“Bir memlekette, bir heyeti içtimaiyede, bir inkılâp yapılacağı zaman elbette onun esbabı vardır. Ancak o inkılâbı yapanlar, inanmak istemiyen anut hasımlarını iknaa mecbur mudur? Cümhuriyetin elbette taraftarları ve aleyhtarları vardı; taraflar, ne için ve ne gibi kanaatlere ve mülâhazalara binaen cümhuriyet ilan ettiğini, aleyhtarlara izah ve kanaatlerinde ve icraatlarında isabet olduğunu ispat etmek isteseler de, onların, kastî temerrütlerini izale edebileceği kabul olunur mu? Bittabi taraftarlar muktedir iseler mefkûrelerini herhangi bir suretle ihtilâlle, inkılâpla veya eşkâli mutebereden geçirerek tatbik ederler; bu, mefkûre inkılâpçılarının vazifesidir. Buna karşı itirazlar, yaygaralar ve irticakârane teşebbüslerde, aleyhtarların yapmaktan geri durmıyacakları hareketlerdir. Cümhuriyet idaremizin ilânında Rauf Bey ve emsalinin yaptıkları gibi.” (sf. 594)Biraz şu “İhtimal ki bazı kafalar kesilecektir” anekdotunu andıran bu satırları okuyunca aklıma Yakup Kadri ve “büyük politika” rüyaları geldi. Nutuk'un, Mustafa Kemal'in Rauf Bey, Refet Bey, Karabekir gibi isimlere sıkça ve sakınmadan “çaktığı” bir kitap olduğunu hatırlamak bile o fikrin temelsiz olduğunu iddia etmek için yeterliymiş aslında, fakat durumun, o dönemde ve her dönemde siyasetin ne merkezde cereyan ettiğinin yukarıda vurgulu cümlelerdeki güzel ifadesi, üstüne bal kaymak oldu.
Yukarıdaki alıntının şöyle bir hikayesi var: Fırka içinde oluşan muhalif grup, bakanlar kurulunun tek tek bütün meclis üyeleri tarafından seçildiği sistemden faydalanarak Mustafa Kemal'in istediği hükûmet ve meclis yönetimini sabote ediyor. Bunun üzerine hükûmet istifa ederek muhalefete pusu atıyor, “Hadi gücünüz yetiyorsa çıkarın hükûmetinizi!” gibisinden. Birkaç gün hükûmet kurulamayınca meclis üyeleri topu Mustafa Kemal'e atıyor; o da cumhuriyeti ilan eden bir kanun değişikliği hazırlayıp devletin başı olarak cumhurbaşkanı – onun görevlendirdiği başvekil – başvekilin seçtiği vekiller sistemine çeviriyor. O sırada İstanbul'da bulunan Rauf Bey ve emsali ise krizden çıkış için güçlü bir hükûmet kurulmasının yeterli olacağını, illâ bu deklarasyonun yapılmasının gerekmediğini, cumhuriyet ilanının aceleye getirildiğini, bir yerde emrivaki olduğunu, Mustafa Kemal'in bu büyük değişiklik konusunda kamuoyunu aydınlatması ve ileride daha da fazla iktidar istemeyeceğine dair güvenceler vermesi gerektiğini söylüyorlar. Mustafa Kemal ise cumhuriyetin ilanına şöyle veya böyle itiraz edip şüphecilik yapanların samimi olmayıp esas olarak hilafetin devamını istediklerini iddia ediyor. Sonuç, yukarıdaki değerlendirme işte. Yine bu bağlam da, siyasetin aşağı yukarı kemik kavgası olduğunu işaret ediyor bence. İlkokuldan üniversitedekine kadar bilcümle inkılap tarihlerine sorsan cumhuriyet işi Atatürk daha çocukken bağlanmıştı, Fransız siyasi teorisiyle Atatürk'ün kalbi arasındaki kırmızı hattan nokta atışıyla nüzul olmuştu; halbuki ortada neler neler dönmekteymiş.
Bir ufak yazı sonucu, bende kesinlikle bir üzüntüye/hayâl kırıklığına/eli eteği bir sırça köşke/çekmişmiş gibi havalara/ezcümle/yaygın Cümhuriyetçi Hıncı'nın bir örneğine sebep olmaması gerektiğine dair kendimi eğittiğim bu gerçeği biraz unutur gibi olduğumu fark ettim. Bu hafta içinde Sevan Nişanyan, süregiden anadil tartışmalarına birkaç Anayasa maddesi öneren şu yazıyla katkıda bulundu. Bir noktada, “teoride böyledir ama pratikte böyle olamaz”a (Selam Kant!) varan bir şey söylüyor; özetle diyor ki, normal, tipik, klasik özgürlükçü yaklaşımıyla, özellikle bir dilin adını anmadan, küllünün üzerindeki yasakları kaldıran, hepsine alan açan bir metin sorunların çözümü için yeterlidir; fakat, Türkiye için bu yeterli değildir. Türkiye'nin yakın tarihine bir silahlı ve siyasi hareket, bir şekilde damgasını vurmuştur ve yapılacak herhangi anayasa değişikliği, temelde bu silahlı ve siyasi çizginin politize ettiği sorunları çözebilmek amacındaysa, o çizginin siyasetine cevap niteliğinde olmak, onu gözardı etmemek zorundadır. Dolayısıyla kesin çözüm, metnin Kürtçeyi zikretmesinden geçer. Nişanyan da yazısının kalanında, dengeyi bulma arayışında. Tam olarak talebi karşılayabilecek kombinasyonun peşinde bazı kavramsal arayışlarda bulunuyor, ulusal dil, yerel dil, bölgesel dil, vs. gibi.
Yazıyı ilk okuduğumda birden kendimi içinde yakaladığım Yakup Kadrilik şuydu: neden teorik olarak doğru olanın içeriği gayet iyi bilindiği halde, yerel gündemin doğrularına teslim olunur ki, diye düşünmüştüm. Öyle ya, Türkiye'nin kendi gerçekleri, “evrensel” siyasi pozisyonların ve onlarla ilişkilendirilen önceliklerin safkan hallerini epey bir kırıp dökmüşse, bu yerel gerçekliğe uymak zorunda olunmasın, onun yerine bu çarpık gerçeğin tarafları kendilerine çeki-düzen versin, fikir-teori irtifalarına çekilsinler. Örneğin silahlı ve siyasi harekete densin ki, “Şu işi ilkeleri tartışarak yürütelim, böyle -ne bileyim, zaman içinde bağımsızlıktan demokratik özerkliğe, oradan anadile inecek şekilde- eşşeğin kuyruğundan ne kıl koparsan kâr hesabı yürütmeyin”. Öncelikle, duruma, gerçek insanlardan azizlerin kitabî etik performanslarını bekleyen, yanlış, hayâl kırıklığına mahkûm bir açıyla bakıyor! Daha vahimi de, “klasik özgürlükçü bakış açısını”, düşünsel pozisyonları, işin teorisinde bir muhafazakâr ne düşünürse işte onu, kemiksiz, şeffaf, normal, temiz, bu baldırı çıplak kavgaların dışında duruyor zannetmek gibi bir hatası da var ki, bambaşka ve çok şeytan tüylü bir konu.
Halbuki bu siyasi işlerin tam da (selam sana da, ey Radikal2'liğin altın vuruşu tam da!) bu merkezde olduğunu görmek gerek. Siyasi süreçler deve güreşi misali oluyor; bu bir eksiklik, çürüklük, bozukluk değil. İktidar ile çalışan, o geçer akçe birimiyle hareket eden herkes kirleniyor. Sevgili Cümhuriyetçi, senin ülkemizde olup bitenleri çarpık bir kopyası sandığın pirüpak süreçler de aynı ölçüde kirli idi. Sadece hepsinin kazananı sonradan kendisini aklayıverdi. Bak Mustafa Kemal işin nasıl da farkında, muarızlarını kemik kavgasında boğuluyor gösterip kendini nerelere çekiyor.
Gerçi bu yanılgının Cümhuriyetçiye has olmadığını da teslim etmek gerek. AKP, hakkında açılan kapatma davasında on düşünüp bir adım atarak kendisini mahkeme önünde savunuyorken, parti söyleminin terkisindeki bazı köşe yazarları, “Niye bu iddianame ciddiye alınıyor? Niye tek tek bütün suçlamalara yanıtlar verilmeye çalışılıyor? Neden savunma tarihe geçecek bir DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜKLER MANZUMESİ biçiminde yapılmıyor, niye bu tiyatroya şöyle güzel bir ders verilmiyor?” diye hayıflanıyorlardı. Oldu, yumurta küfesi senin sırtındayken artık sen yazarsın o manzumeyi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder