Taner Akçam'ın bu kitabın bütünü ile (yani kitabı yazarak) sunduğu tez, Soykırım'ın soykırım olduğunun, yalnızca o güvenilmeyen Osmanlı belgelerine dayanılarak dahi kanıtlanabileceği yönünde. Yani bir tarafın tezini, diğer tarafın kaynaklarıyla temasa getiriyor; ki aslında öteden beri bu konunun "diyalojik" biçimde ele alınmamasından şikâyetlenen bir tarihçi olduğunu düşünürsek, şaşırtıcı da değil yaptığı. Fakat bu temasa getirme işini yaparken, ilginç bir şey daha yapıyor: biraz paradoksal bir şekilde, Osmanlı belgelerinin itibarını, Türk arşivlerinin inandırıcılığını artırmak gibi bir sonucu hedeflediğini söyleyebiliriz yazarın. Evet Türk tezlerinin biraz olsun inandırıcılık ve itibar kazanabilmesi için, aslında, Akçam'ın kitabı gibi, bu belgelere dayanan ve Ermeni Soykırımı'nın gerçek olduğunu ortaya koyan eserlerin de yazılabilmesi gerekiyor.
Bu tuhaf durumu Ermeni tezlerinin bilimsel literatürde ve uluslarası siyaset alanında sahip olduğu hegemonik konumla filan açıklayabilirsiniz. Gerçekten de Türkiye'nin "Biz arşivleri açtık, Ermeniler de, herkes de kendine güveniyorsa arşivlerini açsın, öyle konuşalım" cümlesiyle özetleyebileceğimiz resmi tezine ve onun doğrultusunda ortaya koyulan "bilgi"lere, konuya dair uluslararası camia de pek itibar etmiyor. Ama bu, Ermenilerin olduğu kadar Türkiye'nin de sorumlusu olduğu bir sonuç. Çünkü ne arşivler iddia edildiği kadar açık ve serbest, ne de o arşivlere dayanılarak üretilen eserler bilimsel açıdan tatmin edici nitelikte. Siz, yalnızca küçük bir örnek olarak, Osmanlı döneminde İç Anadolu'ya dair yazışmaların toplandığı Konya'dan 76 kamyon belgeyi tasnif etmeden SEKA'ya yollamışsanız; onyıllarca altın makaslar belgelerin üzerinde dolanıp durmuşsa; kalan arşivlerin önemli kısmını kontrol eden Genelkurmay'ınız, içeri girecek araştırmacıların kısıtlı içeriğe ulaşmaması için bin dereden su getiriyorsa; en tepe noktaları işgal eden araştırmacılarınızın konu hakkında yazdığı kitaplarda belgeler tahrif ediliyor, içerikleri açıklanmıyor, çarpıtılıyorsa; hatta işin siyasi boyutunu idare eden yöneticileriniz Soykırım'ın gerçek olmadığını inanç sisteminden argümanla "kanıtlıyorsa", yapacak bir şey yok. Birisi gelip yalnızca 7 sayfasının altında dipnot olmayan ve göndermelerinin %90'ı sizin arşivlerinizdeki belgeleri işaret eden bir eserle sizi yanlışlayabilmeli ki sizin çağrınız biraz kaale alınma olasılığı kazansın.
Arşivlerin durumuna dair bir girişin ardından, Akçam kitabını başlatıyor. Önce genel olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti idarecilerinin Anadolu'yu homojenleştirme planını açıyor. Ülkenin her bir yanından titizlikle nüfus bilgileri toplanması, bunlara dayanılarak etnik yapı haritalarının oluşturulması, bu verileri sosyoekonomik boyut ile destekleyen defterlerin tutulması, Müslüman ama "gayrı-Türk" unsurların asimile edilmesine yönelik emirlerin oradan oraya uçuşması gibi, yapılan işlerin, yıllara yayılan bir süreçte oluşturulup uygulanmış kapsamlı bir nüfus ve iskan programının aşamalarına tekabül ettiğini gösteren pek çok uygulama ortaya koyuluyor. Planla ilgili çok önemli bir ayrıntı, planın bir tür çifte mekanizma ile işletilmesi: bir yandan resmi bürokratik kanallardan bilgi ve emir alışverişi sürerken; öte yandan, hukukun dışına taşılan uygulamalar, parti kanalıyla, gayrıresmi ve gizli bir aygıt (Teşkilat-ı Mahsusa) eliyle yürütülüyor. Hukuki işler ile pis işleri ayrı giderlere akıtan, ama her iki mekanizmanın imkanlarını da sonuna kadar kullanan bir örgütlenme ile karşı karşıyayız.
Akçam, Balkan Savaşları sonrasında yasal (diplomatik) ve teröristik yollarla Ege'nin Rumlardan temizlenmesi sürecine önemli yer ayırıyor kitapta. İddiasına göre bu süreç, her anlamda Ermeni Soykırımı'nın stajı niteliğini taşıyor. Bir yandan devlet aygıtı aracılığıyla bir mübadele anlaşması aranırken, bir yandan da parti aygıtı aracılığıyla hem yerleşik Rumları terörize ederek yerlerinden çıkarma, hem de yola dökülmüş kafilelere saldırıp katletme amaçlarını güden çete örgütlenmelerinin oluşturulması; sürgün edilen nüfusun, sayıca, gidecekleri yerlerin %5-10'undan fazlasını oluşturmayacak şekilde sürgün edilmesi; gidenlerin yerine derhal (neredeyse eşzamanlı biçimde) Balkanlardan gelen müslüman muhacirlerin iskan ettirilmesi gibi İttihat ve Terakki'nin 1915-16'da da "yararlandığı" uygulamaların alanda ilk defa sınanmasına tekabül eden Ege'nin boşaltılması süreci, kitabın üçte birine yakın bir yer kaplıyor.
Ermeni "Tehcir ve Katliamı" ise, kalan üçte ikilik kısımda ele alınıyor. Akçam olayların bir dökümünü yaptığı gibi, olaylarla ilgili Türkiye'de dolaşımda olan pek çok teze güçlü itirazlarda bulunuyor. Ermenilerin tehcirinin "savaş sırasında doğmuş bir ihtiyaca" karşılık yapıldığı fikrine karşı, hem önceden ortaya serdiği planlılık boyutunu hatırlatıyor, hem de kararın uzun sürmüş, derin erimli müzakereler sonucu alındığını. Bu durum, "Ruslarla ittifak ve ihanet" söylemini de yanıtlıyor: arkasında önceki bölümlerde ayrıntıları anlatılan bir program olmasaydı, Ermenilerin karıştığı olayların bu karşılığı bu kadar kapsamlı bir imha planı olmazdı, diyor yazar. "İmha kastı yoktu, onlar kazara oldu" itirazı ise, yerlerinden edilen Ermenilerin ne olacağına dair bir şeyin çok fazla düşünülmemiş olması gerçeğine çarpıyor. Bunun yerine mallarının müsadere edilmesi, yerlerine hemen müslüman muhacirlerin yerleştirilmesi gibi, tehcirin isyanlara tepki olarak savaş koşullarında öngörülmüş bir önlem olmayıp kalıcı bir imha hamlesi olduğu ve "çok sıkı kontrol altında" yürütüldüğü kapısına çıkan sağlam veriler sunuluyor bize. Kitap büyük ölçüde başta verdiği vaatleri yerine getirerek kapanıyor.
Taner Akçam'ın kitabın planında da göze çarpan bir yazım ve fikir işleme stratejisini enteresan buldum. Temel olarak, belirttiğim gibi, Soykırım'ın Osmanlı belgeleriyle de kanıtlanabileceği fikrini işliyor kitap boyunca. Ama yine belirttiğim gibi, başlangıçta, "Belge bulmak olanaksıza yakın" fikrine çok sıkı yatırım yaparak, kitabın kalan kısmında giriştiği angajmanın önemini artırıyor. Bu, retorik açıdan, "Bütün engellemelere rağmen yine de ortaya çıkan gerçek" etkisini iyice belirginleştirmek için girişilen bir hamle gibi göründü gözüme. Yalnızca "Belgelere dayanarak olanların soykırım olduğunu kanıtlıyorum" demek başka bir şey; "Belgeler kesildi, kırpıldı, yakıldı, yıkıldı; ortada bir şey kalmadı. Fakat ben yine de kalanlarla bile olanların soykırım olduğunu kanıtlıyorum" demek başka bir şey. İşte ikisinin arasında yatan fark, başlangıçtaki yoğun yatırıma, yatırımın kendisinden ayrı ikinci işlev, ikinci bir anlam kazandırıyor. Burada Akçam'ın belgelerin ortadan kaldırılması ile ilgili söylediklerine hiçbir itiraz yöneltmiyorum; yalnızca bir söylem, şu retorik taktiklerden yararlanılarak kurulmuş diyorum. Böyle de görülebilir yaptığı diyorum.
Belge bulmak olanaksıza yakın fikrinin bir diğer işlevi de var: kitapta gayet önemli bir yer tutan çifte mekanizma argümanının altını doldururken de Akçam başta yaptığı yatırımdan yararlanıyor. Var olan ve yok edilen belgeler, çifte mekanizma üzerine rastgele dağılmıyor: İşin devlet aygıtı aracılığıyla yürütülen kısmı, var olan belgelerle belgeleniyor; işin parti teşkilatı aracılığıyla yürütülen kısmı ise çoğunlukla yok edilen belgelerin alanına giriyor. Akçam, işin bu kısmıyla ilgili söylediklerinde yer yer dolaylamalara, ipuçlarından çıkarımlara, karineden gitmelere, tarihi "belge" statüsü muarızlarınca tartışmalı addedilebilecek hatıralara, Ermeni kaynaklarına salınımlara tevessül etmek durumunda kalıyor. Açıklama soran olursa da, başta "belge bulmak olanaksıza yakın" diye anlattı iki saat... Tekrar edeyim: ben edineceğim fikri o çifte mekanizmanın yalnızca bir kanadından çıkanlarla edindim; ama ikna olmayabilecekler için, bu çifte mekanizma argümanına sanki baştaki "belge bulmak olanaksız" kısmından daha güçlü bir dayanak noktası gerekir gibi. Bilemedim.
Ermeni kaynaklarına tevessül demişken, büsbütün başarısız bulduğum bir şeyi aktararak bitireyim. Yukarıda %90 Osmanlı belgelerine yaslanıldığını söylemiştim. Kalan %10 arasında Akçam'ın sıkça başvurduğu bir kaynak, Kudüs Ermeni Patrikhanesi arşivi. Kitabın içinde birden fazla sefer, bu kaynaklara başvurduğunda sözün en can alıcı noktasında bulunduğu oldu. Yani hani "hepsi zayıflatır, sonuncusu öldürür" derler ya, işte o sonuncu darbe bir iki yerde Kudüs Ermeni Patrikhanesi arşivinden geldi. Örneğin İttihat ve Terakki çizgisindeki yerel memurların gaddarlıklarını, ettikleri zulümleri ayrıntılandırıyordu Akçam bunları kullanarak. Yer yer yapılan mezalimin görsel ayrıntılarını tasvir de eden alıntılar, yabancı dilden çevirildiği için, Akçam'ın dilinde günümüz Türkçesiyle yer alıyordu ve dolayısıyla okuyucuların çoğuna, örneğin Talat Paşa'nın telgraflarındaki ağdalı dilden daha yakın bir dağarcığa sahipti. (Son darbe etkisi sırf bundan kaynaklanıyor bile olabilir. Okuyucunun o alıntıda geçen kişilerle empati kurması çok daha olası sonuçta...) Tek sorun, bu son darbe etkisi yaratan Patrikhane arşivinin halihazırda araştırmacılara kapalı olması (yazar da bundan şikayetçi) ve Akçam'ın kullandığı buraya ait belgelerin kendisine Vahakn N. Dadrian tarafından verilmiş olması. Gerçi girişte Akçam birkaç örnekle bu belgelerin "authenticity" sahibi belgeler olduğunu belirtiyor ama yine de bu büsbütün şüphe uyandıracak bir araştırma yöntemi; ve buradan elde edilen verilerin o kilit taşı konumunda olması da beni biraz rahatsız etti. Yine dikkat: komplo sularında kesinlikle değilim. Yalnızca bu durumu biraz başarısız buldum.
Ermeni Soykırımı konusunun gerçeklik statüsü bu kitapta yetkin bir şekilde tartışılıyordu; bugüne yansımaları ise bu kitabın sınırlarının biraz dışında. Akçam'ın özel olarak konunun o boyutuyla ilgilendiği yapıtlarını da gördükten sonra biraz da oralara dair bir şeyler yazacağım.
Taner Akçam'ın kitabın planında da göze çarpan bir yazım ve fikir işleme stratejisini enteresan buldum. Temel olarak, belirttiğim gibi, Soykırım'ın Osmanlı belgeleriyle de kanıtlanabileceği fikrini işliyor kitap boyunca. Ama yine belirttiğim gibi, başlangıçta, "Belge bulmak olanaksıza yakın" fikrine çok sıkı yatırım yaparak, kitabın kalan kısmında giriştiği angajmanın önemini artırıyor. Bu, retorik açıdan, "Bütün engellemelere rağmen yine de ortaya çıkan gerçek" etkisini iyice belirginleştirmek için girişilen bir hamle gibi göründü gözüme. Yalnızca "Belgelere dayanarak olanların soykırım olduğunu kanıtlıyorum" demek başka bir şey; "Belgeler kesildi, kırpıldı, yakıldı, yıkıldı; ortada bir şey kalmadı. Fakat ben yine de kalanlarla bile olanların soykırım olduğunu kanıtlıyorum" demek başka bir şey. İşte ikisinin arasında yatan fark, başlangıçtaki yoğun yatırıma, yatırımın kendisinden ayrı ikinci işlev, ikinci bir anlam kazandırıyor. Burada Akçam'ın belgelerin ortadan kaldırılması ile ilgili söylediklerine hiçbir itiraz yöneltmiyorum; yalnızca bir söylem, şu retorik taktiklerden yararlanılarak kurulmuş diyorum. Böyle de görülebilir yaptığı diyorum.
Belge bulmak olanaksıza yakın fikrinin bir diğer işlevi de var: kitapta gayet önemli bir yer tutan çifte mekanizma argümanının altını doldururken de Akçam başta yaptığı yatırımdan yararlanıyor. Var olan ve yok edilen belgeler, çifte mekanizma üzerine rastgele dağılmıyor: İşin devlet aygıtı aracılığıyla yürütülen kısmı, var olan belgelerle belgeleniyor; işin parti teşkilatı aracılığıyla yürütülen kısmı ise çoğunlukla yok edilen belgelerin alanına giriyor. Akçam, işin bu kısmıyla ilgili söylediklerinde yer yer dolaylamalara, ipuçlarından çıkarımlara, karineden gitmelere, tarihi "belge" statüsü muarızlarınca tartışmalı addedilebilecek hatıralara, Ermeni kaynaklarına salınımlara tevessül etmek durumunda kalıyor. Açıklama soran olursa da, başta "belge bulmak olanaksıza yakın" diye anlattı iki saat... Tekrar edeyim: ben edineceğim fikri o çifte mekanizmanın yalnızca bir kanadından çıkanlarla edindim; ama ikna olmayabilecekler için, bu çifte mekanizma argümanına sanki baştaki "belge bulmak olanaksız" kısmından daha güçlü bir dayanak noktası gerekir gibi. Bilemedim.
Ermeni kaynaklarına tevessül demişken, büsbütün başarısız bulduğum bir şeyi aktararak bitireyim. Yukarıda %90 Osmanlı belgelerine yaslanıldığını söylemiştim. Kalan %10 arasında Akçam'ın sıkça başvurduğu bir kaynak, Kudüs Ermeni Patrikhanesi arşivi. Kitabın içinde birden fazla sefer, bu kaynaklara başvurduğunda sözün en can alıcı noktasında bulunduğu oldu. Yani hani "hepsi zayıflatır, sonuncusu öldürür" derler ya, işte o sonuncu darbe bir iki yerde Kudüs Ermeni Patrikhanesi arşivinden geldi. Örneğin İttihat ve Terakki çizgisindeki yerel memurların gaddarlıklarını, ettikleri zulümleri ayrıntılandırıyordu Akçam bunları kullanarak. Yer yer yapılan mezalimin görsel ayrıntılarını tasvir de eden alıntılar, yabancı dilden çevirildiği için, Akçam'ın dilinde günümüz Türkçesiyle yer alıyordu ve dolayısıyla okuyucuların çoğuna, örneğin Talat Paşa'nın telgraflarındaki ağdalı dilden daha yakın bir dağarcığa sahipti. (Son darbe etkisi sırf bundan kaynaklanıyor bile olabilir. Okuyucunun o alıntıda geçen kişilerle empati kurması çok daha olası sonuçta...) Tek sorun, bu son darbe etkisi yaratan Patrikhane arşivinin halihazırda araştırmacılara kapalı olması (yazar da bundan şikayetçi) ve Akçam'ın kullandığı buraya ait belgelerin kendisine Vahakn N. Dadrian tarafından verilmiş olması. Gerçi girişte Akçam birkaç örnekle bu belgelerin "authenticity" sahibi belgeler olduğunu belirtiyor ama yine de bu büsbütün şüphe uyandıracak bir araştırma yöntemi; ve buradan elde edilen verilerin o kilit taşı konumunda olması da beni biraz rahatsız etti. Yine dikkat: komplo sularında kesinlikle değilim. Yalnızca bu durumu biraz başarısız buldum.
Ermeni Soykırımı konusunun gerçeklik statüsü bu kitapta yetkin bir şekilde tartışılıyordu; bugüne yansımaları ise bu kitabın sınırlarının biraz dışında. Akçam'ın özel olarak konunun o boyutuyla ilgilendiği yapıtlarını da gördükten sonra biraz da oralara dair bir şeyler yazacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder