10 Ekim 2010

Pazar Yazısı

Birinci Yazı

Geçtiğimiz iki haftanın büyük bir kısmını, tezimle ilgili bazı görüşmeler ve "bürokratik" bazı düzenlemeler yapmak gerektiğinden, Ankara'da geçirdim. Soğuk ve gri kent edebiyatı elbette yapmayacağım ama Ankara'da yaşıyorken fark etmediğim bazı şeylerden dem vurmak istiyorum. Bir tanesi, akademik alanın izole konumu üzerine.
Bir arkadaşımla konuşuyorduk. Arada, İstanbul'da bulunan bazı akademisyen-entelektüellerle görüşmek icap etmesi durumunda, bu insanlarla iletişim kurmak için bazı yatay bağlantıları kullanmanın daha etkili olabileceğinden bahsettik. Burada (İstanbul'da) yaşayan akademisyenler, kravat takan gri renkli memurların kenti Ankara'dakilere kıyasla çok daha fazla sivil topluma gömülü oluyorlar. Belirli bir alanda faaliyet gösterdiğini bildiğiniz bir akademisyeni, o alana dair düzenlenen bir toplantıda bulma, çay molasında yanaşıp aracısız şekilde onunla temas kurma olasılığınız hayli yüksek. Akademik işlerle hiçbir ilgi-alâkanız olmasa bile bu böyle. Ankara'da ise ofisaur filan kovalamak, vehayut da önce dikey yollardan kendi hocanıza çıkmak (ve bunun için önce bir hocaya, bir üniversiter ortama erişim sahibi olmak) ve ancak onun o yukarı seviyelerde kuracağı bir yatay bağlantıyla aradığınız kişiye ulaşmak durumunda oluyorsunuz çoğu zaman. Belki Ankara'daki akademisyenin de, İstanbul'daki akademisyenin de edu.tr adresli mailini takip huyu yok ama İstanbul'dakiyle temas kurmak için yollar daha bir çeşitli. Kravatlı ve gri ve memur kenti Ankara'nın akademikleri çok fazla "piyasada" dolanmıyor. Sivil toplumdan kopuklar. Üniversitelerine tıkılıp kalıyorlar. Bu da büyük ihtimalle dolaşılacak etkinlikler pazarının İstanbul'a kıyasla oldukça dar olmasından kaynaklanıyor.  
Bu durumları gözlemlediğim günlerde bak Allahın işine ki hava gerçekten gri ve soğuktu. Zaten bence Ankara'nın en güzel yeri, İstanbul'a dönüşte, Eskişehir yolu bağlantılı ve İstanbul yolu bağlantılı çevre yollarının birleştiği üç katlı, köprülü mevkidir. (Fırsat buldukça bu sonuncusu gibi orijinal şakalar yapmaya çalışacağım.) Buranın az ilerisinde de çok enteresan bir sanayi sitesi inşaatı var. Henüz binalar yok ama kaldırım taslakları, ileride sokakları oluşturacak şekilde düzenlenmiş toprak yollar, kanalizasyon sistemleri ve elektrik direkleri var. Şehir altyapısı tabirinin ne anlama geldiğini orayı görünce anladım.

İkinci Yazı

Evde kitapların arasında Hilmi Ziya Ülken'in Türk Tefekkürü Tarihi kitabını buldum (Yapı Kredi Yayınları, 2004[1933]). Bir ucuzluk kampanyasıyla almış, okumamıştım. Yine okumadım ama biraz göz attım. Kitabın yazıldığı döneme ait birkaç karakteristik özelliği not ettim. Birincisi, yarı Fransızca, yarı Osmanlıca tuhaf dili. Fransızca olan unsurlar orijinal haliyle yazılıyor, "communisme cereyanlarına kapılan bazı mütefekkirler..." gibi. İki dilin çarpımları daha enteresan sonuçlar da çıkarmış: "Collectif tefekkür" gibi bir kategoriden bahsediliyor örneğin.
İkinci olarak yalnızca Fransızca kaynaklara dayanılması gibi bir durum var. Maşallah Hachette'li, Gallimard'lı referanslardan geçilmiyor. Günümüzde akademik bilgi üretimi sanatının rüzgârları tamamen İngilizceden estiği için, haliyle olarak biraz tuhaf göründü, bir nevi milat öncesi gibi. Ayrıca, kitabın önemi veya Ülken'in "Türk tefekkürü tarihi"ndeki yeri konularında bir yargılama gibi anlaşılmasın ama bu Fransızca kaynakların kullanımında da biraz yüzeysellik vardı diyebilirim. Aslında yüzeysellik de değil, benzer durumlarla çok rastlamış kişilerin şıppadanak anlayabilecekleri bir husus: kaynaklarda cereyan eden fikir tartışmaları aktarılırken, öyle çok fazla "ben bu tartışmaya hakimim, onun her adımını izledim, oradan aktarıyorum" duygusu verecek bir aktarım tutturulamamış. Bunun yerine, tekil kaynaklardan nokta atışlar ve çok geniş özetlemelerle tartışmaların şöyle bir üzerinden geçmek gibi bir eğilim vardı. Hâlâ demek istediğimi aktaramadığımdan, kafadan bir örnek kuracağım. "Gerçi meşhur Fransız mütefekkiri Foucault'nun discours nizamlarına müteallik nazariyesi bazı zaviyelerden tatmin edici olmakla beraber Foucault da, nazariyesindeki pratique eksiklikler yüzünden İngiliz âlimi Fairclough tarafından bihakkın tenkid edilmiştir" gibi bir cümle gördüğünüzü düşünün. Şimdi bu cümle bir "yetkinlik duygusu" aksettiriyor mu? Bence öyle değil. Ucundan kıyısından zor bela bir şeye tutunmuşluk ama ona da tam hakim değillik duygusu içeriyor.

Bu, şundan da olabilir: Neşeli lisans öğrencileriyken, özellikle de birinci, ikinci sınıftayken, yazılan ödevlerdeki kelime kotalarını hemen doldurabilmek için bir cümle alıntı yaptığımız adamı ceddin deden neslin baban tanıtır, alıntılarken de yıkayıp yağlardık "BATI aleminin bu konuda yetiştirdiği en önemli isimlerden ve Collège de France'a seçilen en genç profesörlerden biri olan Didier Henri-Germain Paul Drogba [adamın on beş tane isminin olması da bir artı tabii], kedilerin kuru mamayla beslenmesine karşı çıkmaktadır" gibi. Böyle bir geleneğin imbiğinden süzülünce de doğal olarak Fransız alimi, Amerikan sociologue'u gibi kalıplar öyle bir etki yarattı. Kendi çakallıklarını Ülken'e çekiştiriyorsun derseniz de itiraz etmem.

Üçüncü Yazı

Çaykovski'nin Keman Konçertosu'ndan bir bölümü ve 1812 Uvertürü'nü buralara koyunca, google'dan epeyce ziyaretçi damlamaya başladı.

Gün geçmiyor ki "Çaykovski dinle, uvertür dinle, 1812 dinle, Çaykovski nasıl dinlenir, Pariste Son Konser filmindeki müzikleri dinle, Çaykovski Paris konseri dinle" gibi sorguların ardından birileri burayı bulmasın.

İşte bu rağbeti görünce ben de "İyiymiş" dedim ve henüz blogu bulamamış "Dumka dinle, Çaykovski Dumka scene rustique russe dinle" arayıcıları için Dumka'yı paylaşacaktım.

Ama şimdi dosyayı mp3'le, Dropbox'a yolla, upload etsin, linki al, player'ı ayarla diye uğraşmak ölüm çektiğinden, vazgeçtim. Ama google ziyaretçilerinden kaynaklı hayretin tortuları kaldı elbette.

***

Bu insanlar kimdir, necidir, neden böyle histerik şekillerde arama yapıyorlar?

Dinlemezse ölecek hastalığı mı çıktı?

Olmuyor... Yakışmıyor...

Peki ya youtube'da videolara "Çaykovski dinle, müzik dinle, klasik müzik dinle, gitar dinle, piyano, keman, orkestra, koro, senfoni, konçerto, Beethoven dinle, Chopin dinle, Mozart, adagio dinle, andante dinle, allegro dinle, vivace dinle, Kurtlar Vadisi, Polat Alemdar, Ezel, Aşkı Memnu" diye etiketler iliştiren insanlar mı bu talebe yanıt olarak doğdu...

Yoksa bu talep mi onların başta etiketleri böyle koyması sonucu bu şekillere büründü?

Buna da bir bakmak lazım...

***

Bu yazı biraz kısaca kaldığından Fatik Çekirge'liği bir adım ileri götürerek paragraflamaya oynadım.

İyi pazarlar... (Da, gün bitti iyi mi!)

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails