Taner Akçam'ın ilk olarak 1991'de İletişim tarafından basılan bu kitabı, o etiketle dört baskı yaptıktan sonra, Nisan 2001'de Su Yayınları tarafından basılmış. Yazarın ifadesiyle, kendisinin "ilk göz ağrısı" olan kitap, aynı zamanda da Türkiye'de de Ermeni Soykırımı ve Türk milliyetçiliğinin bağlantılarını araştıran ilk eser olma özelliğini taşıyor Akçam'ın iddiasına göre. Eserde, yazarın deyimiyle "20. yüzyılın ilk planlı, modern kitlesel halk kıyımı" olan "Ermeni kırımı"nın (kitap boyunca böyle anılıyor), gerçekleştiği dönemde, Türk ulusal kimliğine
olan etkisi tartılıp biçiliyor. Türk ulusal kimliğinin kritiklerinin o zamana kadar girmediği Ermeni meselesine giriliyor ve bu pencereden bir kritik amaçlanıyor.
olan etkisi tartılıp biçiliyor. Türk ulusal kimliğinin kritiklerinin o zamana kadar girmediği Ermeni meselesine giriliyor ve bu pencereden bir kritik amaçlanıyor.
Kitap Almanya'da, akademik bir kuruluşun bir projesi çerçevesinde ortaya çıkmış. Ama belirtmeliyim ki, o tarz bir eserde hayli kötü duracak önemli yetersizlikleri var. Akademik eserlerde önemli bir kriter olan, içerdiklerini ve dışarıda bıraktıklarını meşrulaştıracak bir yapıya sahip olma özelliğini pek taşımıyor. Çok daha serbest yazılmış bir kitap. Bunu bölüm başlıklarından bile çıkarabiliriz: "Türk Ulusal Kimliği ve Bazı Özellikleri", "Ermeni Kıyımının Bazı Boyutları ve Türk Suskunluğu"... Böyle "bazı özellikleri", "bazı gözlemleri" içeren yapıtları, sağolsunlar akademik dünyanın duayenleri sıkça yazarlar; ama genel beklenti, neden o bazı'ların orada olduğunu, neden başkalarının olmadığını, bu seçimin yeni neleri söylediği, önceden söylenmiş olan "bazı" sözlerle nasıl bir ilişki kurduğunu açıklayacak bir kesinliktir. İşte bu kitabın, seçimlerini ve bu seçimlerin arkasındaki düşünceleri kesinleştiren böyle bir gerekçe kısmı yok. Bunun yerine, "bazı" özelliklerin sayılmaya başlanmasını önceleyen çok küçük bir pasajcık var.
Akçam bir buçuk sayfalık bu pasajcıkta yalnızca "ulusal kimlik" üzerine yoğunlaşıyor. Şöyle diyor: "[...] ulusal kimlik sorununu genel bir kültürel kimlik sorunu olarak ele almıyorum. Burada bu kavramla, daha çok, bir ulusun, ulusal devlet kurma sürecinde şekillenmiş bazı özelliklerini, durumunu kastetmekteyim. Bu özellikler tüm ulusu kapsayan ortak bir ruh halini yansıtmakta ve niçin belli durumlarda, ortak davranış biçimlerinin oluşabildiğini açıklayabilmektedir. Sabit, değişmez, özellikler değildir burada sözkonusu edilen. [...] [U]lusal devletimizin kuruluş sürecinde oluşmuş, değişebilecek bazı özelliklerimizdir" (sf. 49-50). Yalnızca Norbert Elias'a dayanılarak oluşturulduğu anlaşılan bu ulusal kimlik tanımı, "devlet kurma süreci"nin bütün ulusun yerine getirdiği bir fiil olarak alınması, kimliğin doğrudan doğruya bu fiilden elde edildiğinin ve bütün ulus tarafından paylaşıldığının düşünülmesi gibi hayli sorunlu varsayımlara dayanıyor. Ulusal kimlik eleştirilerine yeni bir cephe açma iddiasındaki bir eserde, yazarın "ulusal kimlik" söylemlerine getirilen eleştirilerin en temel noktalarını görmezden gelerek, onları tartışmayarak kendini böyle bir tanıma teslim etmesini tuhaf buluyorum. Akçam'ın devlet ile milletin kimliği arasında gördüğü bu doğallık-doğrudanlık-otomatiklik ilişkisi, ancak birinci sınıf bir Türk milliyetçiliği eserinde kabul ve iddia edilirdi herhalde. O anlam dünyasının dışına konumlanacak bir kitap ise herhalde bu söylemleri soruşturmakla işe başlardı: devlet kurma sürecine gerçekten ulusça mı imza atıldı, ulusal kimlik bu sürecin doğal sonucu muydu, herkesçe aynı şekilde paylaşıldığından emin miyiz, arada bir dolayım yok muydu, birileri yaptıklarına ulus adında büyük bir fail mi icat ettiler yoksa? gibi pek çok önemli soru var ortada.
Bu şekilde kendisine bir ulusal kimlik tanımı oluşturan Akçam, kitabın geri kalanında, "bütünlüklü olma iddiasından uzak" şekilde, Türkiye'nin kuruluş devrinde ulusal kimliğe ait olduğunu tespit ettiği bazı özellikleri sayıp tartışıyor. Anlatıda belirli ruh hali özellikleri belirli motivasyonları, onlar da belirli davranışları ortaya çıkarıyor (yine doğrudanlık!) ve böylece Akçam, Ermeni kıyımını da bu özelliklerin bir sonucu olarak konumlandırıyor. Anılan "bazı" özelliklerden bazılarına değinelim: Türk ulusal kimliği oluşturma çabalarının "gecikmiş" niteliktedir, bundan doğan bir arayı kapatma kaygısı vardır; bu kimlik Avrupa tarafından sürekli yenilmeye ve aşağılanmaya, toprak kayıplarına, Müslüman nüfusun katledilmesine tepki olarak ortaya çıkmıştır; Türkler'in yönetmek için varolduğuna inanılır; Hıristiyan azınlıkların Avrupa devletleriyle kurduğu bağlantılar, bu toplulukları himaye eden Avrupa devletlerinin ikiyüzlü tavırları Türk kimliğinde kendisinin onuruyla oynandığı düşüncesini doğurmuştur... Bunların sonucunda da elimizde Ermeni kırımı gibi bir davranış vardır. Daha doğrusu, Türk ulusal kimliğini bu özellikleri bu fiilin hasıl olmasında rol oynamıştır. Vesaire.
Başta yapısızlıktan dem vurmuştum ya; hah, işte bahsettiğim türden bir yapı olsaydı belki kitap bu noktada bitebilirdi. Fakat daha sonra, Ermeni Kırımı'nı Holokost'la kıyaslayan bir kısım ve günümüzdeki tartışmalarda Türkiye'deki "resmi toplum"un tavırlarını sorgulayan bir kısım geliyor. Bu bölümlerin arasında organik bağlantılar varsa bile ben pek göremedim, akışı izleyemedim. Ama bu bölümlerin de epey enteresan olduğunu söylemeliyim. Özellikle "Toplu kıyım niçin reddediliyor ve tartışmadan niçin kaçılıyor?" başıklı bölüm hem çok provokatif (ben "düşünce tetikleyici" anlamında kullanıyorum bu sözü ama Türkiye'de cari resmi tarihe tartışmasız iman eden, aşırı hassas kesimleri onların sıkça olduğu anlamda tahrik de edebilir); hem de ilk bölümle daha sağlam şekilde bağlanmış. Türkiye'nin soykırımı reddetmekten öte, konu üzerine konuşulmasını bile bir tabu olarak görmesinin nedenlerinin araştırıldığı bu bölümde Akçam, bu durum ile Türk ulusal kimliğinin yukarıda saydığı özellikleri arasında bağlantılar kuruyor. Kendisine göre, şu şu özelliklere sahip olan Türk ulusal kimliği, Cumhuriyet'i tamamen bir kopuş, bir sıfırlanma noktası olarak görüyor ve dolayısıyla, o noktadan geçerek geçmişin hastalıklarından arındığını düşünüyor. Yeniden o günleri anımsamak istememesi ise anlaşılmaz. Çünkü bu travma gerçekten atlatılmış olsaydı; o konudan gerçekten kopmak, kendisine değil kendisinden önceki döneme ait olan bir şey olarak hiç gocunmadan o konudan bahsetmek mümkün olurdu. Fakat bu yapılmadığına göre, ortada bir sorun var. İşte Akçam'a göre bu konunun tabu olmasının nedeni, Ermeni soykırımı konusunun, Kurtuluş Savaşı ile başlayan sürecin "yeni ve başka" olduğu iddiasını çürütecek nitelikte olması (s. 194). Yani devlet ve toplum, "kendisi hakkında yarattığı hayal dünyasının" bozulmasını istemediği için bu konu konuşulamıyor.
Ermeni soykırımı konusunun bu tabloyu bozan yanlarını şöyle sıralıyor Akçam: Kuvayı milliye diye adlandırılan kadro, hem fikriyat, hem personel bakımından Teşkilat-ı Mahsusa'dan geliyor. Kurtuluş Savaşı'nın esas örgütleyici ve yürütücüleri, Ermeni Soykırımı'nı da örgütleyen ve yürüten kişiler. Onlara destek sağlayan tabanda da, Ermeni mallarına "konarak" aniden semirmiş eşraftan kimseler de bulunuyor. Akçam bu son noktayı, devletimizin şu andaki yapısı ve tarihine bağlıyor ve sorunun burada yattığını hatırlatarak eserini noktalıyor.
***
Yukarıda "yetersizlikler" deyip --hafifsenecek bir yetersizlik olmasa da-- yalnızca eserin serbestliğinden bahsettim. Bir diğer ciddi yetersizliği ekleyeyim: kitap ciddi tezlerini tartışırken, o ciddiyetin hakkını vermeyecek kadar sığ kaynaklardan yararlanıyor. İncelediği döneme ait fikirleri, doğrudan üreticilerinden değil, çoğunlukla ikinci elden, hatta bazen de çok genel tarih monografilerinden alıyor. Atatürk, Ziya Gökalp, Abdülhamit, Talât Paşa gibi pek çok kişiden yapılan alıntılar, dolaylı. Dipnotlarının ezici çoğunluğu "Aktaran: X" şeklinde. Akçam o dönemde yurt dışında yaşadığı için ve yurt dışına da bildiğim kadarıyla kaçarak gittiği için, bunları teyit etmeden kullandığını varsayıyorum; halbuki böylesi önemli bir çalışmanın aslında öylesi ciddi olan tezlerini çok daha titiz işlemesi gerekirdi. Kitabın 155. sayfasında, İttihatçılarla Ziya Gökalp'in arasında geçen ve Yakup Kadri tarafından aktarıldığı söylenen bir konuşmaya dair şu dipnotu ise mazur görün ama ufak çaplı bir skandal olarak niteliyebilirim:
Bu konularda Taner Akçam'la taban tabana zıt görüşlere sahip ama kafası çalışan birisi, sırf bu kaynak kullanım sorunundan hareketle kolayca kitabın bazı önemli tezlerine kafa tutabilir gibi geldi bana okurken. Akçam bir buçuk sayfalık bu pasajcıkta yalnızca "ulusal kimlik" üzerine yoğunlaşıyor. Şöyle diyor: "[...] ulusal kimlik sorununu genel bir kültürel kimlik sorunu olarak ele almıyorum. Burada bu kavramla, daha çok, bir ulusun, ulusal devlet kurma sürecinde şekillenmiş bazı özelliklerini, durumunu kastetmekteyim. Bu özellikler tüm ulusu kapsayan ortak bir ruh halini yansıtmakta ve niçin belli durumlarda, ortak davranış biçimlerinin oluşabildiğini açıklayabilmektedir. Sabit, değişmez, özellikler değildir burada sözkonusu edilen. [...] [U]lusal devletimizin kuruluş sürecinde oluşmuş, değişebilecek bazı özelliklerimizdir" (sf. 49-50). Yalnızca Norbert Elias'a dayanılarak oluşturulduğu anlaşılan bu ulusal kimlik tanımı, "devlet kurma süreci"nin bütün ulusun yerine getirdiği bir fiil olarak alınması, kimliğin doğrudan doğruya bu fiilden elde edildiğinin ve bütün ulus tarafından paylaşıldığının düşünülmesi gibi hayli sorunlu varsayımlara dayanıyor. Ulusal kimlik eleştirilerine yeni bir cephe açma iddiasındaki bir eserde, yazarın "ulusal kimlik" söylemlerine getirilen eleştirilerin en temel noktalarını görmezden gelerek, onları tartışmayarak kendini böyle bir tanıma teslim etmesini tuhaf buluyorum. Akçam'ın devlet ile milletin kimliği arasında gördüğü bu doğallık-doğrudanlık-otomatiklik ilişkisi, ancak birinci sınıf bir Türk milliyetçiliği eserinde kabul ve iddia edilirdi herhalde. O anlam dünyasının dışına konumlanacak bir kitap ise herhalde bu söylemleri soruşturmakla işe başlardı: devlet kurma sürecine gerçekten ulusça mı imza atıldı, ulusal kimlik bu sürecin doğal sonucu muydu, herkesçe aynı şekilde paylaşıldığından emin miyiz, arada bir dolayım yok muydu, birileri yaptıklarına ulus adında büyük bir fail mi icat ettiler yoksa? gibi pek çok önemli soru var ortada.
Bu şekilde kendisine bir ulusal kimlik tanımı oluşturan Akçam, kitabın geri kalanında, "bütünlüklü olma iddiasından uzak" şekilde, Türkiye'nin kuruluş devrinde ulusal kimliğe ait olduğunu tespit ettiği bazı özellikleri sayıp tartışıyor. Anlatıda belirli ruh hali özellikleri belirli motivasyonları, onlar da belirli davranışları ortaya çıkarıyor (yine doğrudanlık!) ve böylece Akçam, Ermeni kıyımını da bu özelliklerin bir sonucu olarak konumlandırıyor. Anılan "bazı" özelliklerden bazılarına değinelim: Türk ulusal kimliği oluşturma çabalarının "gecikmiş" niteliktedir, bundan doğan bir arayı kapatma kaygısı vardır; bu kimlik Avrupa tarafından sürekli yenilmeye ve aşağılanmaya, toprak kayıplarına, Müslüman nüfusun katledilmesine tepki olarak ortaya çıkmıştır; Türkler'in yönetmek için varolduğuna inanılır; Hıristiyan azınlıkların Avrupa devletleriyle kurduğu bağlantılar, bu toplulukları himaye eden Avrupa devletlerinin ikiyüzlü tavırları Türk kimliğinde kendisinin onuruyla oynandığı düşüncesini doğurmuştur... Bunların sonucunda da elimizde Ermeni kırımı gibi bir davranış vardır. Daha doğrusu, Türk ulusal kimliğini bu özellikleri bu fiilin hasıl olmasında rol oynamıştır. Vesaire.
Başta yapısızlıktan dem vurmuştum ya; hah, işte bahsettiğim türden bir yapı olsaydı belki kitap bu noktada bitebilirdi. Fakat daha sonra, Ermeni Kırımı'nı Holokost'la kıyaslayan bir kısım ve günümüzdeki tartışmalarda Türkiye'deki "resmi toplum"un tavırlarını sorgulayan bir kısım geliyor. Bu bölümlerin arasında organik bağlantılar varsa bile ben pek göremedim, akışı izleyemedim. Ama bu bölümlerin de epey enteresan olduğunu söylemeliyim. Özellikle "Toplu kıyım niçin reddediliyor ve tartışmadan niçin kaçılıyor?" başıklı bölüm hem çok provokatif (ben "düşünce tetikleyici" anlamında kullanıyorum bu sözü ama Türkiye'de cari resmi tarihe tartışmasız iman eden, aşırı hassas kesimleri onların sıkça olduğu anlamda tahrik de edebilir); hem de ilk bölümle daha sağlam şekilde bağlanmış. Türkiye'nin soykırımı reddetmekten öte, konu üzerine konuşulmasını bile bir tabu olarak görmesinin nedenlerinin araştırıldığı bu bölümde Akçam, bu durum ile Türk ulusal kimliğinin yukarıda saydığı özellikleri arasında bağlantılar kuruyor. Kendisine göre, şu şu özelliklere sahip olan Türk ulusal kimliği, Cumhuriyet'i tamamen bir kopuş, bir sıfırlanma noktası olarak görüyor ve dolayısıyla, o noktadan geçerek geçmişin hastalıklarından arındığını düşünüyor. Yeniden o günleri anımsamak istememesi ise anlaşılmaz. Çünkü bu travma gerçekten atlatılmış olsaydı; o konudan gerçekten kopmak, kendisine değil kendisinden önceki döneme ait olan bir şey olarak hiç gocunmadan o konudan bahsetmek mümkün olurdu. Fakat bu yapılmadığına göre, ortada bir sorun var. İşte Akçam'a göre bu konunun tabu olmasının nedeni, Ermeni soykırımı konusunun, Kurtuluş Savaşı ile başlayan sürecin "yeni ve başka" olduğu iddiasını çürütecek nitelikte olması (s. 194). Yani devlet ve toplum, "kendisi hakkında yarattığı hayal dünyasının" bozulmasını istemediği için bu konu konuşulamıyor.
Ermeni soykırımı konusunun bu tabloyu bozan yanlarını şöyle sıralıyor Akçam: Kuvayı milliye diye adlandırılan kadro, hem fikriyat, hem personel bakımından Teşkilat-ı Mahsusa'dan geliyor. Kurtuluş Savaşı'nın esas örgütleyici ve yürütücüleri, Ermeni Soykırımı'nı da örgütleyen ve yürüten kişiler. Onlara destek sağlayan tabanda da, Ermeni mallarına "konarak" aniden semirmiş eşraftan kimseler de bulunuyor. Akçam bu son noktayı, devletimizin şu andaki yapısı ve tarihine bağlıyor ve sorunun burada yattığını hatırlatarak eserini noktalıyor.
***
Yukarıda "yetersizlikler" deyip --hafifsenecek bir yetersizlik olmasa da-- yalnızca eserin serbestliğinden bahsettim. Bir diğer ciddi yetersizliği ekleyeyim: kitap ciddi tezlerini tartışırken, o ciddiyetin hakkını vermeyecek kadar sığ kaynaklardan yararlanıyor. İncelediği döneme ait fikirleri, doğrudan üreticilerinden değil, çoğunlukla ikinci elden, hatta bazen de çok genel tarih monografilerinden alıyor. Atatürk, Ziya Gökalp, Abdülhamit, Talât Paşa gibi pek çok kişiden yapılan alıntılar, dolaylı. Dipnotlarının ezici çoğunluğu "Aktaran: X" şeklinde. Akçam o dönemde yurt dışında yaşadığı için ve yurt dışına da bildiğim kadarıyla kaçarak gittiği için, bunları teyit etmeden kullandığını varsayıyorum; halbuki böylesi önemli bir çalışmanın aslında öylesi ciddi olan tezlerini çok daha titiz işlemesi gerekirdi. Kitabın 155. sayfasında, İttihatçılarla Ziya Gökalp'in arasında geçen ve Yakup Kadri tarafından aktarıldığı söylenen bir konuşmaya dair şu dipnotu ise mazur görün ama ufak çaplı bir skandal olarak niteliyebilirim:
"244. Aktaran Ali Kemal Meram a.g.e., (Sayfa numarası notlanmadığı ve tamamı yazılmadığı için alıntı, notlarımda olan sınırlı ifadeye dayanılarak verilmiştir ve tam orijinal biçim değildir.)"
Aslında bu kaynaklar sorunu da, başta değindiğim yapısızlık sorunu da, kitabn konuyu ele alan ilk eser(ler arasında) olmasından kaynaklanıyor. Kitabın yazıldığı dönemde konuya dair çalışmalar kısıtlı olduğundan, hatta Türkiye bağlamında böyle bir alan bile hemen hemen yok olduğundan, yazar biraz "serbest gitme" lüksünden yararlanmış. Eserin bir alana girip orada varolan diğer eserlerle boş ölçüşmekten ziyade, tartışma başlatma, ilgi alanı kurma, tedavüle yeni tezler sunma gibi bir misyon edindiği zaten yukarıdaki değerlendirmeden de anlaşılıyor; değerlendirirken belki biraz bunları da göz önüne almak gerek. Hem sonra, sonraki eserlerinde Akçam'ın araştırmalarının kapsamını ve derinliğini ne kadar geliştirdiğini biliyoruz; bu yüzden bu yetersizlikleri, bize kendisinin nereden nereye geldiğini, ne kadar önemli bir araştırmacıya dönüştüğünü gösterecek referanslar olarak da değerlendirilebilir. Ben öyle yapmaya eğilimliyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder