir geri dönüş alamazsanız yılmak yok. Yeniden yollayın. Kendinizi bize gösterin. Hatırlatın. Israr edin. Ama bunu yaparken de su kaçırmayın. Kararlı şekilde tekrar yollayın, görene kadar. Şık bir ısrar olsun. Lanet ettirmesin de, azminizi takdir ettirsin. O zaman seve seve görürüz.

(Burada şair artık kendini tutamayarak "MEDYA SEN KİMSİN, NE ARA BU OLDUĞUN ŞEY OLDUN VE BİZDEN NE İSTİYORSUN?" diye haykırıyor.)

Her şey olması gerektiği gibi, bir tek tiyatrocunun ısrarı ya da ısrarında edebi eksik! Bunu derken oradaki tiyatro gruplarına ve etkinliği düzenleyen mekanlara gerçekten yardımcı olmak istiyorlar, ama yine de bu yardımcı olma önerisinin sakilliği son noktada. Öneri diye ağızlarından ilk elde ancak o kadar ağlayıp sızlandıkları düzenin tüm rollerini aynen onaylayan, pekiştiren bir kurgu çıkabilmiş oldu. Bir de, tiyatro gruplarına haber olmaya çalışmaktan ziyade, köşe yazarlarını yanlarına çekmeye çalışmayı önerdiler. Hıncal nasıl bir yeri yazdı mı orası patlıyor, o hesap. Burada galiba, haberi kim göreee, kim okuya, halbuki köşe yazarlarının sıkı takipçileri var, bir kişkilediler mi [4], orayı yıkarlar, gibi bir mantık vardı. Genel gazete okuyucusundansa pirlerince tavsiye edileni uygulayan bu "hedef kitleye" atış yapmak daha verimli olur diye düşünülüyordu. Ve son bir not: bunları önerenler de, mevcut medya alanı içerisinde bu kültür-sanat mekanları açısından bulunabilen en "iyi polis" insanlar. En yüreklilerin genel çerçevesi bu, geri kalanlara bilmem ne demek lazım.

...

İnsan bir noktadan sonra gazetecilere kızmayı da fuzuli görmeye başlıyor. Bence alternatif mekanların onları geçip bulundukları yolda ilerlemesi gerekir. Gazeteciler ne ahlaken meşru, ne de 'hakikaten' bir temeli ve bir geleceği olan sanal konumlarında, bırakınız debelenip dursunlar. Gelip kendilerini vurana kadar hiçbir uydurukluğa ses çıkarmayıp uyuşuk uyuşuk uyuklasınlar. Hem bu insanlardan amaçlanan faydayı sağlayacakları da yok ki: amaçlanan, değiştirilip dönüştürülecek bir kitle oluşturma ideali olsa da buna bu medyaya yaslanılarak ulaşmak mümkün değil; sırf gemiyi yüzdürmek, mekanı döndürebilmek, ayakta kalabilmek olsa da. Gerçekten, filanca yerde filanca oyun var diye haber yapsalar, veya köşelerinde ey cemaat şu oyuna gidin diye övseler tam olarak "ne yazar"; bunu ben kestiremiyorum. Bununla mı abat olacak alternatif tiyatro mekanları? Bütün unsurlarıyla bir alternatif sunma iddiasındaki bu girişim neden kendini tanıtma konusunda böyle modası geçmiş usûllere tevessül etmek zorunda olsun ki? Ben kendi payıma, seyirci kitlesinin gönüllü SAADET ZİNCİRİ modeliyle, yani bir köşesinden halaya dahil olanın hemen beraberinde birkaç arkadaşını da bu mekanların etrafında oluşan kitleye dahil etmesi yöntemiyle büyümesinin, filanca gazetecinin yazarak çizerek oyunları tanıtmasından daha etkili olacağı düşüncesindeyim. Bir asabiye sahibi bir müdavimler heyetine böyle böyle ulaşmak, yaygın medyada konuşlu yıldızlar onu trendy gösteriyor diye oyun izlemeye gelecek yüzer gezer kültür-sanat ürünü "tüketicilerinden" müdavim yaratmaya çalışmaktan daha yerinde bir çaba gibi geliyor. Belki bu yolla kalıcı sonuç elde etmek biraz daha fazla zaman alır ama sonuçta olması gereken olur. O "zaman" da yalnızca bir değişken: belirli bir estetik/politik kaliteyi tüm mekanlarda tutturarak, pazarlama alanından geçici süreliğine ve erdemli yollarda kullanılmak üzere bazı taktikler ödünç alarak, müdavimlere bir cemaat oldukları hissettirilip gerekirse onlardan da sorumluluk almalarını isteyerek bu zaman kısaltılabilir, süreç hızlandırılabilir. Yeter ki muhtaç olunan kuvvetin, hem tiyatroya hem topluma yabancılaşmış, herhangi bir yöne doğru gitmeden topallayan medyada değil de bu girişimin damarları arasında zaten dolaşmakta olan müdavimlerde olduğu görülsün.  

-----
[1] Güç boşuna biriktirilmiyor. Öyle çok fazla tartışma takipçisi olmamama rağmen birkaç yerde, nispeten daha 'sıradan' tiyatro yapan kişilerin yazıp çizdikleri arasında, bu mekanlara ve burada yapılan tiyatroya ufak ufak çakıldığını gördüm. Hafif popülist bir yaklaşımla, ödenekli ve geniş-salon-kapasiteli-özel-tiyatroların (en azından prensipte) daha fazla sayıda insana hitap etmesi, bu alternatif mekanlarınsa daha az kişiye ulaşabilmesi üzerinden vuruluyor: "Tamam, bu da lazım, bu da iyidir, bunu da yapın, ama tiyatroyu bu sanmayın!" gibisinden. Elbette ki esas tiyatro, çakıcıların yaptığı. Alternatif salonlara bu arada bir de marjinallik yaftası asılıyor; bu mekanlar, 100 kişinin kendi arasında top çevirdiği kurtarılmış bölgelere indirgeniyor. Kitleselleşme, kitle yaratma ve onu dönüştürme konusunda alternatif mekanlara hiçbir artısı olmamasına rağmen, nicel olarak daha fazla sayıda insana seslenen, kendini oraya koyuyor işte; "biz hayatın kalbindeyiz, sizler fildişi kulelerdesiniz" demeye getiriyor. Karşı taraf bu konularda pek topa girmediyse de tiyatro ödülleri konusunda biraz ses yükseltildi. Yine de şimdilik açıktan sürdürülen bir mücadele olduğunu söylemek yanlış olabilir. Bunlar, dediğim gibi, arada geçerken yapılan ufak çakmalar. Fakat ben güçlerini birleştiren bu mekanların güç sarf ederek kendilerini, başkalarını ve tüm tiyatro alanını yeniden şekillendirme biçiminde gayet güçlü bir irade taşıdıkları kanaatindeyim ve ileride daha kafa kafaya çakışmalar görülecektir bana göre.
[2] Bu gençlerin en extrovert'ü bir kız, toplantı tamamen bittikten sonra da konuşmacıların etrafında fır dönüp durdu. Mesela: gazetecilere yandan yandan yanaşmasını unutamadığım bu kızcağızın şimdi adını sanını unuttuğum topluluğu, --nasıl olacaksa-- tiyatroda çığır açsa, fevkaladenin fevkıne geçse de ben gidip oyunlarını görmem. Derdi çok başkaydı ve bu çok belliydi.
[3] Burada söyledikleri --gerçi hiç bulunmayacak, tahmin edilmeyecek şeyler değildi ama-- benim için aydınlatıcı oldu ve basının geneline dair de bir şeyler içeriyor. Bu insanlar artık gidip haber avlamak, haber kovalamak safhalarını çoktan geçmişler. Artık ofislerinde oturuyorlar, dünya bunları haberle besleyip duruyor, bunlar da önlerine yığılan malzemenin arasından bir şeyler seçip haber oluşturuyorlar. Öyle bir genel-değerlendirici konumları var: toplum her şeyini bize sunar, biz içinden seçip değer gördüklerimizi topluma geri yansıtırız. Ne zaman, ne şekilde toplumun üzerine böyle çöreklenmişler bilemiyorum ama tamamıyla haksız bir konum olduğunu düşünüyorum. Bağlantılı olarak şöyle bir gerçek üretiyoruz: basın içinden bir mevki edinerek topluma hitap etme ayrıcalığına kavuşanlar sıradan vatandaşlara yalnızca bir tek üstünlüğe sahipler: olup bitenler hakkında hepsinden daha fazla bilgileniyorlar. Yani hikmetini beğendiğiniz gasteci o hikmeti sokaktan bulmuyor, kendisinden de çıkarmıyor, hayvan gibi beslendikten sonra bula bula onu bulabiliyor veyahut da gerizekalı gazetecinin gerizekalılığı bu bilgileyle beslenme imkanına rağmen o kadar feci durumda.
[4] Kişkilemek: Yukarı Etlik/Ayvalı Keçiörencesinde, bir sokak köpeğini "Yürü kişkişkiş! Sarı kişkişkiş!" gibi bağırtılarla bir yere veya bir şeye saldırması için teşvik etmek.

22 Ağustos 2011

Hayır!

Savaş sonrası ve karşıtı literatürün önemli parçalarından birini, Wolfgang Borchert [1] imzalı "Yapacak tek bir şey var![2] takdim ediyorum. Aşağıda. Umalım ki bir gün bu metin, okuyanlar için güncele çağrışımlar içermeyi kessin ve tarihi bir belge konumuna gerilesin.

Sen. Fabrikada, makine başındaki adam. Yarın sana su borusu ve tencere yapmayı bırakıp çelik miğfer ve makineli tüfek yapmanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Tezgâhın arkasındaki ve bürodaki kadın. Yarın sana el bombası doldurmanı ve tüfeklere dürbün takmanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Fabrikatör. Yarın sana bebek pudrası ve kakao yerine barut üretmeni emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Laboratuvardaki araştırmacı. Yarın sana insan öldürmenin yeni yollarını bulmanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Odasında oturan şair. Yarın sana aşk şiirleri yerine nefret şiirleri söylemeni emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Hasta başındaki doktor. Yarın senden askerlere sağlam raporu yazmanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Kürsüdeki papaz. Yarın sana öldürmeyi yüceltip savaşı kutsamanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Buharlının kaptanı. Yarın sana buğday yerine top ve tank taşımanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Uçak pilotu. Yarın sana şehirlere fosfor yağdırmanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Dükkândaki terzi. Yarın sana üniformalar dikmeni emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Yarın sana olağanüstü mahkemeye çıkmanı emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Demiryolcu. Yarın sana asker ve cephane taşıyan trenlere işaret vermen söylendiğinde, yapacak tek bir şeyin var: HAYIR de!
Sen. Taşradaki adam. Sen. Şehirdeki adam. Yarın sizi asker yazmaya geldiklerinde, yapacağınız tek bir şey var: HAYIR deyin!

Sen. Normandiya’daki anne, sen, Ukrayna’daki anne. Sen, San Fransisco’daki ve Londra’daki anne. Sarı Nehir boylarındaki, Mississippi boylarındaki anne. Napoli’deki, Hamburg’daki, Kâhire’deki ve Oslo’daki anne -- tüm kıtalardaki anneler, dünyanın tüm anneleri, yarın size cephe hastaneleri için hemşireler ve yeni savaşlar için askerler olacak çocuklar yetiştirmenizi emrettiklerinde, yapacak tek bir şeyiniz var: HAYIR deyin! Anneler, HAYIR deyin!

Çünkü eğer HAYIR demezseniz, eğer hayır demezseniz SİZ, anneler, o zaman:
o zaman:

Gürültülü, dumanlı ve tozlu liman şehirlerinde büyük gemiler sessizce inleyecek ve boğulmuş devasa mamut cesetleri gibi, metruk rıhtımlara miskince çarpa çarpa suda süzülecek; bir zamanlar parıldayarak kükreyen, ama artık cıvık çürük balık kokan su mezarlıklarında çürümekte olan teknelerin üzerinde yosunlar ve midyeler büyüyecek.
Tramvaylar, terk edilmiş, çukurlarla dolu sokaklarda, çatısı delik deşik harabe hangarların arkasında ve karışmış kablo ile paslı ray iskeletlerinin yanı başında, göçmüş, bozuk halde yatan ve tel tel dökülen, hissiz, fersiz, cam gözlü kafeslere dönüşecek.
Çamur renginde, lapa kıvamında, kasvetli, hırslı, durdurulamayan bir durgunluk, okulların, üniversitelerin, tiyatroların, spor alanlarının ve parkların üzerine çullanacak ve hepsini tüketerek büyüyecek.
Güneşte olgunlaşmış şarap harap bağlarda, pirinçler kurumuş çeltiklerde çürüyecek, patatesler terk edilmiş tarlalarda donacak, inekler ölümün taşlaştırdığı bacaklarını --ters duran süt sağma tabureleri gibi-- cennete doğru uzatacak.
Araştırma merkezlerinde büyük doktorların bulduğu yeni ilaçlar küf ve mantarlara dönüşecek.
Mutfaklarda, yemek odalarında, kilerlerde, ambarlarda, depolarda kalan son un çuvalları, son çilek, balkabağı ve vişne suları bozulacak. Ters dönmüş masaların ve parçalanmış tabakların altındaki ekmekler küflenecek, ekşimiş tereyağları arapsabunu gibi kokacak; hububat tarlalarda, paslı pullukların yanında, bozguna uğramış bir ordu gibi öylece yatacak ve fabrikaların bacaları devrilecek, otlarla kaplanacak ve sonsuza kadar dağılacak, dağılacak, dağılacak.

O zaman deşilmiş bağırsakları ve kirlenmiş ciğerleriyle, yalpalayan yıldızların ve zehir saçan bir güneşin altında yalnız ve yanıtsız kalan son insan, devasa beton kütlelerinden ibaret metruk şehirlerin soğuk putlarının ve toplu mezarlarının arasında gezinecek; bir deri bir kemik kalmış, küfürler saçan, lanet eden, suçlayan, çıldırmış bu insan ve onun korkunç “NEDEN?” çığlığı, çöllerde duyulmadan ölecek -- insan adlı hayvandan kalan bu son haykırış, yıkıntıların arasından fısıldayarak, kilise ve sığınaklardan kalma harabe taşları yalayıp geçerek, kan havuzlarında dibe çökerek solacak.

Bunların hepsi yarın kapımızda olacak. Yarın. Belki bu gece hatta. Belki bu gece. Eğer... Eğer... Siz HAYIR demezseniz!

-----
[1] W.Borchert henüz 26 yaşındayken, 1947'de ölmüş. İkinci Dünya Savaşı boyunca Wehrmacht altında çekmediği kalmamış. Bu sürece Doğu cephesinde sıcak temas esnasında bir parmağının kopması, askerden kaçmak için kendini yaralamakla suçlanmak, hapis cezası, ayaklarının donması, hastalık, rejim aleyhine faaliyetlerinden ötürü, Goebbels'in taklidini yapmaktan ötürü yeniden hapis cezası, esir düşmek, esir kampına taşınırken firar etmek, 600 kilometreye yakın bir mesafeyi yürüyerek Hamburg'a dönmek gibi inanılmaz tecrübeleri olmuş. Savaş esnasında yaşadıklarından kalan hastalıklarını atlatamamış. Öldüğünde yayımlanmış sadece bir şiir kitabı ve kısa ama ciddi anlamda çarpıcı dev bir oyunu (Kapıların Dışında) varmış. Bu şiir de, bazı yerlerde yazdığı en son yazı şeklinde geçiyor. İnternette bulunan versiyonlarında biraz bulamaç havası olduğundan İngilizcesini, Almancasını, transleyti ve bilumum sözlüğü açıp yeniden çevirdim. Sürç-i lisan varsa affola.
Savaştan döndüğü Hamburg'da bir umut besleyebileceği bütün kapıların bir bir yüzüne kapanışını gören Çavuş Beckmann'ı konu edinen ve "hiçbir tiyatronun oynamak, hiçbir izleyicinin de görmek istemediği" oyun Kapıların Dışında, Altıdan Sonra Tiyatro topluluğu tarafından sahnelenmekteydi ve önümüzdeki sezon tabelaya çıkarsa görmemiş olanlar mutlaka ama mutlaka bu oyunu görmelidir.
[2] Şiirin orijinal başlığı, "Dann Gibt Es Nur Eins!" şeklinde. Metni ve bir İngilizce çevirisi, şu adreste var. Oradaki çeviren de kendine biraz serbestlik hakkı tanımış gibi bir izlenim edindim.

17 Haziran 2011

Ustalara ve uzmanlara saygı kuşağı

Son senelerde işin teorisine dalıp çıkmalar yaptığım oldu; ek olarak, ustaların pratikte ne kadar önemli olduğuna dair şu son sene içinde birkaç an yaşadım ve böylece bir işin ustası olan, bir konuda uzmanlığı olan kişilere saygım zirve yaptı. İşin teorisi dediğim, entelektüeller sosyolojisi diye başlayıp bilgi sosyolojisine kadar uzanan bazı okumalar. Türkiye'de üzerine öyle çok fazla düşünülen bir husus değil. Daha doğrusu, entelektüel nedir, toplumla ilişkisi nedir türünden 20. yüzyıl sorularına bulaşmamış ve de (20. yüzyılda hep olageldiği gibi) kendini ideal entelektüel, muarızını da sözde-entelektüel ilan etmemiş kimse yok; fakat bu araştırma alanının son onyıllarda geçirdiği değişimin ucundan kıyısından tutmaya ve biraz daha doğru dürüst düşünmeye kimse niyetlenmemiş. Doğal olarak da uzmanlık sorusu henüz yurdumuza gelmeyi bekliyor. Halbuki uzmanlık, ustalık, pratik bilgi, bunların toplumsal hayata olan etkileri falan gibi konular habire eşeleniyor.

Yok, oradan gidip kafa ütülemeyeceğim. O kafa ütülemeler teze kalsın. İşin pratiğine geçeyim; pratik dediğim, bazı ustalarla olan maceralarım. Ustadan kasıt da elbette ev işleri ustaları. Mesela elektrikçi, kablo TV adamı gibi; evet, o kadar pratik bu sefer! Hemen hemen hiçbir anekdotal değer taşımayan bu ufak epizotlar hep benim ustalara saygı duymamla sonuçlandı. Bu saygıyı usta, seni kendi freymof refrınsına çekerek yapıyor; kendisi yaratıyor. Bu çekilmenin iyice mistik bir hal aldığı bir örnek altı yedi sene önce, Ankara'da olmuştu. Bir gün belki ayrıntılı bir şeyler yazma imkânım olur: hat sanatına karşı bir ilgim var. Boş değilim. Ulus'da, Sulu Han'da bir hattatı söylemişlerdi. Gidip yanına oturdum. Yanında türbanlı bir öğrencisi de vardı, besmele yazıyordu hatta. Adam ne zaman ağzını açtıysa uhreviyattan kodlar saça saça konuşmuştu. Beni ikirciklendiren bir şey; çünkü hatta ilgim var amma dini endoktrinasyonlara, bir üstad tarafından manen-ahlaken adeta kalkındırılmaya hiç gelesim yok. Neyse, hocanın kurs için istediği aylık 50 YTL de fazla gelince ders almayacağım belli olur gibi olmuştu, o noktada hoca bana hiç alakası yokken Zafer Çarşısı'ndaki sergicilerden onun adresini almamın, sonra gelip onu bulmamın değerlendirilmesi gereken bir İKRAM olduğunu söyledi. İkram derken, elbette kalecinin forvete golü adeta ikram etmesindeki veya eve gelen komşuya elma-mandalina tabağı getirmekteki gibi bayağı değil elbette. Büyük i'li İkram (yani yazıyor olsa herhalde büyük harfle yazardı), Allah'tan geliyor. O hattatı hattat yapan anlamlar evreninin içinde kalan bir kavram, orada bazı başka kavramlarla bağlantılı olarak anlamını buluyor. Usta, ondan ders almam söz konusu olduğu için, benim o hana gelene kadarki serüvenimin adını kendine göre koyma hakkını kendinde görüyor ve bunu da başka bir şeye değil Allahın cömertliğine bağlıyor. Dolayısıyla ağzını açtığı anda kendisini usta, karşısındakini çömez olarak adlandıran bir düzenin içinden konuşuyor. Açık oynuyor. Kuralları kabul edersen buyur içeri gir; sana da ufak bir yer tanıyacak (çırak, çömez, vs.); sen oradan başlayıp kendi konumunu yavaş yavaş inşa edeceksin.

İflah olmaz modernlik hastalığından olacak, bu ikram sözü benim üzerimde ilk anda hemen hemen hiç etkili olmadı; ders almadım. Ama bu yukarıdaki lagaluga da (yani hattatın ikram sözüyle beni ağına çekmeye çalışıyor olması da) üzerinden süre geçtikten sonra kafama dank etmişti. Neyse, mistik ustanın mistik otoritesiyle uğraşacak halimiz yok, daha modern, daha seküler ustalık hikayelerine gelelim. Uzmanlık bu sefer itiraz edilemezliğini nereden alıyor? Herkes için işlerliğinden gibi bir şey denebilir mi? Evdeki priz yerinden cörtleyince bir elektrikçi çağırmıştım, orada öyle olmuştu. Adam gelip yaptığı işe (priz değişimi) kıyasla çok fazla gelen bir para (25 miydi 30 muydu ne) almıştı. Demişti ki, şimdi sen bunu anlamazsın, yamuk takarsın, iki ay sonra yine düşer. Öylesi uzun vadede daha pahalıya gelir. Bu işin ustası benim, benim taktığım on sene gider, vs. Ben de bu sözlerin ikna ediciliğinden ziyade okumuş adam condescension'ına girişerek ikna olmuştum bu işin gerçekten bu parayı eder olduğuna. Yoksa yine de fazlaydı bence. Aslında orada da adam biraz trik çekip beni ikna etmiş. Bu sefer baştan ikimizin arasında çırak çömlek ilişkisi yok. Bir hamleyle hem beni sözde yüceltiyor, hem de aramıza nitel bir fark koyuyor. Kendisini dokunulmaz kılan bir fark. Onun ustası o, fiyatını da tartışmayacak, elektrik bilgisini de. Sen de bomboş bir şekilde seni koyduğu tepedeki sandalyene otur dur okumuş adam.

Ben öğrenciye hiçbir uzmanlık kazandırmayan bir bölümde eğitim aldım. Birkaç tane belirgin rota var, KPSS ve memuriyet, veya akademik kariyer gibi. Bizim bölümü bitiren ve bu yollara sapmayan arkadaşlardan herhangi on tanesini mezun olduktan on sene sonra bir araya getirseniz, büyük ihtimalle aynı işi yapan iki kişi bile bulamazsınız. Nerelere nerelere savrulanlar oluyor, böyle saçmalık olur mu? Herkes için standart olan sapmalar hakkaten sapmış birkaç kişinin işi olmalı, geri kalanların da ne yapıp edeceği biraz belli olmalı, öyle değil mi? Belki okul bizi bize pazarda iyi iş görecek şekilde esnek programlanmış eleman taslakları olarak satmaya çalışırdı; ama işin aslı okulu bitirdiğimizde elimizde hiçbir şey yoktu. Ben, tamam sen oldun dendiği anda bana verilmiş olan şeyin yarım yamalaklığının farkına vararak onu yerinde tamamlama arayışına girebilmemi büyük bir şans olarak görüyorum. (Şans diyorum ama, ayrıcalık anlamında değil, rastlantı anlamında; burada bir ayrıcalık olan şey, insanın kendini tamamlama arayışı. Bunu sana birinci yarını veren yerde yapmak olabilir de, olmayabilir de; oranın bunun için en iyi yer olduğunu iddia etmeyeceğim. Hatta tam aksine, kendini açık denizde tamamlamaya çalışanların mücadelesi daha saygın görünüyor bana.) Öyle ki, bana bu skhole'yi sağlayan bursumdan bile tesadüfen haberim olmuştu. Şimdi bir allahın belası olarak sosyal bilimler alanında doktora yapmaya çalışan kişinin şöyle bir enteresanlığı söz konusu: bir uzmanlık edinme şansı var; ama bu uzmanlık, başkasının işine yarayıp yaramayacağı belirsiz olan bir şeylerin peşine iyi düşme uzmanlığı. Burada uzmanlık adını hak eden bir uzmanlık, hayatın bütününe kıyasla çok çok çok dıdısının dıdısı ayrıntılığında kalmaya mahkum. Onu aramaya devam ediyoruz ama ta en başta NET, itiraz edilemez, herkes için geçerli bir uzmanlığımız olsaydı, bir şeyin ustası olsaydık galiba herkes için işler daha kolay olurdu. O kadar yarım halde bırakılmayan pek çok yaşıtımız vardı. Musluk şöyle değiştirilir, şu kabloyu oraya bağlaman gerekir, mastik böyle çekilir, bu ameliyata giren adama şu kadar narkoz verilir, şu kelime şu anlama gelir, senin durumun şu sayılı kanunun şu maddesine tekabül ediyor, karışıma şu maddeden de eklemen gerekir, bu hayvan bu ottan yerse ölür, OK-KADAR! Hem kendin zaten kurulu geliyorsun, hem de karşındakini gönlüne göre kuruyorsun. Öbür türlü şu iki günlük dünyada kendime bir yer edineceğim diye işin yoksa uğraş dur...

Neyse, pek anlamlı olamamış bu yazıya Almancı gençlerle bir kapanış. Aşağıdaki video gerçekten müthiş bir video. Gerçi bu adam gençlere sadece doktor savcı ve avukat olmalarını öneriyor ama eğer meramını yalnızca "okumak" olarak anlatsaydı ve bir şekilde bununla da sosyal içerikli bir şeyler okumayı kastetseydi tam bana göre olacaktı: kendilerine genelcilik, uzmanlıksızlık pompalayan zalim adama karşı meslek ve uzmanlık isteyen zekalı gençler. Olacaktı; şimdi tam öyle değil. Ama yine de gençleri kendi çapımda takdir ediyorum. Uygun gördükleri yollardan yürümek istiyorlar. Bu duruş bir de uzmanlıksız genelciliği lanetleyen bir bilinçle birleşirse ne güzel olur.

12 Haziran 2011

Seçimler ve ben

Oy verme davranışım hakkında açıkça mertçe Türkçe bir açıklama yapmak istiyorum:

Efendim; bu sabah, takriben 08:01'de, traşımı olmuş, losyonumu sürmüş, takım elbisemi ve papiyonumu takmış bir vaziyette başka zamanlarda korsan CD ve DVD (oyun, proğram, PC, PS, müzik, Avrupa sineması, festival filmleri [-Bunlar festival filmi mi? -Yok, festivaller şu (ta)rafta] ve alelade Hollywood filmleri) menbağı olarak vatandaşlara hizmet vermekte olup seçim günlerinde ise 1945'ten beri çok partili formda cereyan eden 125 senelik şanlı demokrasimizin yüksek mabedlerinden biri haline gelen Sinanpaşa İş Merkezi'nde yerimi aldım ve Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu'nun (diyenler var; bence Bloku'nun) adaylarından sayın Sırrı Süreyya Önder beyefendiye bir oy kast ettim. Geçen seçimlerde, bulunduğumuz bölgede sadece en fazla 1 MV çıkarabilecek kadar oya karşılık, bugün "Bloğu" olan siyaset, aday sayısını ikiden bire indiremeyince, iki aday da seçilememişti. Toplam oyları 75 bini bulan bu iki aday avuçlarını yalarken, bölgenin son milletvekili, CHP'ye gitti 417000/7=59 bin oyla (Birer MV çıkarabilecek durumda olan Genç Parti ve Saadet'in barajı aşamaması da son MV barajının 59 bine düşmesinde pay sahibi idi.)[2]    Bugün bu bölgede resmi rakamlara göre 2.485.425 tane seçmen bulunuyor. Ortalama %85 katılım, %47-%27-%12 gibi bir dağılım düşünüldüğünde geçen seçimdeki iki adayın toplamı bu seçimde de bir bağımsız adayın seçilmesini sağlayacak ve SSÖ de milletvekili olacak. Bir önceki seçimde Ankara'dan İstanbul 1. bölgede oy kullanıp Ufuk Uras'ın seçilmesini sağlayan sevgili arkadaşım Muhip'e kendisine ait bir vekili olduğu için gıpta etmiştim; önümüzdeki dört sene boyunca ben de aynı konumda olacağım.

...
.

AMA
..

Bununla birlikte bu seçimime dair bazı şerhler düşmek istiyorum. Kayıtsız şartsız bir evet şanımıza yakışmayacağından, bir tane oy verip ondan sonra o oyu adayın burnundan getirene kadar itirazlarda, şerhlerde, yorumlarda, böbürlenmelerde bulunmamız gerekir. SSÖ'nün koltuğunda ~80 binde bir hisse sahibi biri olarak evet'imin anlamını anlatıyorum:

Sevgili SSÖ, ben "Yeni anayasa yapılacak, bu insanların masada olması lazım" fikriyle oy vermedim. Öncelikle, yeni anayasa yapılacağını sanmıyorum. Yeni anayasa gerektiği iddiası son zamanlarda herkesin üzerinde boşça mutabakat ettiği bir şeye dönüştü, farkındayım; fakat yine de ben herkesin bunu istemediğini, en azından herkesin fikrine göre, ülkenin müreffeh yarınlara ulaşmasını engelleyen Anayasa maddelerinin başka başka maddeler olduğunu düşünüyorum. Yani iktidar partisi bu Anayasanın ayrı bir kısmından hoşnutsuz, muhalefet ayrı bir kısmından, kurumsal-siyaset dışı eşitlik ve özgürlük savunucusu odaklar ayrı bir kısmından ve bunlar da neredeyse tamamen temassız. Aradaki iktidar dengesizliklerinden ötürü (ama sadece ondan ötürü değil) Habermasçı bir herkes-meydana-gelir-içini-döker-asgari-müştereklerde-buluşulur sürecinin [3] yaşanacağına inanasım gelmiyor: AB havucunun peşinden koşulan 2004'lerde falan biraz buna uzaktan benzeyen şeyler oldu ama öbür türlü bu hiç olmadı ki? Bu yüzden 8.5 yıldır kazanan formül işlemeye devam eder sanki? Bu TBMM heyeti de sırasını savar, gider.

Sevgili SSÖ, yeni anayasa yapılacağına, birilerinin buna bir katkı verebileceğine inansam zaten sana değil, CHP'ye oy verirdim. Bunun nedeni, aday olduğun bölgede Sezgin Tanrıkulu'nun da aday olması. İkinizi de medyadan tanıyorum ama onun credential'ları bana daha makbul geliyor. Burada benim uzmanlığa olan saygım ve sevgim ön planda: bir anayasa komisyonu sandalyesinde yıllarca hak ihlalleri konusunda alanda çalışmış bir uzmanın oturmasını, kendime daha yakın bulduğum, sözleri çoğunlukla içimin yağlarını eriten başka birinin oturmasına tercih ederim. Çünkü orada başka hesaplar dönecek: rakibin yasaya, tüzüğe, teamüle dayanan salvolarını alt etmek ve oralardan halkçı sonuçlar çıkarabilmek için vicdanın sesi, yürekten gelen çığlık gibi modası geçmiş laflar değil, aynı kaynaklardan beslenen, benzeri noktalara atıflar yapan, rakibin dilini konuşan, onun söylemine yuvalanan başka türlü bir sözler gerekecek. Daha güzel sözler değil, daha doğru sözler gerekiyor ve bu doğru da asla mutlak veya soyut değil, hukuk-siyaset söyleminin yerleşmiş kurallarına göre doğru. Eğer bu doğru'lar doğru zaman ve yerde dispose edilip gerekli etkileri yaratmazsa, dört sene sonra vatandaşlar olarak bize kalan "sadre şifa verse" de, gönlü hoş etse de, YouTube'u çınlatsa da, aslında hiçbir işe yaramamış, somut sonuçlar hasıl edememiş lafla alt etmeler, "ayarlar" olacak.

Bağlantılı olarak sevgili SS abi, şunu da demezsem olmaz: medyadan sana yapılan yatırımı sevmiyorum. Yani medyanın siyasi yatırımlarını genel olarak sevmiyorum. Kampanyanı elden geldiğince izledim, Allahı var, her güne bir gezi, bir çarşı-pazar toplantısı koydun, ama aşağı yukarı her güne bir TV canlı yayınını da sığdırdın sayılır[4]. Gezileri, toplantıları büyük ölçüde parti il örgütünün (örgütlerinin) koordine ettiği fikrindeyim; bu durumda sen kabaca medya aracılığıyla gelmiş, medya aracılığıyla kampanya yürütmüş, medya aracılığıyla seçilmiş biri olacaksın. Senin oturacağın sandalye, meclisin alelade sandalyeleri içinde üzerine en uzun süre canlı yayın yapılmış sandalye, sana verilecek her oy pusulası da belki ikna edilmesi için en uzun gazete yazılarının yazıldığı pusula olacak. Bunu sağlıklı bulmuyorum. Seçim sürecindeki başka büyük adaletsizliklerin farkındayım ama yine de bir tek bağımsız adayın bu kadar görülmesi bence aslında adil bile değil. Medyanın bu kadar manipülatif olmasına, insanların değerleriyle bu kadar oynayabilmesine, birkaç senede birilerini hiç kimsenin tanımadığı insanlardan "kanaat önderlerine", söz ustalarına çevirmesine ve bu birilerinin seçimini de tamamen tesadüfi/afaki şekilde yapmasına tamamen karşıyım. Bir sefer eğrisi doğrusuna denk geldi ve sen benim "iyi biri" diyebileceğim biri olarak, köşe sahibi oldun, yazılar yazdın, aldın yürüdün ve şimdi de milletvekili oluyorsun. Bundan sonrası için ben medya içindeki "iyi polislerin" iyi birilerini bulup önümüze çıkarması ihtimaline dua falan edecek değilim, bunu istemiyorum. Çünkü bu büyük mekanizma, dönemden döneme önümüze bir Sırrı Süreyya çıkarıyorsa, ona karşılık her dakika bir kifayetsizler ordusunu büyütmeye devam ediyor. İyi polisler kırk yılın başı iyi ereklere adanmış bir köşe yazısı yazıyor, bir saat yayın yapıyorsa geri kalan 364 gün ve 23 saatte kötü işlere bilerek veya düzeltilmesi için hiçbir şey yapmayarak alet olmaya devam ediyor.

İşte bunlar da böyle ama'lar oldu. Ama sonuca etki etmedi. Bu son ama ile, yine de sana oy verdim. Çünkü oy kullanmamaktan daha değerli göründü. İkinci çekincemde dediğimin aksine, çok küçük bir grubun ferdi olarak birkaç fırsat bulup genel kurulu karıştırmanı da istiyorum açıkçası. Çok şeyler değişmeyecek olsa da insan gönlünün okşanmasına ihtiyaç duyuyor. Neyse, hayırlı uğurlu olsun.

-----
[1]: Seçimden önceki güne Taraf yazarı Emre Uslu'nun katakullisiyle uyandık. Sanki tamamen açık uçlu bir sürecin sonunda, gerçekten eline programı alıp, konuşmaları, adayları filan izleyip oyunun rengine karar veriyormuş gibi CHP'ye neden oy vermeyeceğini anlatmış. Ayol 1. Sen CHP'ye oy versen ne olur, vermesen ne olur; 2. Sen CHP'nin önüne çektiğin o kriterleri gerçekten kaale alıyor olsan tüm partileri onlara göre hakkaniyetiyle bir değerlendirirsin; o zaman da o barajı hiçbir parti geçemez. Neyse.

[2]: Burada MV sayısının nasıl belirlendiğini hatırlatayım: Ulusal barajı geçerek seçim çevresinden MV çıkarmaya hak kazanan tüm partilerin oyları yazılıyor. Sonra o oy sayıları sırayla bire, ikiye, üçe, dörde ve ne kadar koltuk varsa o kadara (X'e) bölünüyor. Bu bölünmeden sonra ortaya çıkan sayılar büyükten küçüğe sıralanıyor ve ilk X sayı milletvekilini kapıyor. Basitleştirerek şöyle bir örnek verebilirim: 300 bin oylu, 5 milletvekili veren bir seçim çevresinde seçime giren ve ulusal barajı geçen partilerden X partisi: 140 bin, Y partisi: 80 bin, Z partisi 50 bin, bağımsız bir aday da 20 bin oy almış olsun. Oyları sırasıyla 1'den 5'e kadar bölelim. XP: 140, 70, 46.6, 35, 28. YP: 80, 40, 26.6, .... ZP: 50, 25, .... Bölmeler sonucu ortaya çıkan sayıların ilk 5'i 14080705046.6 olduğu için, XP 3 tane, YP ve ZP ise birer tane MV çıkarırlar. Ama bağımsız aday 20 bin yerine 46 bin 700 oy alsaydı beşinci sandalyeye XP'nin üçüncü sıradaki adayı değil, kendisi oturacaktı.

[3]: Demokrasi teorilerinin gözbebeği olan bu süreci ülkemizdeki "Maape barajı aşarsa Anayasa süreci çıkmaza girer" köşeyazarlarıyla yan yana koyuyorum, süper kontrast alıyorum. Zaten hiçbir şekilde çıkmaza girmemiş, yağ gibi ilerlemiş ("Anayasa oylanacak, oyla!") bir süreç sonucu oluşturulmuş bir anayasanın üzerinde oturuyoruz; paşam o zaman nedir, nasıl yapalım bu işi? O çıkmazı erteleyerek, onun etrafından dolanarak yazacağın anayasa seni ne kadar götürecek ki?

[4]: Mesela seni konuk eden bu medya mensuplarının kaçta kaçı seni konuk alarak vicdan bile değil alenen VİJDAN yapıyordu; kaçı senin üzerinden suret-i haktan görünmeye çalışıyordu?

07 Nisan 2011

Selamlamaqla bahtiyar ïm

Eski fotokopilerin arasından çıkan enteresan bir şeyi sunmak için karşınızdayım. Malum, Mustafa Kemal Atatürk 16 Mayıs 1919'da ayrıldığı İstanbul'a ancak 1 Temmuz 1927 tarihinde, cumhurbaşkanı sıfatıyla geri dönüyor. Sunacağım şey, bu tarihte Dolmabahçe Sarayı'nda "İstanbul halkının mümessillerine" yaptığı konuşma, daha doğrusu o konuşmanın tuhaf bir biçimi. Konuşmanın içerik bakımından çok çok fazla bir önem taşıdığı söylenemez. Burada önemli olan, bu konuşmanın, Latin alfabesine yapılan ince ayarlarla oluşturulmuş Türk alfabesinin henüz kullanımda olmadığı bir döneme tekabül etmesi ve Türkçeyi Latin harfleriyle yazma denemelerinden birine konu edilmesi.

Bu denemeyi kopyaladığım kitabın adını sanını yazmamışım. Ancak yanılmıyorsam o döneme ait bir kitap, çünkü hem bu dört-beş sayfada bizim kullandığımız alfabeyle yazılmış Türkçe şeyler yok, hem de (yanlış anlamıyorsam tabii) belgenin ilk sayfasındaki Fransızca notlarda "Şöyle yapılacaktır, böyle edilecektir" gibi bir açıklama tonu var ve konuşma öne sürülen değişikliklerin bir uygulaması olarak sunulmuş. Kitabın Fransızlara Türkçe öğretmeyi hedefleyen veya bir Fransız tarafından önerilen bir alfabe sistemini tanıtan bir kitap olduğunu hayal meyal hatırlıyorum ama kesin konuşmayayım. (Bu da doğru kaynakçalama disiplininin gereğini-önemini belirten bir örnek olsun.)

Aşağıya pdf'i gömüyorum. Görüntüleyemeyenler şu adresten direkt belgeyi açabilir.

23 Şubat 2011

Cadının Bohçası

Geçenlerde Kumbaracı50'de Esmeray'ın “Cadının Bohçası” başlıklı gösterisini izlemiştik. Kumbaracı50'yi bilmeyenler belki en azından geçen sene olanları hatırlıyordur: Altıdan Sonra Tiyatro topluluğunun yarattığı bu mekân, “Yala ama Yutma” adlı misafir bir oyunun provaları esnasında Vakit gazetesinin çıkardığı yaygaraları 'gören' Beyoğlu Belediyesi insanları tarafından, acil çıkış merdiveni olmaması gerekçe/bahanesiyle bir süre kapatılınca gündeme oturmuştu. Sonradan merdiven yapıldı ve mekân hayata geri döndü. Vakit gazetesi bir aralar Cadının Bohçası için de bir yaygara koparmış fakat bu sefer görevli/sivil mü'minleri pek harekete geçirememiş, transseksüel, kemalist ve feminist Esmeray'ın, kültür ajanları tarafından gizli fon ödenen gösterisi aracılığıyla feminizm propagandası yapmasına, toplumun İslami değerlerine milliyetçilik yaftası yapıştırmasına ve masum dimağları kirletmesine engel olamamış. (İbareler tamamen Vakit'e aittir!) İşte mekân odur ve gösteri de odur.

Cadının Bohçası dramatik bir eser değil, bir tek kişilik gösteri. Tanıtım metninde şöyle deniyor: 
CB, ayrımcılıkların kesişiminde, hem transseksüel hem de Kürt olarak şiddete, milliyetçiliğe ve ataerkil değerlere karşı direnen bir feministin hikâyesi. Eşcinsellikten transseksüelliğe geçişinde feminizmin farkına vararak, seks işçiliğini bırakan ve kadın hareketinin içinde yer alan Esmeray'ın oyunu, gerek Kars gerekse İstanbul'daki toplumsal cinsiyet, etnisite ve sınıf ilişkilerini feminist bir perspektiften mizahi bir dille sunmakta.
[Bu metni bir feminist “scholar”ın şekillendirdiği nasıl da belli, değil mi? Maşallah Esmeray hayatı boyunca literatürdeki birtakım kavramlar çerçevesinde, onlar uyarınca yaşamış, yapıp ettiği her şey gelip bir kavramın dibine oturmuş. Bir kavramın prangayı çakmadığı hiçbir yaşantı parçası yok; olsaydı da zaten hemen kavramı üretilirdi. Şiddet karşıtlığı, eşcinsellik, transseksüellik, seks işçiliği, kadın hareketi, toplumsal cinsiyet, etnisite, sınıf ilişkileri... (Bir de gösterinin bir yerinde bizzat Esmeray tarafından dur durak bilmeyen bu kavramsallaştırmalara isyan edilmesi söz konusu, ki ne güzel bir ironidir!) Neyse ki, gösterinin kendisi bize bir scholar'ın aktarımıyla gelmiyor. Bu tanıtım metninin tanıttığı gösteriden bambaşka bir gösteri izledim diyebilirim ve bence de bu çok daha iyi oldu. Bana kavramların çizdiği kesinliklerin içinde usul usul akıp giden bir hikaye değil, karşısına gelen kazaların, bir alay gailenin hep yıkmaya çalışıp bitiremediği, yenemediği sonsuz enerjili bir hayat sunuldu. Aktarımdaki tek soyutlama, her seferinde başına gelenlere kapılıp yittikçe yitmek yerine ayağa kalkıp devam etmek yönünde müthiş bir irade gösteren Esmeray ablamızın kendisi tarafından yapılıyor. Binde biri bile alelade birine, (mesela ofisinde kavramlar üreten scholar'ı veya kendisi hakkında atıp tutan Vakit'teki zavallılara) feleğini şaşırtacak, yerleri öptürecek tecrübeleri, bakkaldan ekmek almak kabilinden basit şeylermiş gibi, biraz yabancılaşarak ve tepeden bakarak aktarıyor; ki böyle bir soyutlamaya ancak saygı duyulabilir.]

Cadının Bohçası'nın yarattığı hayranlıkla Esmeray'ın bir diğer gösterisine gittik; bu sefer Harbiye'deki Mekân Artı'da: Dario Fo ve Franca Rame'nin geç dönemlerine ait feminist (ve Kemalist) oyunlardan “Yalnız Kadın”. Kısa bir oyundu, tadı tuzu pek yoktu, diğer gösteriden farklı olarak Esmeray bu oyunda “oynuyordu” ve net şekilde kötü bir oyunculuktu. Durumu nasıl değerlendirmem gerektiğini bilemedim, hâlâ da kararsızlık içindeyim. Bence biraz sıkıntılı bir durumdu; anlatayım.

Kötü bir yorum ve kötü bir oyundu bana göre. Memnuniyetsizlik duyulur, sarf edilen zaman/paraya yanılır. Rahatsızlık hissetmem lazım. Ama hissetmiyorum. Muhtemelen önceden Cadının Bohçası'nı izlediğim ve Esmeray'ın hikâyesini öğrenmiş ve takdir etmiş olduğum için oluyor bu. Ama böyle yapınca adaletin gözündeki bağ çözülüp atılmış olmuyor mu? Tanıdığın ve önceden sempati duyduğun biri, kötü bir üretimde bulununca kötüyü görmeyi- mi -veriyosun? Eşine dostuna goygoy yapan yerleşik tiyatro eleştirmeni davranışı gibi oldu; adil tiyatro izleyicisi davranışı değil. Fakat Esmeray'ı seviyorum diye oyunu beğenmiş de değilim; yani Esmeray hakkındaki pozitif peşin hüküm, performansı net bir şekilde kötü olarak nitelememe engel olmuyor. Sadece net bir şekilde kötü olduğunu bilmeme rağmen, bundan rahatsız olmuyorum, kendimi bu oyunu izleyerek hata etmiş hissetmiyorum. Önümüzden geçip gidenler “Ne yaptık abi biz?” der gibi gidiyorlardı, çünkü Esmeray'ı tanımıyorlar. Yoksa içten içe bon pour l'Orient misali, “Esmeray için iyi” bir performanstı mı diyorum? Yani normal bir tiyatrocunun normal bir oyunu olsa yaygara koparılır, fakat Esmeray'ın bir yere kadar kötü oynama hakkı var. Çünkü o profesyonel bir tiyatrocu değil. Sade o yüzden mi? Bir de birkaç damgalanmış kimliğe birden sahip olan biri aynı zamanda, bunu bilmiyormuşuz gibi yapamayız. Damgalanmışlığını da gözeterek, bu sefer onu tiyatro izleyicisi adaletinin bağlı gözüyle değerlendirmeyip hoşgörüveriyoruz! Hoşgörüvereni tepedeki yerine, damgalıyı da aşağıdaki kendi yerine sabitleyen o iğrenç tavrı mı tekrar ediyoruz yani? Damgalanmışı nasıl değerlendirmeli; körü körüne mi, damgasını gözeterek mi? Hangisi damgalanmışlığı ortadan kaldırmaya yönelik bir davranış?

Acaba Esmeray bu oyunuyla nasıl değerlendirilmek istiyor, o var bir de: normal bir oyuncuyla aynı standartlara göre mi, yoksa “özel kontenjanın” standartlarına göre mi? Şu röportajdan anlaşıldığına göre biraz uzun bir süredir tiyatroyla uğraşıyormuş; hatta kurgusal oyunlarla olan mesaisi, stand-up'ından öncesine dayanıyormuş. Şimdi ona desteklenesi bir heveskâr mı demeliyiz hâlâ, yoksa kötü bir oyuncu mu? Peki izleyiciler onu nasıl değerlendiriyor? İzleyenlerin arasında duruma şu yukarıdaki hoşgörür bon pour Esmeray'cı tavırla bakan, "olağan olan, senden olağan bir şey çıkmaması; senden olağan bir şey çıkınca çok beğeniyoruz o yüzden" demeden öyle demiş olan çok gafil olduğuna eminim. O duruma düşme riski varsa ve o gafletten kendini tefrik etmek öyle ha deyince yapılamıyorsa, acaba kafadan beğenmeyip nereden geldik bu kötü oyuna diyen mi doğru yapıyor; ay canım bir şeyler yapmaya çalışmış işte ne var diyen mi? Doğruluk tiyatro açısından mı, Esmeray açısından mı?

...

Esmeray'a büyük saygı ve sempati duyduğumu tekrar vurgulayayım ama oynadığı oyun hakkında net bir karara varmama hakkım saklı kalsın; öyle bitireyim. 

-----
Son bir notum var:: Kürtçenin hane halkı dili olmaktan yaklaşık bir nesil önce çıktığı bir Kürt ailesine mensubum. Kürtçe bilmiyorum ama bunu kendime bir psikolojik vaka edinmiş de değilim. Yine de dil konularıyla çok ilgiliyim. Belki de bana hep yakınlarımı hatırlattığı için, Kürt Türkçesi benim inanılmaz yakınlık duyduğum ve sevdiğim bir Türkçe şivesidir. Onu standart Türkçeyle kıyaslamam, defolu bulmam. Ne kadar koyu olursa o kadar severim hatta. Esmeray ablanın Türkçesine de kurban olurum.

04 Ocak 2011

Toplumsal Bir Ortak Payda'ya Doğru Sivil Önermeler - 2004

Bu kitapçık, Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim'in (orijinal ismi aynen böyle) projelerinden biriymiş. Projede maksat, sivil toplumun istek ve eğilimlerini, sivil toplumun bir üst katında oturan yönetenlere çıkarıp sunmak. Bu maksada nasıl yaklaşılıyor? Klasik kamusal alanın, küçük fakat "toplumun her kesimini  temsil edebilecek yaygınlı[kta]" bir örneklemi oluşturularak. Önce Türkiye'nin altı bölgesindeki STK temsilcileriyle "arama toplantıları" yapılmış. Bunlar bildiğimiz toplantılardan değilmiş. Bu toplantıların, "insanların oturup pasif olarak dinlediği, kürsüye çıkanların ise görüşlerini anlatıp indikleri alışılmış modelden çok farklı bir yöntemi var. Bir kere, katılanların sayısı 20-25'ten fazla olmuyor. Demek ki farklı kesimlerin görüşlerinin dile getirilebilmesi için katılımcıları seçerek çağırmak gerek. Aynen öyle yapıldı. Farklı kesimlerin seslerini duyurabilmeleri için özen gösterildi." Daha sonra, bu toplantıların kararları, bugün var olmayan bir foruma (internet forumu) girilmiş. Bu toplantılara katılmayan kişiler de bu foruma görüşlerini yazmışlar. Son aşamada şu meşhur "Alevisi-Sünnisi" söylemini hatırlatır şekilde, "her kesimden, her inançtan, her meslekten" gelen, "her biri kendi dalında tanınmış" 24 kişilik bir Siyasi Kanaatler A.Ş. heyeti [1] de işin içine girmiş. Bu heyetin dahlinin ne olduğu net olarak belirtilmiyor. Önce her biri kendi görüşlerini de katarak bu görüşleri yorumladı deniyor, ki evet, bu insanlar yorumcu'dur; daha sonra da biraz daha eşitlikçi bir benzetme yapılarak, herkes görüşlerini şeffaf kâğıtlara yazdı, sonra hepsini üst üste ışığa tuttuk ve en koyu (kesişen) alanlar ortak paydayı oluşturdu deniyor. 2004 Türkiye'sinin ortak paydası bu şekilde bulunmuş.

Kitabın önerdiği ortak payda'nın içeriğine ilişkin çok fazla şeyler söyleyebileceğimi sanmıyorum. Ortak payda, günümüzün Türkiye'sinin nasıl bir devlet örgütlenmesine sahip olması gerektiğine dair kamusal alanda dolaşıp duran belli başlı bazı fikirlerin derli toplu bir sıralaması niteliğinde. Bence de doğru olan, fakat hayatta olmayan, hayata geçmeyen, biraz laçkalaşmış, öyle çok büyük heyecanlarla sahiplenilip karşı çıkılmayan, artık ne getirip ne götürdüğünün hesaplanması bile gereksiz addedilen, herkesin artık üzerinde mutabık olduğu, normalleşmiş, common sense'leşmiş, canım tabii ki yahu'laşmış, o konuda hiç tereddüt yok'laşmış, aktif siyasi tartışma/mücadele alanından çıkıp siyasi kültüre perçinlenmiş bazı normatif cümlecikler var ya, işte onlardan bahsediyorum. Karşı çıkmak için düşünce emeği sarfiyatı gereken, benimseyip ifade etmek içinse fazla emek gerekmeyen şeyler: "YÖK üniversitelerin her şeyine karışıyor; bunun yerine daha az yetkili, ama üniversiteler arası ilişkileri düzenleyecek bir koordinasyon kuruluna dönüşmeli", "Devlet ekonomiden elini ayağını çekmeli! Emzik bile üretiyor. Ne o öyle, ne kadar verimsiz!", "Ordumuza canımız feda, anketlerde birinci çıkıyor ama çok siyasete karışıyor", "Diyanet işleri kaldırılmalı", vesaire. Nasıl gerçekleştirilecekleri meçhûl, ama o akil adamlardan mürekkep heyet, bu külliyatı zaman içinde televizyonlardaki tartışma programlarında, köşe-yazarları-arası polemiklerde ısıtıp ısıtıp servis ederek bize benimsetmiş. Bu kitapçıkta da Kanaat AŞ şöyle bir özet geçiyor.

Kitabın maksadının naif ve iyiliksever olduğunun farkındayım, ama bütün bu liberal demokratik kurgu yerin dibine batsın çünkü su götürmüyor. Daha da ileri gideyim, bu çalışmanın sivil toplumun ortak paydasını temsiliyet iddiasını 'komik' derecesinde sıkıntılı buluyorum. Kanaat AŞ, objektif bir biçimde tuttuğunu iddia ettiği nabzı zaten bizzat kendisi inşa ediyor -bir de bunun farkında değilmiş gibi yapıyor üstelik. Allah aşkına, yıllarca medyanın dolayımıyla önce bir toplum yaratmış, sonra da ona (kâh suret-i haktan görünen bilimci mümessilleriyle, kâh ise kendi konumu hakkında bir meşrulaştırma dillendirmeye gerek bile duymayan genel-söylemcileriyle) "Şu şöyledir" fikrini pompalayan bir örgütlenmenin, sonra sözde mikrofonu sesi işitilmeyene tutup ondan da "Şu şöyledir" diye eko alması şaşırtıcı mı? Peki sonra bunu geri körüğe basıp "Bu, şunun şöyle olduğunu düşünüyor; ben de bütün bu olayda hiçbir rolüm yokmuş gibi onu temsil ediyorum" diye yayması komik değil mi?

Bağlantılı: Kanaat AŞ kendini her ne kadar alt kata yerleştirse de siyasetin tellerini titretiyor; çünkü yukarıdaki pompalama esnasında doğrudan doğruya insanların üzerinde iktidar tasarruflarında bulunuyor -bunun da farkında değilmiş gibi yapıyor elbette. Çalışmanın girizgâhındaki yöntemsel konular arasında naifliğini pek sevdiğim bir 'akla takılan sorular ve yanıtları' kısmı var; orada diyor ki, bu girişimin politik çizgisi YOKTUR (kendileri büyük harflerle yazmışlar). Halbuki elbette vardır. Bu çalışma, Kanaat AŞ'nin diğer çalışmaları gibi, geometrik olarak "ortanın malı"nda bulunup herkese her şeyin en makulü gibi gelen şeyi tanımlama çalışmasıdır. Bu bok da öyle havayla çalışmıyor, yakıtı iktidar. Ama ona sorsan, Kanaat AŞ iktidarın tamamen dışında, iktidar hep başka yerde, başkalarının elinde. İktidar toparlanıp birilerine dört beş yıllığına tevdi edilir ve bu kendisine iktidar tevdi edilen, tamamen başka bir göynek giyerek toplumun bir üst katına taşınır. Bu arada alt katta olup bitenler iktidar teknikleri açısından her türlü sorgulamanın dışındadır. Bu kurguya o kadar çok yerde rastlıyoruz ki, iktidar hakkında şimdiden 'yıllanmış' diyebileceğimiz yeni kavramsallaştırmalar bu konularda atıp tutan hiç kimsenin mi kapısına uğramamış, insan merak ediyor. Hâlâ Edward Said usûlü speaking truth to power... O orda, biz burdayız. Değiştirmek veya yeniden üretmek hassaten onun işi, bizse sadece kendiliğinden var olanı temsil ederiz. Kanaat AŞ'nin işine geldiği için kendine bakmıyor, görmezden geliyor fikri, bende uzun süredir daha baskın. O yüzden bilmiyor değil, bilmezden geliyor. (Bir diğer bilmezden gelme örneği: akla takılan sorular kısmında bir soru da "Sizin çalışma yönteminiz (toplantı gündemlerinin önceden belirlenmesi) belli bir şemanın dayatılması anlamına gelmiyor mu, diye soruluyor. El-cevap: Plansız olunca da insan bir yerlere varamıyor canım, bu pratik açıdan gerekli. "Tabii ki eksikler fazlalar olacaktır. Zaman içinde düzeltilirler.")

Bütün bu kurgu içinde pek hoşlaştığım bir diğer ufak ayrıntı da, "ortanın malı" olduğu için geçerli olan fikrin gerçekten de hep geometrik ortaya denk gelmesi. Yukarıda kitapçığın kapağı var ya, ortak paydanın armonisini görüyorsunuz değil mi? Üç tane değişik renkte küme ve kesişim noktaları tam ortada, uçlarda değil, beyaz. Bize doğru olanı kabak gibi işaret ediyor. Toplumda fikirler mükemmel çan eğrisi gibi yayılırlar, diyor. En makul olup aynı zamanda da en doğru olan, tabii ki aşırıların ortasında bulunandır; ki bunun en fazla sayıda insan tarafından benimsenen fikir olmasında da bir hikmet vardır. Uçlara isabet ediyorsan, kendini budamalısın. Ağırlık merkezine doğru yol almalısın. Bu uçta bulunanın ağırlık merkezine doğru kaymasının güzel yolları var. Kanaat AŞ'nin prodüksiyonları da zaten hep bu ortaya yönelme programını içeriyor. Gazete-dergi-televizyon tartışmaları bazen öyle bize ayrılan sürenin sonuna geldik'lerle, ama lütfen çok kısa reklama gidicez'lerle kesilse de hep iki kişinin karşılıklı gelip medeni medeni tartışmasına, birbirini ortaya doğru çekip makul'ü bulmasına dayanıyor. Barlas-Kongar komedyası artık medeniyetin, medeni tartışma kültürünün paçalardan aktığı bir zirve noktası. Onlar pek mesafe kat etmiyor olabilir ama Kanaat AŞ'nin ideali herkesin beyaz alanda toplanması. Böyle böyle bir bakmışsın, görünmez el seni ortaya doğru getirmiş.

Neyse, her zaman olduğu gibi beğenmeme böyle bölük pörçük devam edip gidecek. Yazıyı bitirmek lazım. Bu kitapçığa ben sivil toplumun aynası olarak değil, Kanaat AŞ'nin gizli tarihinin yapraklarından biri gözüyle baktım. Bir birim zamanda bir dilim çekip alınca Kanaat AŞ'nin vaazları her ne kadar öncesiz sonrasız kutsal yasalar gibi görünüyorsa da uzun vadede hepsi başka başka şekillere bürünüyor, başka insanlar tarafından temsil ediliyor. Kitapçığın bugünden bakınca o değişimi vurgulamak gibi bir önemi var işte, yoksa gerisi fasa fiso. Mesela Kıbrıs meselesi tartışılırken Ortak Payda'ya şerh düşen bir kişi "Kıbrıs bir milli meselemiz, kanla ödenmiş kırmızı çizgilerimizden birisi. Üstelik ulusal onurumuz da söz konusu. Bu konuda taviz verilemez" yazmış. Bugün (2011) bu kanaatin şerhler arasında bile olsa dillendirilmesi, böyle düşünen birinin toplumun taleplerini temsil eden altın adamlar arasında bulunması mümkün mü? Böyle bir tipleme ve fikirleri artık yalnızca çarpıştırmalı-kızıştırmalı TARTIŞMA PROGRAMLARI açısından bir kıymet ifade edebilir. Yüzüne ciddi ciddi "Hee, hee" ayağı çekilip arkasından dalga geçilen cins konuk olarak, emekli paşa Ramiz İlker gibi tıpkı. Veya bugünün bir altın adamlar kadrosu, örneğin sosyalist şair-köşe yazarı-kanaatmatik RONİ MARGULİES'i es geçebilir mi? Geçemez, kendisine ortada kocaman ev yaptı adamcağız. Sırf kendisi de değil, mensubu olduğu siyasi hareket sivil toplumun en başat temsilcisi şu anda. Bu yüzden değinmeyi bırak, ancak o klik tarafından bugün böyle bir çalışma hazırlanabilir. İşte böyle böyle, hegemonik söylemlerin rüzgârları her devirde farklı yerden esiyor. Bugünün ortak paydasının aa, gerçekten tam da ortada olan ağırlık merkezi daha başörtüsü dostu, daha asker karşıtı olurdu. Memleketten Ergenekon geçti yahu, sivilleşme konusunu ancak kısa bir değiniyle geçen 2004 ortak paydasının artık bir hükmü olabilir mi?

Bu son söylediklerimden lütfen bir durumu olumsuzlama, değişime hayıflanma almayın. Değişime hayıflanılmaz, değişim esastır. Tam ortada olanın içeriğinin bugün şu veya bu olması hiç önemli değil. Onun kendi kendisine dair iddialarına karşı uyanık olabilirsek bence yeterli olur[2].

-----
[1]: Hüsnü Öndül (eski İHD başkanı), Baskın Oran, Fikret Başkaya, Salim Uslu (HAK-İŞ), Melda Keskin (Greenpeace), Mustafa Erdoğan (Ankara Üni.), Mehmet Elkatmış (TBMM İnsan Hakları Komisyonu Bşk.), Murat Belge, Hrant Dink, James Logan (Amnesty Int'l), Nuray Mert, Yılmaz Ensaroğlu (Mazlumder), Atilla Yayla, Akın Birdal, Ece Temelkuran, Jonathan Sugden (Human Rights Watch), Sami Selçuk, Ergin Cinmen (Avukat), Mehmet Bekaroğlu, Mebuse Tekay, Aydın Engin, Hüseyin Hatemi. Alsında Şanar Yurdatapan ve Abdurrahman Dilipak da varmış ama onlar sonradan heyetten ayrılıp kendi kitaplarını yazmışlar.
[2]: Bu yazı 13 Ağustos 2010'dan beri taslaklar arasında. Hala pek memnun değilim, bu kitapçıkla ilgili çok daha önemli bir şeyler varmış da görememişim, bakamamışım gibi geliyor ama bloga yazma alışkanlığının silinmesi riskine karşı da bir harekette bulunmak gerek.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails