19 Aralık 2010

Yakın Tarihten Bazı Tuhaflıklar: Pera Sokakları

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü, belediyeye bağlı kütüphanelerdeki mebzul miktardaki haritaların bazılarını kitaplar halinde basıyor. Örneğin "Alman Mavileri" diye anılan, 1913-14 tarihli İstanbul haritalarını konu edinen üç ciltlik bir kitap var, sarılıp uyunabilecek bir yayın. Bilimsel bir çalışmayla, Galata Kulesi nirengi noktası alınarak çizilmiş; oldukça büyük ölçekli, yani çok ayrıntılı bir harita. Atatürk Kitaplığı'nda kitapları elime alıp inceleyince sarılıp uyuma fikrim biraz değişti; nedeni haritaların -bence- pek pratik şekilde dizilmemiş olması. Bütün şehir, net kuzey-güney ve doğu-batı eksenlerinde dilimlenmiş ve kitap bu dilimleri yukarıdan aşağı ve sonra soldan sağa (veya sağdan sola) giderek izliyor. Dolayısıyla -atıyorum- Dolmabahçe Sarayı ile Taksim Meydanı apayrı ciltlerde bulunabiliyor. Bu Alman Mavileri'nin hemen yanı başında bir başka çalışma gördüm ki, "İşte Premier League bu!" dedirtti. İstanbul'un Charles Edward Goad'un (1848-1910) ekibi tarafından, sigorta şirketleri için yapılmış planlarını içeren çalışma, yine İBB KMM tarafından yayınlanmış (2007). Goad, kendi kendini yetiştirmiş, inşaat mühendisi-haritacı-müteahhit türü bir insan. İngiltere'de doğmuş, Kanada'da ölmüş. Kendisinin büyük bir şirketi var; İstanbul'un olduğu gibi, dünyanın pek çok başka metropolünün de planlarını çıkarmış. Planlar aynı şirketin eseri olduğu için aşağı yukarı standart bir lejanda sahipler. Bu da şehirler arasında kıyaslar yapmaya olanak veriyor. Örneğin şu adreste, aynı şirketin çıkardığı Manchester planından bir pafta görüyoruz, temelde İstanbul planlarıyla aynı gibi.

Burası İstiklal
Goad'un planları, 1905 yılı civarında hazırlanmış. Kendisinin bizzat İstanbul'a gelip gelmediği bilinmiyor. Planlar, sık tekrarlanan yangınlardan para kokusu alan sigorta şirketleri için hazırlandığından, pragmatik ve pratik. Öncelikle, ele alınan paftalardaki binaların yapıldığı malzeme, kat sayıları, duvar yapıları ayrıntılı şekilde belirtilmiş ki sigorta şirketi ona göre bir yangın riski belirlemesi yapsın. Sonra, Türkler sigortaya pek yanaşmadığı için gayrimüslimlerin yaşadığı mahallelere daha çok eğilinmiş. Tabii devlet dairelerinin ve tarihi eserlerin bulunduğu mahaller de es geçilmemiş. Beyoğlu'nda İstiklal Caddesi ve ona açılan sokakların ilk birkaç tanesi ayrıntıyla işlenmiş iken Tophane veya Kasımpaşa tarafları "taştan ve tahtadan mamul evleri olan Türk mahallesi" gibi bir ibareyle geçiştiriliyor.

İstiklal Caddesi civarında enteresan bir ayrıntı daha var: baktığımızda, bölgenin tamamen değiştiğini görüyoruz. Aslında o gün olmayıp bugün olan bir sokak (Muammer Karaca Tiyatrosu Çıkmazı) hariç caddeye açılan sokakların yapısı tamamen bugünle aynı. Fakat sokakların çok önemli bir kısmı, bugünkü isminden farklı bir isim taşıyor. Caddenin kendisi bile Pera Caddesi adında, malum. İsminin ne zaman ve nasıl değiştirildiğini Allah bilir (6-7 Eylül döneminde olmasın, Tatavla'nın Kurtuluş oluşu gibi?). Goad planları hakkında ulaştığım bir yazıda konuyla ilgili şöyle bir yorum yapılmış:

Özellikle Galata­-Pera bölgesinde yol isimlerinde Türkçeleştirmeye gidilmiştir. Örneğin Büyük Pera Sokak İstiklal Caddesi olmuştur. Papaz, Papazoğlu gibi sokak isimleri de değiştirilmiştir. Bazı sokaklar o sokakta mesleklerini icra eden zanaatçıların yaptıkları işlerle isimlendirilirken bu isimlendirmelerde Yorgancılar Sokak Tersane Caddesi’ne dönüşmüştür. Günümüzde bulunmayan bir takım yapılardan isimlerini alan sokakların da ismi değişmiştir. Örneğin artık bulunmayan Haseki Hamamı'ndan ismini alan Haseki Hamamı Sokak, Vakıf  Han Sokak olmuştur. Bunların dışında isimlerin değiştirilmesinde herhangi bir yol izlendiğine rastlanmamıştır. 

Grande Rue de Pera
Bu yorum bana pek ikna edici gelmedi. Daha doğrusu, isim değişiklikleri pek burada bahsedildiği kadar kendiliğinden olmuş gibi gelmiyor bana. Bence bir yol izlenmiş ve o yolun da, ülkemizin o günlerden bugünlere geçirdiği ve sonucunda Tayyip Erdoğan'ın şu meşhur "ters-mıknatıslanma" konuşmasında değindiği "Eğ üstelik bu ülkenin %99'u da Müslümaağn?" durumuna geldiği büyük kuraklama ile inkâr edilemez bir ilgisi var. Ben haritaya baktığımda, kâh sokağa ismi verilen yapının yıkılmasıyla, kâh orada çalışan meslek erbabının orayı terk etmesiyle, başka herhangi bir yol izlenmeden, tesadüfen, olayların doğal akışı gereği, "Aa bir de bakmışsın ki böyle olmuş" şeklinde, öznesiz öznesiz değişen bir cadde değil, kimliğiyle oynanmış, geçmişi yok edilmiş, Türk-İslamlaştırılmış bir cadde görüyorum. Bunun için illa isimlerin yerine öyle kör kör parmağım gözüne Hünkâr Cennet-Mekân Yavuz Sultan Selim Hân Hazretleri Caddesi, Üstâd Necib Fazıl Sokak falan gibi isimlerin konulması şart değil. Var olanın kıymetini bilip onu koruma gibi bir kaygının eseri olmayınca, dönemin isimleri bir bir ortadan kaybolunca zaten maksat hasıl oluyor. Adını muhtemelen Glavany ailesinden alan sokak, Kallavi Sokak olmuş mesela. Gerekçesi muhtemelen dil dönmemesi, tıpkı Misk Sokak'ın Mis Sokak olması gibi. Ama giden gitmiş. Veya "isimleri bir sokakta yaşayacak" şeklindeki çakma kıymetbilirlikle Atıf Yılmaz Sokak, Yeşilçam Sokak yapıyorsun, arada Deveaux ve Sakızağacı gidiyor. Zaten bu sokakları dolduran insanlar da zaman içinde Deveaux'yu bir garip, Atıf Yılmaz'ı ise pek doğal karşılayacak öznelere dönüştürüldüğünden, öyle olmayanlar da bir şekilde oralardan kovulduğundan, kimse bir tuhaflık sezecek, oturup giden isimlere ağıt yakacak değil. Ermeni Kilise Sokak, Nevizade Sokak adıyla alkolün ve fasılın başkenti olmuş, sokağa adını veren Üç Horan Kilisesi arada bir yerde güçlükle nefes alır hâle gelmiş, üstelik ismi buraya verilen Nevizade Ataî'nin de sokakla pek bir ilgisi yok, kilisenin arkasında da gençlik "Çileeeeeeeeeeeeee" diye fasıl yapıyor. Bence çok boktan bir tablo.

"Yıllardır bu sokağın adı X Sokak'tı, ben bunu Y Sokak şeklinde değiştirdim" cümlesi bence iktidar sahiplerinin ağzından çıktığı kadar basit bir cümle değil. Bunu söylemek ve eyleme dökmek bilincinde olunmasa da çok büyük ve -bence- haksız bir iktidar tasarrufu. Adını sonsuza kadar yaşatalım'lar da dahil bence hiçbir şekilde sokak, cadde, mahalle, köy, kasaba, şehir ismine dokunmamak gerek. Ne ise ne. Bu isimleri şıklaştırmak, çağdaşlaştırmak, mutenalaştırmak, içeriklileştirmek, olduğundan daha da anlamlılaştırmak kimsenin haddine olmamalı. Bu koruma bilinciyle ilgili olan kısmı. Bir de değiştirip dönüştürme iradesi var işte. Bu iktidar kafası elini değdiği yeri kurutuyor, çirkinleştiriyor; tatsız tuzsuz kalıpları bir sürü başkabaşkalıkların boynuna ittirip geçiriveriyor. Gidin bakın: Doğu Anadolu "-yurt, -su, -ağaç, dağ-, -ca, -çay, çalı-, ak-, kara-, kızıl-" gibi 25-30 tane sözcüğün mal gibi döndürülüp döndürülüp kullanıldığı, tamamen generic bir sürü köy ismiyle dolu. Köy dağın dibinde diye adını Dağdibi yapmış. Belki Kürtçe veya Ermenicede bambaşka bir ismi var. Hepsi bir tornaya bir şekilde uydurulmuş. Bütün kanı bir şekilde çekilmiş. (Yeri gelmişken, bu değişimin boyutlarını Sevan Nişanyan'ın Anadolu'da yer isimleri envanteri projesinden görebilirsiniz)

Neyse, bu öfke hâli böyle gittikçe gider. Planlara göre Taksim'den Tünel'e giderken, sonra da Tünel'den Taksim'e dönüşte sağ tarafta bulunan sokakların eski ve yeni isimlerini vereyim şimdi. Bunlar yalnızca İstiklal Caddesi'ne açılan sokaklar. Yanları, devamları, arkaları yok. İsimleri yazarken Goad planlarındaki imlayı korudum. Harf devrimi öncesi döneme tekabül eden Latin harfli ve Fransızca okunuş kurallarını izleyen Türkçe yazısından ne kadar hazzettiğimi daha önce yazmıştım. O meyandan olsun. İşte:

Taksim Cd. - ?
Zambak Sokak - Rue Taxim
Bekar Sokak - Rue Bekiar
Mis Sokak - Rue Misk
İmam Adnan Sokak - Rue Imam
Atıf Yılmaz Caddesi - Rue Sakyz-Agatch
Yeşilçam Sokak - Rue Deveaux
Balo Sokak - Rue Sagh
Solakzade Sokak - Rue Sol
Sahne Sokak - Rue Théatro
Hamalbaşı Sokak - Rue Hamal-Bachi
Tütüncü Çıkmazı - Impasse Tutundji
Han Geçidi Sokak - Passage Hazzopoulo
Emir Nevruz Sokak - Passage de l'Eglise Grecque veya Impasse Panaïa
Olivya Geçidi Sokak - Impasse Olivio
Kallavi Sokak - Rue Glavany
Saka Salim Çıkmazı - Impasse Saka
Perukar Çıkmazı - Impasse Lattine
Deva Çıkmazı - Rue Ezadji
Korsan Çıkmazı - Impasse L'Orando
Terkoz Çıkmazı - Passage Dandria
Balyoz Sokak - Rue Venedik
Orhan Adli Apaydın Sokak - Rue Derviche
Gönül Sokak - Rue Timoni
Asmalı Mescid Caddesi - Rue Asmali Mesdjid
Müeyyet Sokak - Rue de Suede
General Yazgan Sokak - Rue Zumbul

Şah Kulu Bostan Sokak - Rue Nouvelle (Yeni Yol)
Kumbaracı Yokuşu - Rue Koumbaradji Yokouchu
Postacılar Sokak - Rue des Postes
Muammer Karaca Tiyatrosu Çıkmazı - Yok/yazmıyor
Nuri Ziya Sokak - Rue de Pologne (veya Rue Leh)
Eski Çiçekçi Sokak - Rue Linardi
Acara Sokak - Rue Ada
Yeni Çarşı Caddesi - Rue Yeni Tcharchi
Kartal Sokak - Rue Kartal
Turnacıbaşı Sokak - Rue Sou Terazi
Fuat Uzkınay Sokak - Rue Hava
Ayhan Işık Sokak - Rue Kouloglou
Sadri Alışık Sokak - Rue de Brousse
Büyük Parmakkapı Sokak - Rue Buyuk Parmak Kapou
Küçük Parmakkapı Sokak - Rue Kutchuk Parmak Kapou
Meşelik Sokak - Rue Roum Kabristan

Manchester dolaylarından bir türküyle kapatalım: Yukarıdaki linkte Goad'un Manchester planlarından ufak bir alıntı resmi vardı. Aşağıda, o resimdeki bölgenin bugünkü halini görüyoruz. Ortadan kaybolan bir iki sokak dışında isimleri tamamen aynı görünüyor. iyice zumlayıp kıyaslayabilirsiniz. Tamam, belki İngiltere'yi örnek vermek haksızlık olabilir ama bu yukarıdaki değişme oranına da bir yuh çekmek gerekiyor:


Yakın tarihimiz tuhaflıklarla dolu.

04 Aralık 2010

Evrensel

Evrensel'e ve evrenselciliğe karşı yaklaşım nasıl olmalı? Ben, pek sevmiyorum. Geçmişte evrensel insan hakları kavramını ve söylemini eleştiren bazı yazılara bulaşmış, onlar aracılığıyla evrensel'den soğumuştum. Üzerine, evrensel değerleri ve yargıları temsil etme iddiasında olan eski model, à la Sartre entelektüel modeline olan derin antipati var. Fakat, şahsen hâlâ evrensel değerlere, vicdana filan yaslanan bir söylem üretip fışkırtma noktasını yanlış bulsam da, "evrensel sözünü duyunca Browning'ime uzanırım" noktasını da çok sağlam hissetmiyorum diyebilirim. İşte bu noktada yine her zaman olduğu gibi Pierre Bourdieu devreye giriyor. "Alın bunlar evrensel bilgiler, bunlar da evrensel değerler, bunu biz yaptık" diye ortaya çıkan skhole sahibi bilimci/filozof/akademisyenlere dair aşırı güçlü eleştirisi malûm. (Hâlâ akademisyen habitus'ünün nesilden nesile aktarılmasının yeni bir biçimi olarak PhDComics hakkında sağlam bir şeyler yazılabilir diye düşünüyorum.) İşte bu eleştirinin adımlarından birinde, çok güzel bir pasaja rast geldim. Hem yanlış evrenselciliğe net bir karşı duruş içeriyor, hem de bunu yapacak olanı post-modern kuyularda merdivensiz bırakmıyor. (Aslında bu cümlenin türdeşi bir cümle, elsewhere yazdıklarından hareketle, entelektüeller hakkında verdiği nihai kararı özetlemek için de kurulabilir: hem eski modeli tamamen yerinden ediyor, hem de yeni modelin nasıl bir evrensel'e bel bağlayabileceğini ortaya koyuyor. Bourdieu'nün, benzeri işleri yapan başka düşünürler içinde evrensel'e ilişkin bu kadar gelişkin bir eleştirisi ve fikri olan ender bir örnek olduğunu söyleyebiliriz. Kendi yeni-entelektüelini kodlarken "do not universalize so fast" filan diye vazederek yüzeyselliğin dibine vuran adamlar da var.) Yine "Pascalian Meditations"tan (çev: R. Nice, Stanford University Press, 2000) geliyor bu alıntı. 70-71. sayfalar arasında.  Bu sefer pasajı çevirmeyi de denedim. İşte şöyle:  
Aklın ortaya çıkması için bazı tarihsel koşullar vardır. Bilimsel görünmeye ilişkin bir çabası olsun veya olmasın, bu koşulların unutulmasına ya da bilinçli olarak gizlenmesine dayanan her düşünce, tekellerin en haksızı olan “evrenselin tekeli”ni meşrulaştırma eğilimi gösterir. Bu yüzden, her iki taraftan da tepki görmek pahasına da olsa; hem evrensel’e ulaşma koşullarını görmezden gelen soyut bir evrenselciliği savunanlara --ki bunlar, cinsiyet, etnisite veya sosyal pozisyon açısından ayrıcalıklı kimseler olarak, evrensel’i sahiplenme konusununda de facto bir tekele sahiptirler ve bu tekellerine meşruiyet de bahşederler--; hem de inançsız, kinik bir göreliliği savunanlara karşı çıkmak gerekir. İster uluslararası, ister ulusiçi ilişkilerde olsun; soyut evrenselcilik, gerçekleştirilmesinin ekonomik ve sosyal koşullarından koparılmış "demokrasi", "insan hakları" gibi bir soyut evrenselin şekilsel gerekliliklerine uymak adına; hatta daha kötüsü, tikel bir grup için (ve nihayet, kadınlar, geyler ve siyahlar gibi damgalanmış bir tikelliğe sahip bütün “cemaatler” için) özel haklar tanınmasına şatafatlı bir evrenselcilikle karşı durmak adına; kurulu düzenin, halihazırdaki güçler ve ayrıcalıklar dağılımının, yani burjuva, beyaz, Avrupalı/Amerikalı erkeğin hakimiyetinin haklı gösterilmesine hizmet eder. Öte yandan, bütün evrenselci manifestoları hegemonyayı sürdürmek için tertiplenmiş riyakar oyunlar olarak gören elementer bir tür göreliliğe bağlılık adına evrensel’e inanmanın, gerçeğe, özgürleşmeye, yani özetle Aydınlanma’ya inanmanın türlerini, evrensel gerçek ve değerlerin onaylanmasını septikçe veya kinikçe reddetmek de, düzeni olduğu gibi kabul etmenin başka --ve kendisine bir radikallik havası verdiği için de bir bakıma daha tehlikeli-- bir biçimidir.
Nasıl görünüyor olursa olsun, aynı anda hem soyut evrenselciliğin aldatıcı ikiyüzlülüğüne karşı; hem de, gerçek hümanizmin en köklü hedefi olan (ve evrenselci vaazcılık ile nihilist (sözde) yıkıcılığın ikisinin de unuttuğu) evrensel’e ulaşmanın koşullarına evrensel ulaşım için savaşmakta bir çelişki yoktur.
Bu adam bir gün okuma başında beni öldürecek.

26 Kasım 2010

Akademisyen nedir, nerelerde yaşar?

Bourdieu'ye göre kesin olan bir şey var: öyle mahalle arasında, çarşıda pazarda, merdiven altında akademisyen olunmaz. Bir lojmanınız, bir ofisiniz yoksa kurtarmıyor. Akademisyen denen tiplemenin ve onun üretimlerinin zaten alametifarikası, hayatla bağlantısız olmak. Bu, hem hayatın dertlerinden korunmuş olmak, hem de hayata temas edememek anlamına geliyor; yani hem bir imkân, hem de bir sakatlık. Şeytanla anlaşma yapmak gibi. Bu varoluşun önkoşulu olan skhole durumunun, akademisyenlerin bulundukları mekânlara kadar işlediği birkaç örnekten bahsettiği şöyle bir pasaj var, ki küçük Amerika'nın yeni üniversiteleri için de geçerlidir:

Son paragrafla birlikte: sankim beni...
Méditations Pascaliennes, Bourdieu'nün son kitaplarından biri (1997). İngilizce baskısı 2000'de yapılmış; henüz Türkçeye çevirilmemiş. Bu kitaptan hemen önceki eserlerinde yavaştan uğraşmaya başladığı akademik bakış açısının kritiği, bu kitapta zirveye çıkıyor. Kitabı, yapı malzemeleri satan dükkânlarla, ikinci el eşya mağazalarıyla dolu; gürültüsü, patırtısı, paket servis motoru vroaarrrrlaması, yol kavgası eksik olmayan bir sokakta çalışıyorum. Durumda biraz ironi var.  
Bu yukarıdaki alıntı, kitabın 40. sayfasından. Şanslıyız çünkü Google Kitaplar'dan, bu muhteşem parantezin dahil olduğu kısa yazı tamamen okunabiliyor. Fransız entelektüel hayatının önemli bir döneminin çok boyutlu bir analizi var bu ufak ekte. Felsefenin itibarı, bu itibarın yatağı olarak üniversite öncesi eğitimin son demleri, birbirini takip eden ekoller, yarım devrimler, filozofların "evrensel'i temsil edenler olma" süreci, filan... Yukarıdaki sadece yarım sayfalık bir güzellik, daha pek çok ufak alıntı odağa alınabilir. İşte, aşağıda:


-----
Bu arada geçen gün blog bir yaşını doldurdu. Cafcaflı, komikli, görselli bir şeyler yazacaktım ama kaldı. İlk defa bir blogu bu kadar uzun sürdürebildim. Katkılarıyla şevk verenlere teşekkür ederim. Umarım devamı gelir. (Yani umarım blogun devamı gelir.)

Posted by Picasa

19 Kasım 2010

Atatürk ve iller (birinci bölüm)

"Niye?" diyeceksiniz, biliyorum ama yine de şu ufak, eğlencelik araştırmanın ilk bulgularını paylaşacağım. Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiye'de bulunan şehirler hakkında söylediği sözleri derliyorum. Başlangıçta belirgin bir amacım da vardı ama bu amacı unuttum; artık sadece süreç içinde kamusal/sivil bir dolu siteye girip çıkmanın ve güncel/tarihi binbir değişik mim'e şahit olmanın hazzı için devam ediyorum. Bu postta, Ankara'dan Mersin'e kadar olan 33 il için bulduğum şeyler var. Plaka numaraları listesinin sonuna kadar gitmeye de niyetliyim, çünkü gerçekten çok eğlenceli bir şey. Sırayla illeri seçiyorum ve google'da "Atatürk ve x", "Atatürk ve ilimiz" x, Atatürk "x hakkında" demiştir gibi aramalar yapıyorum. Onlarca valiliğin sitesi tek bir şablon üzerine yapıldığı için hepsinde bir "Atatürk köşesi" oluyor. Bazen valinin verdiği 10 Kasım konuşmaları yardım ediyor. Valilik sitelerinin yetersiz kaldığı noktada ilde çalışan amatör/profesyonel tarihçilerin, öğretmenlerin, askeri personelin kendi imkânlarıyla yazdığı şeyler, bazen de ilgisiz sivil toplum kuruluşlarının siteleri devreye giriyor. Her ilin adını, izleyen alıntıyı aldığım internet sayfasına linkledim. Bu sayfalara birer göz atmanızı öneririm.

İçeriğe dair öyle uzun boylu çıkarımlar, cins cins okumalar, soyutlamalar filan yapmak istemiyorum. Bu, gördüğüm yazılardan doğrudan aldığım keyfe biraz turp sıkmak olur. Yalnızca bazı pattern'lara değinebilirim. Çok sayıda il, kendilerini cumhuriyet tarihine önemli bir noktadan bağlayabilmek için Atatürk'ün en kritik kararları kendi sınırları içerisindeyken aldığını iddia ediyor. Özellikle, anlatıdaki mihenk taşı konumları itiraz edilemez derecede net olan Erzurum, Amasya, Sivas gibi illerin etrafındaki iller, kendilerini de fotoğrafa eklemeye çalışıyor. Yine çok sayıda ilde, hele de Kurtuluş Savaşı esnasında işgâl görmemiş yerlerde, "Atatürk'ün x'e gelişi" günleri kutlanıyor; ki Ankara'da, Allahın 27 Aralık'ında az ayaz yemedik bu günün törenleri yüzünden. Sinop'taki (ikinci yazıya kaldı) "Ne olur Sinop'un yarı güzelliği Ankara'da olsaydı" yazısını ve Antalya'daki "Şüphesiz ki Antalya dünyanın en güzel yeridir" yazısını heykelleştirilmiş halde görmüştüm. Hatta Antalya otogarında İngilizcesi bile vardı sticker olarak. Burada geçen diğer sözlerin de ilgili ile ait bir görülecek yere kazındığından, hiç olmadı Atatürk heykel ve büstlerinin kaidelerine işlendiğinden de adım gibi eminim. Bir gün bu sözlerin bu şehirlerdeki izlerini sürmeyi de çok isterim.

Yazı içinde çok fazla copy-paste olduğu için yazının biçimi yer yer yamuk yumuk hale gelmiş olabilir. Son olarak bunun için de kusuruma bakmayın diyeyim ve başlayalım:

Adana:
Bunu kendisi, Büyük Zaferden sonra 15 Mart 1923 günü Adana'ya ilk geldiğinde "Bende bu vakayiin ilk hissi teşebbüsü, bu memlekette, bu güzel Adana'da doğmuştur." diyerek açıklamıştır. Bu açıdan, Atatürk'ün zaferlerle dolu askeri ve siyasi hayatında, Adana'nın özel bir yeri vardır.

Amasya:
"Ben milletin mevcudiyetine hürmet iradesine riayet şartını esas olarak ihtiva eden bir itilafnâmeyi o murahhasa burada imza ettirmiştim.”
“İşte bu itibarla Amasya İnkılap ve Cumhuriyet tarihinde daima ehemmiyetini muhafaza edecek mevki ihraz eylemiştir.
"

Ankara:
"Ankara ve Ankaralıların benim gönlümde bambaşka bir yeri vardır"

Antalya:
"Daha sonra karadan bugünkü Lara yolu üzerinde Rumkuş mevkiine gidildi. Atatürk oradan denizi, karşı sahilleri, karla örtülü Beydağları’ nı uzun uzun seyretti ve “Hiç şüphesiz ki Antalya dünyanın en güzel yeridir” demekten kendini alamadı. Bulunduğu yerin adını yanındakilere sorduğunda “Rumkuş” olduğunu öğrenince Türk topraklarında Türkçe adın olması gerektiğini söyleyerek adının “Erenkuş” olarak değiştirilmesini istedi."

Bitlis:
(Bu alıntı doğrudan doğruya Bitlis hakkında değil ama Bitlis'te dile getirilmiş) “Burası çok güzel yerler. Burada bir Şark Üniversitesinin kurulması gereklidir

Bolu:
"Bolu Halkevinde bir gece kaldım. Bolu’nun güzelliğinden, halkın coşkun sevinçlerinden çok mütehassis oldum."
[...]
Atatürk Edirne'de
Sonra, Fırka'ya çıkıldı. Kendisine tahsis edilen odaya doğru ilerlerken merdivende bir an durakladı. Ilıca, Karacasu taraflarına baktı. Recep Peker'e: "Bolu'yu Ankara'dan önce görmeliydim..." dedi. Bu söz, Bolulularca, sonraları değişik şekilde yorumlandı."Yoksa, Gazi, Bolu'yu başkent yapamadığına mı hayıflanıyordu." Fırka'da, üst düzeyde ve halkın temsilcileri ile fikir alışverişinde bulunuldu.

Diyarbakır:
"Yirmi yıl sonra tekrar Diyarbakır'da bulunuyorum. Dünyanın en güzel ve en modern bir binası içinde, modern, nefis bir müziği dinleyerek... Beşeriyetin medeni bir halkı huzurunda, bu halkın evinde duyduğu zevk ve saadetin ne kadar büyük olduğunu elbette ki takdir edersiniz. Bunu kaydetmekle bahtiyarım." (Bu konuşmanın ertesi günü Diyarbakır'ın "Diyarbekir" olan adı bugünkü haline çevrilmiş.)
Erzincanlıların kendisi için gösterdikleri sevgi ve bağlılığa teşekkür ettikten sonra: “Erzincan’ın az zamanda layık olduğu ve Cumhuriyetin kendisinden beklediği mertebede nur ve feyz kaynağı olacağına tamamen inanıyorum” dedi.
Hemşehrilik Belgesi, Gaziantep Belediye Başkanı Hamdi Kutlar’ın bir konuşmasıyla Atatürk’e verildi. Atatürk teşekkür ederek "Gaziantep güzel şehir, Gaziantep’liler vatansever, cesur ve çok çalışkandır. Bu şehir her hizmete layıktır. Gereken her yardım yapılacaktır" dedi.
"Türküm diyen her şehir, her kasaba ve en küçük Türk köyü, Gaziantepliler’i kahramanlık örneği olarak alabilir"
(Malum nedenden ötürü bu il hakkında çok söz var) "Hatay’daki mücadelelerin gaye ve hedefini biliyorum. İlk günden beri de bu mücadeleleri takip ediyor, imkânlarımızın müsadesi nispetinde destek oluyoruz. Hatay, zaten Misak-ı Millî sınırlarımız içerisindedir"
Hatay benim şahsî davamdır. Şakaya gelmeyeceğini bilmelisiniz
Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz
(Önce şuraya da bir bakın isterseniz; Atatürk'ün seyahatleri biraz tatsız olaylara da sahne olmuş. İzleyen alıntı, o adresteki yazıda aktarılan "Ermeniler Rumlar bu binaları yaparken siz ne yapıyordunuz?" anekdotuyla ilgili olabilir gibime geldi.) "Mersinliler, Memleketiniz, beldeniz Türkiye'nin çok mühim bir noktasında bulunuyor.Çok mühim ticaret noktasıdır. Memleketiniz, bütün dünya ile Türkiye'nin irtibatı noktasının en mühim bir noktasıdır. Bunu sizler benden iyi biliyorsunuz. Fakat bilmelisiniz ki -açık söyleyeyim- memleketinize hakim bulunmuyorsunuz. Memleketinize sahip olabilmek için yeni çok mühim çalışma devresine giriyorsunuz. Geçmişte maruz kaldığınız mahrumiyetlerden çektiğiniz elemler, azaplar büyük olmuştur. Bunu sizler iyi takdir etmişsinizdir. Tekerrür etmesin."

Hakkında bir şey bulamadıklarım:
Adıyaman (1954'te il oldu) -- Afyonkarahisar -- Ağrı -- Artvin (1936'da il oldu) -- Aydın -- Balıkesir -- Bingöl (1936'da il oldu) -- Burdur -- Bursa (bu ile 18 ziyarette bulunmuş ama il hakkında özel bir cümlesi kaydedilmemiş) -- Çanakkale (Çanakkale Savaşı'ndan bağımsız olarak yalnızca kentten bahsettiği bir alıntı bulamadım) -- Çankırı (Kastamonu'da açıklanan şapka devriminin, ilk olarak, Atatürk'ün aynı gezi kapsamında ziyaret ettiği Çankırı'da uygulandığı iddiaları var; bir de, Atatürk deniz ve tren yoluna kapalı bir ilde olmalarına rağmen kendisine banyo hazırladıkları için Çankırılıları incelikli buluyor, ama şehre dair söz yok) -- Çorum -- Denizli ("Halka muhabbetimi iletiniz" vs.) -- Edirne (Edirne'yi ziyaretlerinden Selimiye Camii'nin kubbesindeki ayeti okuyup hocaya anlamını sorması anekdotu kalmış) -- Elazığ (Hem şehrin, hem de şehirde bir gölün ismini değiştirmiş; Elazığ'a da "Doğu'nun Yalova'sı" adını takmış) -- Erzurum -- Eskişehir (22 ziyaret, özel bir değini yok) -- Giresun -- Gümüşhane (1925'te il oldu) -- Isparta (Şehirdeki bir adayı çok beğenmiş ve adanın tapusu üzerine yapılarak kendisine hediye verilmiş)     

09 Kasım 2010

Hıncal Uluç ve kreşendo

İlk ölçüde başlayan kreşendoya da bakınız

Kreşendo (crescendo), bir müzik terimi. Müziğin akışına ait bin bir değişkenden "dinamiğin", yani sesin şiddetinin artması anlamına geliyor. Öğrendiğime göre, tiyatro ve sinemada da kullanılıyormuş; ekşi sözlük'te bir arkadaş "oyunun tirmanarak en yukariya ciktigi, tepe noktasi[na]" kreşendo dendiğini yazmış, ama ya aslında tepe noktasına doğru tırmanışı kastetmiş veya orada bir galatlaşma olmuş. Büyük yaşam gurusu Hıncal Uluç'un bu kreşendo sözüyle hayli fırtınalı bir ilişkisi var. Olur olmaz yerde kullanır; artistlik yapayım derken, aynı sözcüğü müzikteki anlamıyla (yani dinamiğin artması şeklinde) algılayan birinin kulağını gözünü tırmık içinde bırakacak şekilde abuk bir şey söylemiş olur. Benim bu duruma dikkat kesilmem, bugün bütün arama-taramalarıma rağmen internette bulamadığım bir yazısı sonrası oldu. İstanbul'da düzenlenen bir müzik festivalinin açılışını kutladığı ve kutsadığı bir yazısını "Öyleyse... Kreşendoooooooooo!" gibi bir nidayla bitirmiş, sanki insanların sahneye kreşendo diye bağırdığı bir durum varmış gibi bir vaziyet yaratmıştı. Dediğim gibi onu bulamadım, ama başka başka kreşendolar buldum. Alıntıların ilk kelimelerinde, alıntının geçtiği yazılara linkler var; siz de okuyabilirsiniz dilerseniz.

Eğreti Gelin ile evin küçük oğlu arasında beklenen sevişme sahnesi üzerine kurulu film.. Adım adım oraya gidiyor..
"Peki o zaman gel üstüme" diyor, Eğreti Gelin..
Kreşendo..
Hayır.. O sahneyi hemen bitiriyor Atıf Yılmaz..
Neden?..
Filmi ucuzlar diye mi korkuyor?.. Türk sinemasında iyi oyuncular sevişmez aptal kuralına mı uyuyor?..
Seyirciyi başından itibaren o sahneye hazırlayıp, kaçmak olmuyor..
Bu kullanım ilk başta biraz sözün anlamına uygun gibi görünüyor. Eğreti Gelin filminin bir nevi zirve noktası o sahnedir; bütün yapı, oraya ulaşma üzerine kuruludur. O zirveye yaklaşırken de izleyicide bir kreşendo hissi hâsıl olur. (Tayyip Erdoğan buna "kreşendolar cümbüşü" diyebilirdi.) Bu duruma benzeyen şöyle bir alıntı da var Hıncal'da üstelik:
Şener'in çetesi ile açılıyor film.. Uzun uzun onları tanıyoruz.. Niye?.. Filmin devamında önemli rolleri olacak da ondan.. Film gelişirken tahmin de ediyoruz..
Şener'in meğer hiç bilmediği bir oğlu var.. Bu oğlun da bir sevgilisi.. Bu sevgiliye de fena halde takık genç bir çete reisi.. Göz kırpar gibi adam öldüren genç reis, kızı kapmak için Şener'in oğlunu da halledecekken, Şener yılların gerisinden gelen çetesiyle yeniden işbaşı yapacak.. Eskiler, yeniler karşı karşıya gelecek.. Kreşendo.. Muhteşem bir çeteler savaşıyla film bitecek..
Kreşendo aynı kreşendo. Çeteler karşılaşınca hâsıl olan his. Hımppfss diye sesimizi tutacağız ve kreşendo olacak. Hıncal yazının devamında, bu orgazmik kreşendoya ulaşamadığı için yönetmeni haşlıyor: meğer o baştaki çetenin hiçbir işlevi yokmuş. Film burada anlattığı şekilde bir kreşendo içermiyormuş. "O zaman niye uzun uzun onları anlatıyorsun" diyor işte. Bana sorarsanız bu kullanımlarda Hıncal tırmanışı değil zirveyi kreşendo olarak adlandırıyor derim ama yine de ucundan bucağından biraz anlamı yakalamış gibi görünüyor. Konu dışı olarak bu iki alıntıdan ayrıca Hıncal'ın film değerlendirme motorunun iki vitesli olduğunu anlıyoruz. Adeta, bütün film bir kreşendo içerip zirveye çıkabiliyorsa iyi, çıkamıyorsa kötü. Devam edelim:
İstiridiye Deneyimi, beni sulara teslim etti. Bir su yatağı.. İçinde müthiş su fiskiyeleri.. Üzerinizde de duş delikleri.. Yatak içindeki suyun şiddetini seçiyorsunuz.. Dinleyeceğiniz müziği seçiyorsunuz, üzerinize yağacak yağmuru da keyfinizce ayarlayıp kendinizi sulara bırakıyorsunuz.. Nasıl yuğruluyor, nasıl okşanıyor vücudunuz.. Her hücreniz duyuyor, suyun gücünü, sihrini..
Ercan ertesi gün program değiştirip, İstiridyeye bir daha girdi.. Çıktığında hala Venüs'e pek benzemiyordu ama, nasıl kendine gelmişti.. Ve tabii kreşendo.. İlaheler Masajı.. Dört el masajı bu.. İki masöz, bazan paralel, bazan kontr alıyorlar, vücudunuzu ele.. Muhteşem.. Muh-teşem..
Buna ne buyrulur? Adam kaliteli yaşamanın duayeni diyoruz. Hıncal, Antalya Sheraton otelinin genel müdürü arkadaşını ziyarete gidiyor, Ercan Arıklı'yla birlikte. İki gün kâh istiridyeli yağmurlu banyo alıyor, kâh masaja giriyorlar. Olayın en heyecan verici kısmı olarak da "ve kreşendo tabii..". Ama ne alâka, masözler -pardon, ilaheler- masaja pianissimo başlayıp dozu ağır ağır fortissimo'ya mı yükseltiyorlar? Hayır, yine kilit taşı anlamında. Masaj, tatilin Hıncalca kreşendosu. Buyurun değişik bir örnek:
İkili; Doğan Kuban hocanın eserinden, Adair Mill'in mükemmel akademik çevirisiyle İngilizce basılan "OTTOMAN Architecture" kitabıyla kreşendo yapmış, bütün zamanlarının en mükemmel eserini yaratmışlar.
Bu örneğin enteresanlığı, Hıncal'ın köşesinde olup Hıncal tarafından yazılmamış bir yazıdan alıntı olması. Bilirsiniz, Hıncal'ın köşesinin önemli bir kısmı kendisinin gönül dostlarından gelen katkılardan oluşur. Bunu da Ünal Özüak adında biri yazmış. Ama kreşendo Hıncal kreşendosunu da geçmiş. İkili önemli bir kitap yayınlayarak kreşendo yapıyor. Bir masterclass'ında Barenboim bir öğrenciden tek bir notada dekreşendo (?) yapabileceğine inanmasını istiyordu. Öğrenci hocasının maksadına ulaşmıştı ama tek bir kitap yazarak kreşendo yapmak bambaşka bir şey.

Şimdiye kadarki örnekler, Hıncal'ın müzikteki kreşendoyla hiç ilgilenmediğini, sadece sinemadaki kreşendoyu kendine has bir şekilde yorumlayıp onu da başka bağlamlara uyarladığını düşündürebilir. Ama kazın ayağı pek öyle değil. Hıncal her şeyden olduğu gibi elbette müzikten de anlar. O konuda da eksik olmasın yazar çizer.
Ve piyanist, doğanın içinde doğaçlama çalıyor.. Daha önce hiç kimsenin yazmadığı, hiç kimsenin basmadığı notaları çalıyor.. O an, orada, ne hissediyorsa, onu çalıyor..
Sahildeki yamaçta, çift çift oturanlar birbirlerine iyice sokuluyorlar, sarılıyorlar..
Siz o kalabalığın içinde fena halde yalnızlığınızı hissediyorsunuz önce.. Ne zaman güzel bir an yaşasanız böyle oluyor zaten.. "Şimdi yanımda olsaydı.. Neden yok.." (...)
Çılgın piyanistin notaları sevgiyi anlatıyor.. Aşkı anlatıyor.. Gözlerinizi kapıyor, kendinizi sadece hayalinize ve müziğe veriyorsunuz.. Ve hafiften hafiften bir sıcaklık duymaya başlıyorsunuz yanı başınızda..
Düşünceniz yoğunlaşıyor, gelip yanınıza oturuyor.. Elinizi tutuyor bir eli ile.. Öbür kolunu omzunuza atıyor.. O çok özel kokusunu duymaya başlıyorsunuz..
Müzik yükseliyor..
İçinizden fısıldıyorsunuz..
"Seviyorum.."
Müzik daha yükseliyor..
"Çok seviyorum.."
Kreşendo.. Sessiz çığlınızı, belki sadece çok uzaklardaki sevgili duyuyor..
"Özledim seni kız.."
Bu yazı Hıncal Uluç'un tarihindeki en tırt yazı olabilir. Okumanızı özellikle öneririm. Seyhan Hastanesi ve Seyhan Oteli sponsorluğunda gittiği Tuluyhan "çılgın piyanist" Uğurlu resitalinden bahsediyor. Gitmiş güzel bir gezip tozmuş Adana'yı, yemiş içmiş. Böyle de bir romantik fanteziyle akşamını şenlendirmiş. Yine "kreşendo iki nokta" da yerinde. Ama dikkat edilirse yine müziğin şiddetlenmesini değil, en şiddetli noktasını anlatırken kreşendo diyor. Kreşendo mesela "o çok özel kokusunu duymaya başlıyorsunuz" cümlesinden sonra gelse, her şey hallolacak. Ama Hıncal'ın kreşendosu illâ ki en tepede!

Müziksel kreşendo kullanımının iyice bel verdiği "Bir Rahmaninov ki..." başlıklı yazıdan alınma şu örnekle biz de yazının ve kreşendo..'suna varalım.
ZATEN müzik güzel.. Zaten müzik popüler.. Daha ilk melodiler dökülürken orkestradan, ıslıkla ya da mırıldanarak eşlik edecek kadar tanıyorsunuz, adını ve bestecisini bilmeseniz de..
"Vay.. Demek Rahmaninov'un Üçüncü Senfonisi imiş bu" diyorsunuz.. Tamam.. Tamam da..
Böyle mi çalınır?..
Müthiş kreşendo şefin keskin jesti ile bir anda susunca, tüm salon sözleşmiş gibi ayağa fırlıyor.. Bu alkış için değil.. Coşkudan.. Herkesin içinde kendini sahneye atma duyusu oluşmuş dinlerken..
St. Petersburg Senfoni'nin konseri müthişti.. Harikaydı.. Olağanüstüydü.
Yine vurmuş kreşendo'yu canı sağolasıca, acımamış. Açıp notaya bakacaktım finalde gerçekten bir kreşendo mu var diye, ama artık pek gerek de yok. Belli ki patlayışlı bir bitişe sahipmiş eser. Final de, ne bileyim, koda moda de, niye illa kreşendo? Ne kreşendo'ymuş arkadaş. Yalnız dikkatimi çekti, bu son örnekte Hıncal ilk kez kreşendoyu bir cümle içinde kullanmış. "Ve kreşendo.." dememiş. bu da, Hıncal Uluç'un bu yerine oturmamış söz oyununun tarihinde müstesna bir nokta teşkil ediyor.

Ve kreşendo...

Son olarak ben de bir kreşendo paylaşmak istiyorum. Fransız bestecci Maurice Ravel'in en meşhur eseri, Bolero. Bolero alemlerde "dünyanın en uzun kreşendosu" adıyla anılır. Besteci burada çok az materyal ve çok az fikir kullanarak 15 dakika kadar süren bir tırmanış kurgulamıştır. Eserde Hıncal'ın bahsettiği anlamıyla bir "ve kreşendo.." noktası pek yoktur, onun yerine gerçek bir kreşendo vardır. Buyrun:

Evet, Hıncal kesin Ravel'e kızardı. Çünkü onun "ve kreşendo.." diyebileceği kısım bir ölçü falan sürüyor ve sadece bitiş işlevini gören anlamsız bir... anlamsız bir... Bitiş. Yeterince "ve kreşendo.." değil. Öyleyse niye 15 dakika tekrar ediyorsun filan derdi. Sağlık olsun, o da bir gün öğrenir.

11 Kasım 2010 -- Ekleme:
Hıncal meğer Bolero hakkında da yazmış. Övgüyle bahsediyor. Ama o yazıda hiç kreşendo lafı geçmiyor. 

04 Kasım 2010

Fazıl Say, Menderes Türel, Antalya

Size verilen yüzde 24 oy asla "size" değildi...
Toplandik biz...
Endişelerimizden ötürü...
(Bu betimlememin kısmen haksız olduğunu biliyorum, burada belediye seçimleri söz konusu olan...Çok başarılı cok değerli belediye başkanlarınız da kazananlar arasındadır... Haksızlık yapmak istemezdim..Ama Antalya örneği , bu seçimin genel itibariyle mahalli değil siyasi oldugunun en güzel örneğidir.
Senden benden daha laik ve şehrine cok güzel hizmetler hediye etmiş bir başkan idi Menderes Türel... ta ki , Ak Parti'ye Antalyalıların şu ortamda daha fazla oy veremeyeceği asıl gerçek olandır...)

Bu, Fazıl Say'ın geçen seneki yerel seçimlerin ardından Deniz Baykal'a yazdığı ve "20-30 milyon insan" adına, Baykal'dan iktisadi realist maddi manevi ekonomik gerçekçi fikir ve projelerini sorduğu efsane mektubun son kısmı. Mektup cumhuriyetçi hıncının zirve noktalarından biridir; içimi ne kadar kıydığını daha önce belirtmiştim. Bugün bir şekilde yeniden bu mektuba takıldım ve Fazıl sağolsun yine sinirlerimi birazcık hoplattı. Hem "senden benden daha laik" ifadesinin gerzekliğine bir kere daha ibret ettim, hem de Fazıl Say'ın seçimleri değerlendirme biçiminin gerzekliğine uzandım. Bu vesileyle, böyle yetersiz bir insana, büyük-sorumlu-gözetleyip ikaz eden entelektüel pozisyonunu işgal ettiren toplum yapımıza bir kere daha lanet ediyorum.

Senden benden daha laik'e bakalım: bir kere sen kimsin, ben kimim? Yazan Fazıl Say. Hitap ettiği kişi Deniz Baykal ama yalnızca o değil. Facebook'taki izleyicilerine de hitap etmekte. Kendisine ve Deniz Baykal'a benzeyen insanlardan söz ediyor. Bu insanlar, bu söylemin içinde, laiklik konusunda geri kalanlara üstün vasıflarıyla fark atıyorlar. Laiklikte bir numarayı, üst düzeyi temsil ediyorlar. Niye böyle? Çünkü öyle... "Senden benden daha laik", ifade kalitesi ve kavram kullanım bilinci [1] açısından "Ben laik olmasını istiyorum her şeyin ve ne mutlu Türkiye!" seviyesinde geziniyor. Bir de bundan önceki cumhurbaşkanının "Laiklik adam olmaktır" şeklindeki aşırı anlamsız çıkışı vardı. Kavramın içeriğini nasıl da boşaltıyorlar, değil mi? Bir gün laiklik konusunda bir bilimsel toplantı düzenleyecek olursam kapısına "Fazıl Say, Helin Avşar, Ahmet Necdet Sezer ve burslular giremez" levhası asacağım, yazıyorum buraya. Üçü de laikliği dış uzaydan gelen istilacıların sahip olmadığı ama ben sen ve bizim oğlanın sahip olduğu bir olumluluklar bütünü, bir sevgi kümesi olarak görüyor. Düşük düşüncenin bu kadarı sonra insanı merkez-çevre'ci filan yapar. O yüzden bu laiklik konusundan çabucak kaçmalı.  

İşte her neyse, bir de bu yukarıda bahsettiğim üst laikler konseyinin laiklik performansını değerlendirdiği başka biri var. O da, geçen dönemki Antalya belediye başkanı Türel (AK Parti). "Türel'e bakıyorsun, baya baya bi laik sevgili Güntekin" hesabı, konseyden tescilli laik olmasına ve şehrine güzel hizmetlerde de bulunmasına rağmen, seçim "mahalli değil siyasi" nitelikte olduğu için CHP'nin adayına kaybetmiş [2]. Buradaki mantığı ben göremiyorum; çünkü yazının geri kalanına göre, seçimin bu birbirini dışlayan iki kategoriden (!) mahalli olana değil siyasi olana göre belirlenmesinin nedeni, oy verişte hizmet değişkeninin değil, ulusal düzeydeki kavgaların belirleyici olması. Fakat eğer bu sonuca varıyorsak, örneklerimizde a) hizmeti olmayıp laik olduğundan seçilen; b) hizmeti olmayıp sırf laikliğe karşı olduğundan seçilen, c) hizmeti gani gani olup sırf laik olduğu için seçilemeyen, veya d) hizmeti gani gani olup laikliğe karşı olduğundan seçilemeyen adaylar olmalı. Menderes Türel hiçbiri değil. Hem senden benden laik, hem de hizmeti var. Bu, -seçilmemesini tuhaf kılmakla birlikte- bizi Fazıl'ın vardığı sonuca götüren bir kombinasyon değil ki. Aksine, Türel'in senden benden laik olduğu verisi, Fazıl'ın "laik oylar laiklik için birleşti" iddiasını zayıflatıyor. Kavga o ise ve Türel de sınavı geçiyorsa kazanması lazım değil mi? Olmamış ama işte. İyice çorba oldu, buradan seçimlere gelelim evet.

Antalya'nın son seçimlerde el değiştirmesi, hatırlarsanız gerçekten de bir sürpriz olmuştu. Başbakan bile yaptığı değerlendirmede şehir halkını nankörlükle ithama çok yaklaşmış, "Anlamak mümkün değil, bizzat 20 küsür kere gittim, açılışlar yaptım, şehir tarihinde görmediği hizmetleri gördü" gibi şeyler söylemişti. Onun da kaybedilen illere ilişkin düşüncesi, hizmetin değerlendirilmediği yönündeydi. Yani Fazıl'ın "mahalli değil siyasi" dediği... Yeterince uzaktan bakınca her seçim bu şekilde değerlendirilebilir; yani insan bu formül sayesinde tüm yerel seçimleri, genel söylemlerden apartılma ezberlerle anlamlandırma olanağı bulabilir. Fakat bana kalırsa, bu değerlendirme kolaya kaçma anlamındadır. Bizdeki genelci-ulusal gazetecilik ekolü siyasi "analiz" kültürü bu konularda pek derinlere inmez (en fazla büyük usta Yavuz Donat'ın
Bayburt hükümet konağının yanındaki kahveye iniyoruz...
Önümüze çayımız geliyor...
Ahmet dedeye sordum... Dede kim alır...
Yılların tecrübesiyle konuştu dede...
Menderes'ten beri tüm seçimleri bilmiş....
Tayyip alır oğul, dedi...
Delikanlı adam bir kere...
Yiğit... Mert... Reyim ona...
Lamı cimi yok...
Bayburt bu seçimde Ak Parti diyor....
Belki MHP zorlayabilir...
tarzı komik kahvehane sohbetleri işte!) ama her seçimde, olup bitene uzakta olanın, bilgisayarı başından atıp tutanın göremeyeceği yerel değişkenler ön plandadır. Antalya buna istisna değildir, muhakkak laiklik dışında (!) bin bir küçük konu da işin içindedir. Şahsen gidip araştırma şansım elbette yok, ama olup bitenin izleri bir ölçüde internet ortamında hissedilebiliyor. Ufak bir tarama yaptım; otoriter sonuçlara sahip olduğumu iddia etmeyeceğim ama İstanbul'dan duruma bakıp "yerel meseleler önemli değildi 20-30 milyon laiklik için birleşti" demekten daha kayda değer bazı şeyler bulduğumu düşünüyorum: AK Parti'li bir yerel yazarın üç yazıdan oluşan değerlendirmesi öncelikli olarak seçimlerden önce "bizi seçmezseniz hizmet alamazsınız" şeklinde algılanan bir çıkışta bulunan M. Ali Şahin'i, sonucu garanti görüp çalışmayan ve CHP teşkilatının çok gerisinde kalan parti il teşkilatını ve başkan Türel'i sorumlu görüyor. Son yazının ikinci yarısında ise yazar başbakanın MHP'li seçmeni küstürmesi, Akaydın'ı doğrudan muhatap alması gibi hatalarını ve şehre yapılan çalışmaların esnafı ve minibüsçüleri kızdırması gibi etmenleri sıralıyor. Tramvay inşaatı, güzergâhta dükkânları olan esnafı, yeni getirilen akbil benzeri elektronik bilet sistemi de kazançlarını kayıt altına aldığı minibüsçüleri vurmuş. Bu konuları anlatan bir Uludağ Sözlük yazarı, ayrıca Menderes Türel hakkında da epey bir entry yazmış. Şimdi, katılalım-katılmayıp inatçı muhalif filan bulalım ama Türel hakkında Fazıl Say'ın "senden benden daha laik ve hizmeti de olan" üfürüğü nerede, bu arkadaşın detaylandırdığı, ayrıntılandırdığı ve muhtemelen Antalya'da da konuşulup duran bu tanımlamalar nerede!

Seçimleri de zaten bunlar kazandırıp kaybettiryor, Fazıl Say'ın hikmetleri değil.

-----
[1] Kavram kullanım bilinçsizliği yazdım diye lütfen hemen "Yav, insan laik mi olur, devlet laik olur, insan olmaz" şeklindeki bayat ezberi tekrar ettiğim düşünülmesin. Benim bu konudaki pozisyonum şimdilik "devlet, eylemlerini bir dinden kaynaklanan mülahazalara dayandırmamalı, bunlardan arındırmalı; insanlar ise, ister bunlara göre, ister bunları dikkate almadan davranabilmeli" şeklinde. 
[2] Menderes Türel hakkında Fazıl'ın yaptığı iki tespit, Türel'in seçim kampanyası için hazırlanan iki ayrı videoda kendini gösteriyor. 
Bu birincisi, senden benden laik Menderes. Kültür adamı, sanat adamı. Antalya piyano festivalinde Fazıl'la birlikte sahneye çıkar, Bach çalar. Dünya kenti Antalya'ya yakışan uygar başkan:


Bu da ikinci Menderes. Katlı köprülü kavşaklarla, altyapı çalışmalarıyla tam bir hizmet gönüllüsü. Millet aşığı. Milletin değerlerine sahip çıkmış kampanyasında. Davul, zurna, bayrak. Parti ileri gelenleriyle hizmet coşkusunu paylaştığı bir dolu fotoğrafı var.


28 Ekim 2010

Çoğunluk

Fotoğrafın kaynağı: cogunluk.net
Çoğunluk Seren Yüce tarafından yazılıp yönetilmiş; başrollerinde Bartu Küçükçağlayan, Settar Tanrıöğen ve Esme Madra oynuyor. Film bu sene Antalya'da en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu (BÇ) dallarında altın portakal ödülü aldı. 15 Ekim'de gösterime girdi, şu anda tüm ülkede, dokuzu İstanbul'da olan toplam 19 salonda gösteriliyor. Muhtemelen bir iki hafta daha gösterimde kalıp tabeladan inecek. Görülmeli, izlenmeli.

Film toplumuzun çoğunluğuna mensup, büyük işler bağlayıp yürüten bir müteahhitten (Kemal, ST), "ev hanımı" bir anneden ve babasının yanında çalışıyor görünüp aslında boşgezen bir çocuktan (Mertkan, BÇ) mürekkep bir aileyi mercek altına alıyor. (Bir de büyük çocuk var ama o evlenerek kendi denizine doğru yelken açmış.) Ailede çoğunluk'a ait olarak niteleyebileceğimiz özellikler: Müslümanlık, muhafazakârlık, milliyetçilik, Kürdofobi, ciddiyet, ataerkillik, militarizm, yuvaya bağlılık, girişimcilik (baba), kliyentalist bürokratik örgütlenme içinde yolunu bulacak kadar yordam bilmek (baba), Teksas usûlü "benim olan benimdir"cilik, vesaire. Film boyunca bu yukarıdaki özelliklerin birçoğu, tam zıtlarına tekabül eden değersizlikler ve yanlışlarla iç içe geçmiş hâlde ekranı ziyaret ediyor. Hiçbir şey yaşanmasa bile bu özelliklerin bazıları birbirlerini götürür, çelişik nitelikte zaten. Camiye gidip ahlâk dersi alan ve zaman zaman oğluna o yolda ahlâk öğretileri veren babanın alkollü oğlunun tam suçla çarpıp arabasını haşat ettiği taksiciye (Erkan Can!) davranışları, veya bu suçu örtbas etmek için kaza raporunu değiştirmesi gibi. Anne filmin bir yerinde bu tavırları sevgisizlikle gerekçelendiriyor ama eksik olanın yalnızca sevgisizlik olduğunu düşünmek pek mümkün değil.

Filmin "melodisini" götüren olay ise, Mertkan'ın sosyoloji öğrencisi, kafeterya çalışanı ve Kuştepe sakini Vanlı Gül'e (EM) meyletmesi. İkisinin arasında geçene bir aşk demek mümkün değil. Yalnızca ihtiyaçların çakışması ve karşılıklı giderilmesi üzerine bir yaklaşım durumu. Gül Mertkan için -sonradan kabul edeceği üzere- "çakılacak" bir kadın, kendisi de Gül için yoksul hayattan yırtabilmenin bir olasılığı. Yine de bambaşka dünyalardan gelmeleri hasebiyle bu meyletme Mertkan'ın dünyasını biraz sarsıyor. Ama altında bulunduğu ağır kaya kütleleri öyle kolayca kırılıp atılacak cinsten olmadığı gibi, kendisinin, yaşantısının dışına çıkmak için gerçek bir irade gösterdiği filan da yok. Aile de kıza veto koyunca bu meyil kendiliğinden çözülüp bitiyor.

Film boyunca Mertkan-Kemal, Mertkan-Gül, Kemal-Anne, Mertkan-şirketin işçileri, Kemal-Taksici eksenlerinde her biri uzunca yazılara, çok değişik okumalara kaynaklık edebilecek pek çok ufak cereyan akışları yaşanıyor. Bunlara girmeyeceğim çünkü açıkçası hiçbir tekil unsur üzerinde filmin genel söylemi üzerine olduğum kadar meşgûl olmadım. Bu meşguliyet filmden çıktıktan sonraki süre içinde kendi kendime verdiğim notu 8.5'tan sallantılı 8'e filan indirdi. İlkinin yüksekliği, filmin durup çoğunluğu izlediği tepeden görünen manzaranın biraz gönlümü okşaması yüzünden. Ben bu çoğunluğa ne kimliksel ne sınıfsal hiçbir noktadan bağlanmayan bir aileden geliyorum; filmde bana gösterilen çifte standartlardan ve ikiyüzlülüklerden de az çok bıkmış sayılabilirim. Bu noktadan film bir yaralı parmağa işeyebiliyor, bir sağaltım sağlayabiliyor. "Nefret ettiğim şeyler şöyle iyice bir tefe koyuldu" diyebiliyorum filmden çıktıktan sonra.

Filme kendi kendime verdiğim notun düşmesi ise, büyük ölçüde, bu sağaltıcı etkinin çok kısa sürmesi ve filmden hemen sonra, tecrübe ettiğimiz "gerçek hayatta" sazın tekrar çoğunluğun eline geçmesinden kaynaklanıyor. Peki bir film tek başına bunu değiştirebilir mi ki ben kabahati ona bulup notu düşürüyorum? Film tecrübe ettiğimiz gerçek hayatı değiştirebilecek gibi değil; ama onu temsil ederken bizi biraz aldatıyormuş gibi geliyor bana. Gerçekte çoğunluk hayatı asla burada temsil edildiği kadar kırılgan bir şekilde tecrübe etmez, bu kadar yalpa yapmaz. Gelir, yaşar ve gider. İçten içe durumunun eziyetini yaşadığı, odasında karanlıkta patlayıp çatlayıp etrafı hırpaladığı düşüncesi, ona bakan azınlığın kuruntusudur (veya tek avuntusudur). Bu açıdan, esas özne olan Kemal doğruya doğru, ama Mertkan ve annesi birazcık beyaz yalan hükmünde bana göre. Sonlardaki Mertkan'ın rüyası ise tam allahlık. Mertkan'ın Gebze'deki şantiyede yaşadıklarını durumların gerçekteki konfigürasyonuna doğru yaklaşmalar olarak görmüş ve oradan geriye doğru giderek tüm film boyuncaki seyrini bir Kemal'in oluşumu sürecindeki ufak istisnalar olarak yorumlamaya doğru meyletmiştim ki bu rüya işin içine girerek filmin bütününde biraz hatalı gibi gördüğüm portreyi tekrar devreye aldı.

Bir de, genel olarak ahlâken yargılama, vicdanda mahkûm etme gibi fantezileri pek sevmiyorum. Ahlaki açıdan yargılama çoğu örnekte konu edilebilecek milyonlarca değişkenin üstünü usulca örtüyor gibime geliyor. Milyonlarca açıdan mahkûm edilebilecek X'leri bir de "ahlâksız x" yapınca sanki "ahlâklı x"ler de mümkünmüş gibi bir ima ortaya çıkıyor. Zayıf olan, durumda bir değişiklik hasıl edemeyeceği için olacak, bu kullanabileceği milyonlarca değişkeni elinin tersiyle itiyor da ahlâka sarılıyor. Kendi yarattığı bir dünya nasıl olsa! Nietzsche'nin kölelerin ahlâkta ayaklanması dediği hesap... Vicdan desen, o da korkunç derecede kaygan bir şey. Tekele alınamayacak, herkesi tabi tutabileceğin bir zemini asla sana sunamayacak bir zemin; çünkü herkesin aklında vicdanlı olan kendisi, vicdansız olan başkası. Vicdana davet, vicdandan argüman, vicdansızlıkla itham, aynı pilava kaşık salladıkların hariç, korkunç zayıf şeyler. Bu ve benzeri -ileride açımlanması gereken- nedenlerden ötürü ahlaki-vicdani argümanın sosyal ve siyasal enerjiyi yanlış yönlere sevkettiğini düşünüyorum. Ahlâki-vicdani argüman, sanabenzer olanların ağzına bir parmak balı çalıp sonra ortadan kayboluyor. (Yıldırım Türker'i de pek sevmiyorum, hep benzeri davalardan; gerçek hayatın güçlülerini ahlak ve vicdanda mahkûm edici yazılarını okur geçerim ama feyste paylaşmam, öyle onlarla coşa filan gelmem.)

19 Ekim 2010

Meraba bayan!

Geçenlerde bir gün ekşi sözlük'te "Bayan değil kadın!" isyanı gündeme oturmuştu. Oradaki bağlantıyla gördüğüm aynı adlı sitede enteresean bir yazı var. Birkaç kez baktım ama "bayan" sözünün neden tercih edilmemesi ve kadın sözüyle ikame edilmesi gerektiğinin gerekçelerini (aslında gerekçeyi) doyurucu bulmadım. Günlük konuşmamda bayan'ın yazıda olumsuzlanan çeşidini de kullanmadığım halde üstelik.
Yazıda sorunlu gördüğüm bir iki husus var:

1. "Toplumsal bilinçaltı" şeklindeki bir kavram aracılığıyla, "bayan" deyicilere, bilinçli olarak gütmediği maksatların iliştirilmesi biraz kötü bir hamle olmuş. Bayan sözünün, kadın sözü uygunsuz görüldüğü için kullanıldığı iddia ediliyor. Devamında da şöyle deniyor:
"“Benim ‘bayan’ derken öyle bir niyetim yok” diyeceklere çok uzatmadan cevap verelim. Buradaki mesele “toplumsal bilinçaltı” dediğimiz hale bir örnek. Yani biz sizin her ‘bayan’ deyişinizde aklınızdan uzun uzadıya “aman kadın demeyeyim, o uygunsuz bir laf, ‘bayan’ derken öyle kötü çağrışımlar yapmış olmuyorum” diye geçirdiğinizi iddia etmiyoruz. Bizim asıl sorun olarak gördüğümüz şey “kadın” kelimesinin kolektif biliçaltında gözle görülmez bir biçimde “kirlenmiş” kabul edilmesi. Bu durumda kişinin hesabına düşen de kadın kelimesini kendi başına temizleyemeyeceğini belli belirsiz hissedip, kendini aynı anlama gelecek başka bir kelimeye doğru yönlendirmesi. Ve tekrar edelim bunlar çok çok hızlı, üzerine akıl yürütmeden yapılıverilen şeyler."
Neticede iletişimde bence maksat esastır. bir sözdiyen'in dediğini, onun belirlediği anlamlar yardımıyla anlarız, öyle yapmalıyız. Bir yorumcu, söylediğim bir şey hakkında, bana demek istemediğim şeyleri demek istiyormuşum gibi davranırsa, bir yere varamayız, iletişim yürümez. Tabii ki söylediğim şeyin, söylediğim anda farkında olmadığım bazı yönleri de olabilir. Kadını ayıplı kusurlu gördüğü için bayan diyenler de eminim vardır; ama bu ihtimal karşısında yapılması gereken, kişiden maksat sormak da dahil muhtelif şeyler olabilir, ama bence onun söylediklerini toplumsal bilinçaltı'nın sadece yorumcuya açık bazı kodlarıyla çözmeye kalkışmak olamaz. Adama sorarlar, bu toplumsal bilinçaltı'na neden ve nasıl sen ulaşıyorsun, başkaları ulaşamıyor, diye. Hani şimdi yaygın patriyarkal zihniyet kalıpları yoktur veya toplumsal bilinçaltında bunlar değil başka şeyler yazılıdır diyecek değilim tabii ki; fakat tekil anlamların hepsinin bir dev yapıdan otomatik olarak türetilmesi ve "öyle olmasa da öyledir"e varan bir dil çabukluğuyla istisnai durumlara kapının kapatılmasına itirazım olur. Düşüncenin her ihtimalini işlemek değil, retorik ucuzluktur bu.

2. Düşüncenin her ihtimalini işlemek bir şart mı bilemiyorum ama böyle yapılmak isteniyorsa bence ortaya örnek durumları aşan bir ilke koyulmalı; ki "Bayan sözünün kullanılması, kadın'ın uygunsuz görülmesinden ötürüdür; kadın sözüne kendisinden çalınmış olan itibar verilmelidir" yargısından öte, okuyanı bayan'dan kadın'a tartışmasız şekilde sevk edecek ilke namına bir şey bulamadığımı söyledim. Yazı bu ilkeyi örneklerden hareketle kurmaya çalışmış, bayan sözünün kullanımı için birkaç tane örnek gerekçe seçip onları tartışıyor. Seçilen örnek gerekçeler, a) kız/kadın ayrımının etrafından dolaşmak için ve b) kendisinden söz edilen kadın öyle istediği için bayan sözünün kullanılması. Bir de işte c) nezaket olsun diye bayan sözüne müracaat var. Yazıyı yazanların tartıştığı örnekler, bana kalırsa kendi sınırlarını ifade ediyor. Üç örnekle meseleyi sabitleyip tartışmayı bağlıyorlar. Ama bu örnekler seçkisi ilkeyi yaratamadığı gibi, muhtemel durumların hepsine gidecek bir anahtar da sunmuyor bize. Sırf nezaket konusunu bile bana kalırsa biraz yanlış okumuşlar.  

3. Bu yazıdan tamamen bağımsız olarak benim müthiş dikkatimi çeken bir şey, gündelik hayatta (çarşıda, pazarda) bayan sözünün kadın'ın değil de, karı'nın ve muadillerinin alternatifi olarak kullanıldığı durumlar. (Dur bi, dinle!) Bir Sarıyer-Beşiktaş dolmuş şoförünü ele alalım, Maslak'tan iyi giyimli, eğitimli bir kadın dolmuşa biniyor olsun. Dolmuşta kadını da içeren ve anekdotal değeri olan herhangi bir olay geçtiğini varsayalım. Dolmuş şoförü bu anekdotu, değer yargıları ve anlam kalıpları açısından tamamen kendini evinde hissettiği bir ortamda, örneğin durağın şoförleri arasında geçen bir konuşmada ya da kaavede kâğıt oynarken yanındaki adama "Maslak'tan bi karı/karının teki bindi, 200 lirayı sallıyor, bir kişi Beşiktaş diye... [hatta tam bu noktaya o meşhur noktalama işaretimizi de ekleyebilirsiniz]" gibi bir girizgâhla anlatır gibime geliyor. Maslak-plaza kadını ile sıcağı sıcağına konuşuyorken biraz deplasmanda olduğu için "Bozuk yok muydu (bayan)?" diyebilir. Daha formel bir ortamda, örneğin bir trafik polisine anlatıyorken de "Maslak'tan binen bayan 200 lira uzattı..." gibi bir şekilde anlatır.
Pazarcıların durumu da benzeri dalgalanımlar taşır. Kadın ve karı filan bir yana, pazarcıların kendilerini evinde hissettikleri dil çoğunlukla Türkçe bile değil. Çoook uzak deplasmanda bayan'la filan tevil etmeye çalıştığı şeye kendi evinde ne dediğini bile bilmiyoruz neredeyse. (Bu arada bayanla tevil dedim ama ben çocukken pazarcıların evrensel hitapları abla, yenge, teyze filandı. Geçen haftasonu Ihlamurdere pazarında duyduğum "Bayan gel al kilosu bir buçuk lira!" şeklindeki replik eskiden yoktu. Veya İstanbul Beşiktaş'ta hep vardı da Ankara Keçiören'de, kadınlar pazarcılara, kendilerinden bahsederken o kadar da fazla ince ayar yapmayı gerektirecek canlılar olarak görünmüyordu!) Pazarcının, şoförün içine girdiği dalgalanımlar, iletişim içinde kendisini deplasmanda hissetmelerinden kaynaklanan bir euphemism örneğidir. Öfemizmin basitçe nezaket'e indirgenemeyeceğini düşünüyorum. Hele hele BayanDeğilKadın'ların yazıda bahsettikleri (ve hatta yazı içinde vurguladıkları, italikledikleri) şekilde bu bir "seçim" hiç değildir bana kalırsa. İnsiyâki niteliğinde de, kerameti kendinden menkul toplumsal bilinçaltları değil, daha başka bir sürü şey belirleyici niteliktedir.

4. Yine geldik Pierre Bourdieu'ye. Bourdieu'nün özel olarak "maskülen tahakküm" üzerine yazmışlığı var ve bildiğim kadarıyla kendisinin terekesini feministler kurcalayıp duruyorlar ama o yazılara hiç mi hiç aşina değilim. Ben sadece şu klasik "Dil ve Sembolik İktidar" davalarından bahsedeceğim. Bourdieu bize şunu söylüyor: iletişimsel alışverişlerin tarafları arasında hangi dilin kullanılacağı ve hangi söylemlerin meşru, yerinde-yöresinde, kabul edilebilir addedileceği, taraflara hükmeden sosyal-ekonomik bazı şartların etkisi altında belirlenir.  Değişik dil kullanımları arasında, kendilerini kullanan özneler arasındaki sosyal hiyerarşiyi kabaca izleyen bir hiyerarşi vardır. Dil kullanımlarının dil pazarında ederinin ne olacağı da, kendilerini seslendiren öznelerin söylem üretme ve tüketme yeteneklerine göre belirlenir. Dolayısıyla bir dil kullanımına belirli bir anlam giydirebilme işi, bir iktidar ilişkisidir. Hatta çoğu bakımdan bir hegemonik ilişkidir. Dolayısıyla bir X'i her "ben yaptım" diyen X kılamaz; ancak, sahip olduğu sembolik sermayenin miktarı ve sermaye alttürlerine göre kompozisyonu ile, iletişimin taraflarını oluşturan herkesi kendi X önerisine tabi edebilen kimse kılabilir.

5. Hakim olan cinsiyetin temsilcisi, kendi koyduğu ölçütlere göre sakıncalı bulduğu "kadın" sözünü seçmiyor da gidiyor "bayan" diyor şeklinde bir temsil, Bourdieu'nün dil ve sembolik iktidar üzerine yazdıklarına kıyasla bizi pek cimri şekillerde techiz ediyor diye düşünüyorum. Kadınkarıbayan gibi cins-i latif imleyenleri, üç beş tane kullanım üzerinden tartışılmamalı bence; çünkü verili sözlerin ve verili anlam içeriklerinin ne birbirinden etraflıca bir farkı var, ne de aslında soyutlanmış halleriyle bir önemi. Nüanslar için bakılması gereken yer, sözün geçtiği dil alışverişleri. Bayan sözü feminist tahayyülde erkeğin kadını disipline etme aracı olarak görünebilir; ama dolmuşçunun dilinde, kendi diliyle konuşamadığı, kendisinden daha sermayedar bir Maslaklı kadına karşı doğru konuşma kaygısıyla bulup bulabildiği tek kompromi de olabilir. ("Nezaket" diye tartışıp geçiliyor bu da!)

6. Bu alışverişlere damga vuran hiyerarşiler ve güç ilişkileri Hakim Erkek'ten Hükmedilen Kadın'a doğru tek yönlü akmıyor. Çok yönlü ve çok boyutlular. Özellikle de kendilerine bayan denmesinden şikâyetçi olan kadınların örneğinde, bayan demekle suçlanan kişiler, on örnekten en az sekizinde-dokuzunda, iletişimin içindeki hiyerarşide o kadına denk ya da ondan daha aşağıda bir konumda bulunuyor bana göre. Bayan sözünün internete eklemli orta-üst sınıf erkeğin dilinden de tasfiye edilmekte oluşu, tam bir sermaye ve sembolik güç kullanımı öyküsüdür. Alışılmış yönlerin tersine akan bir iktidar ilişkisi örnekçiğidir. Bence.

Netice itibarıyla benim olup bitene bir itirazım yok ve dediğim gibi zaten bayan deyicisi değilim; fakat bu hikâyenin, bir aktörü güçle alakalı, diğer aktörü de gücün tamamen dışında kurgulayan eski kafa bakış açısıyla değil, sosyal ilişkinin bütün taraflarını güç merceğinden gören, istisnasız bütün sosyal aktörleri güç kullanan ve güçle eyleyen aktörler addeden bir bakış açısından izlenmesini isterim galiba.

10 Ekim 2010

Pazar Yazısı

Birinci Yazı

Geçtiğimiz iki haftanın büyük bir kısmını, tezimle ilgili bazı görüşmeler ve "bürokratik" bazı düzenlemeler yapmak gerektiğinden, Ankara'da geçirdim. Soğuk ve gri kent edebiyatı elbette yapmayacağım ama Ankara'da yaşıyorken fark etmediğim bazı şeylerden dem vurmak istiyorum. Bir tanesi, akademik alanın izole konumu üzerine.
Bir arkadaşımla konuşuyorduk. Arada, İstanbul'da bulunan bazı akademisyen-entelektüellerle görüşmek icap etmesi durumunda, bu insanlarla iletişim kurmak için bazı yatay bağlantıları kullanmanın daha etkili olabileceğinden bahsettik. Burada (İstanbul'da) yaşayan akademisyenler, kravat takan gri renkli memurların kenti Ankara'dakilere kıyasla çok daha fazla sivil topluma gömülü oluyorlar. Belirli bir alanda faaliyet gösterdiğini bildiğiniz bir akademisyeni, o alana dair düzenlenen bir toplantıda bulma, çay molasında yanaşıp aracısız şekilde onunla temas kurma olasılığınız hayli yüksek. Akademik işlerle hiçbir ilgi-alâkanız olmasa bile bu böyle. Ankara'da ise ofisaur filan kovalamak, vehayut da önce dikey yollardan kendi hocanıza çıkmak (ve bunun için önce bir hocaya, bir üniversiter ortama erişim sahibi olmak) ve ancak onun o yukarı seviyelerde kuracağı bir yatay bağlantıyla aradığınız kişiye ulaşmak durumunda oluyorsunuz çoğu zaman. Belki Ankara'daki akademisyenin de, İstanbul'daki akademisyenin de edu.tr adresli mailini takip huyu yok ama İstanbul'dakiyle temas kurmak için yollar daha bir çeşitli. Kravatlı ve gri ve memur kenti Ankara'nın akademikleri çok fazla "piyasada" dolanmıyor. Sivil toplumdan kopuklar. Üniversitelerine tıkılıp kalıyorlar. Bu da büyük ihtimalle dolaşılacak etkinlikler pazarının İstanbul'a kıyasla oldukça dar olmasından kaynaklanıyor.  
Bu durumları gözlemlediğim günlerde bak Allahın işine ki hava gerçekten gri ve soğuktu. Zaten bence Ankara'nın en güzel yeri, İstanbul'a dönüşte, Eskişehir yolu bağlantılı ve İstanbul yolu bağlantılı çevre yollarının birleştiği üç katlı, köprülü mevkidir. (Fırsat buldukça bu sonuncusu gibi orijinal şakalar yapmaya çalışacağım.) Buranın az ilerisinde de çok enteresan bir sanayi sitesi inşaatı var. Henüz binalar yok ama kaldırım taslakları, ileride sokakları oluşturacak şekilde düzenlenmiş toprak yollar, kanalizasyon sistemleri ve elektrik direkleri var. Şehir altyapısı tabirinin ne anlama geldiğini orayı görünce anladım.

İkinci Yazı

Evde kitapların arasında Hilmi Ziya Ülken'in Türk Tefekkürü Tarihi kitabını buldum (Yapı Kredi Yayınları, 2004[1933]). Bir ucuzluk kampanyasıyla almış, okumamıştım. Yine okumadım ama biraz göz attım. Kitabın yazıldığı döneme ait birkaç karakteristik özelliği not ettim. Birincisi, yarı Fransızca, yarı Osmanlıca tuhaf dili. Fransızca olan unsurlar orijinal haliyle yazılıyor, "communisme cereyanlarına kapılan bazı mütefekkirler..." gibi. İki dilin çarpımları daha enteresan sonuçlar da çıkarmış: "Collectif tefekkür" gibi bir kategoriden bahsediliyor örneğin.
İkinci olarak yalnızca Fransızca kaynaklara dayanılması gibi bir durum var. Maşallah Hachette'li, Gallimard'lı referanslardan geçilmiyor. Günümüzde akademik bilgi üretimi sanatının rüzgârları tamamen İngilizceden estiği için, haliyle olarak biraz tuhaf göründü, bir nevi milat öncesi gibi. Ayrıca, kitabın önemi veya Ülken'in "Türk tefekkürü tarihi"ndeki yeri konularında bir yargılama gibi anlaşılmasın ama bu Fransızca kaynakların kullanımında da biraz yüzeysellik vardı diyebilirim. Aslında yüzeysellik de değil, benzer durumlarla çok rastlamış kişilerin şıppadanak anlayabilecekleri bir husus: kaynaklarda cereyan eden fikir tartışmaları aktarılırken, öyle çok fazla "ben bu tartışmaya hakimim, onun her adımını izledim, oradan aktarıyorum" duygusu verecek bir aktarım tutturulamamış. Bunun yerine, tekil kaynaklardan nokta atışlar ve çok geniş özetlemelerle tartışmaların şöyle bir üzerinden geçmek gibi bir eğilim vardı. Hâlâ demek istediğimi aktaramadığımdan, kafadan bir örnek kuracağım. "Gerçi meşhur Fransız mütefekkiri Foucault'nun discours nizamlarına müteallik nazariyesi bazı zaviyelerden tatmin edici olmakla beraber Foucault da, nazariyesindeki pratique eksiklikler yüzünden İngiliz âlimi Fairclough tarafından bihakkın tenkid edilmiştir" gibi bir cümle gördüğünüzü düşünün. Şimdi bu cümle bir "yetkinlik duygusu" aksettiriyor mu? Bence öyle değil. Ucundan kıyısından zor bela bir şeye tutunmuşluk ama ona da tam hakim değillik duygusu içeriyor.

Bu, şundan da olabilir: Neşeli lisans öğrencileriyken, özellikle de birinci, ikinci sınıftayken, yazılan ödevlerdeki kelime kotalarını hemen doldurabilmek için bir cümle alıntı yaptığımız adamı ceddin deden neslin baban tanıtır, alıntılarken de yıkayıp yağlardık "BATI aleminin bu konuda yetiştirdiği en önemli isimlerden ve Collège de France'a seçilen en genç profesörlerden biri olan Didier Henri-Germain Paul Drogba [adamın on beş tane isminin olması da bir artı tabii], kedilerin kuru mamayla beslenmesine karşı çıkmaktadır" gibi. Böyle bir geleneğin imbiğinden süzülünce de doğal olarak Fransız alimi, Amerikan sociologue'u gibi kalıplar öyle bir etki yarattı. Kendi çakallıklarını Ülken'e çekiştiriyorsun derseniz de itiraz etmem.

Üçüncü Yazı

Çaykovski'nin Keman Konçertosu'ndan bir bölümü ve 1812 Uvertürü'nü buralara koyunca, google'dan epeyce ziyaretçi damlamaya başladı.

Gün geçmiyor ki "Çaykovski dinle, uvertür dinle, 1812 dinle, Çaykovski nasıl dinlenir, Pariste Son Konser filmindeki müzikleri dinle, Çaykovski Paris konseri dinle" gibi sorguların ardından birileri burayı bulmasın.

İşte bu rağbeti görünce ben de "İyiymiş" dedim ve henüz blogu bulamamış "Dumka dinle, Çaykovski Dumka scene rustique russe dinle" arayıcıları için Dumka'yı paylaşacaktım.

Ama şimdi dosyayı mp3'le, Dropbox'a yolla, upload etsin, linki al, player'ı ayarla diye uğraşmak ölüm çektiğinden, vazgeçtim. Ama google ziyaretçilerinden kaynaklı hayretin tortuları kaldı elbette.

***

Bu insanlar kimdir, necidir, neden böyle histerik şekillerde arama yapıyorlar?

Dinlemezse ölecek hastalığı mı çıktı?

Olmuyor... Yakışmıyor...

Peki ya youtube'da videolara "Çaykovski dinle, müzik dinle, klasik müzik dinle, gitar dinle, piyano, keman, orkestra, koro, senfoni, konçerto, Beethoven dinle, Chopin dinle, Mozart, adagio dinle, andante dinle, allegro dinle, vivace dinle, Kurtlar Vadisi, Polat Alemdar, Ezel, Aşkı Memnu" diye etiketler iliştiren insanlar mı bu talebe yanıt olarak doğdu...

Yoksa bu talep mi onların başta etiketleri böyle koyması sonucu bu şekillere büründü?

Buna da bir bakmak lazım...

***

Bu yazı biraz kısaca kaldığından Fatik Çekirge'liği bir adım ileri götürerek paragraflamaya oynadım.

İyi pazarlar... (Da, gün bitti iyi mi!)

06 Ekim 2010

Yine mi "küçük politika"?

Aşağıdaki alıntı, Nutuk'tan. Kitabın 1938 yılında yapılmış, yeni harflerle sanırım ilk baskı olan baskısının tıpkıbasımından (İleri Yayınları, 2006) aldım, devrin hayranı olduğum imlâ tarzına hiç dokunmadan tabii:

“Bir memlekette, bir heyeti içtimaiyede, bir inkılâp yapılacağı zaman elbette onun esbabı vardır. Ancak o inkılâbı yapanlar, inanmak istemiyen anut hasımlarını iknaa mecbur mudur? Cümhuriyetin elbette taraftarları ve aleyhtarları vardı; taraflar, ne için ve ne gibi kanaatlere ve mülâhazalara binaen cümhuriyet ilan ettiğini, aleyhtarlara izah ve kanaatlerinde ve icraatlarında isabet olduğunu ispat etmek isteseler de, onların, kastî temerrütlerini izale edebileceği kabul olunur mu? Bittabi taraftarlar muktedir iseler mefkûrelerini herhangi bir suretle ihtilâlle, inkılâpla veya eşkâli mutebereden geçirerek tatbik ederler; bu, mefkûre inkılâpçılarının vazifesidir. Buna karşı itirazlar, yaygaralar ve irticakârane teşebbüslerde, aleyhtarların yapmaktan geri durmıyacakları hareketlerdir. Cümhuriyet idaremizin ilânında Rauf Bey ve emsalinin yaptıkları gibi.” (sf. 594)
Biraz şu “İhtimal ki bazı kafalar kesilecektir” anekdotunu andıran bu satırları okuyunca aklıma Yakup Kadri ve “büyük politika” rüyaları geldi. Nutuk'un, Mustafa Kemal'in Rauf Bey, Refet Bey, Karabekir gibi isimlere sıkça ve sakınmadan “çaktığı” bir kitap olduğunu hatırlamak bile o fikrin temelsiz olduğunu iddia etmek için yeterliymiş aslında, fakat durumun, o dönemde ve her dönemde siyasetin ne merkezde cereyan ettiğinin yukarıda vurgulu cümlelerdeki güzel ifadesi, üstüne bal kaymak oldu.

Yukarıdaki alıntının şöyle bir hikayesi var: Fırka içinde oluşan muhalif grup, bakanlar kurulunun tek tek bütün meclis üyeleri tarafından seçildiği sistemden faydalanarak Mustafa Kemal'in istediği hükûmet ve meclis yönetimini sabote ediyor. Bunun üzerine hükûmet istifa ederek muhalefete pusu atıyor, “Hadi gücünüz yetiyorsa çıkarın hükûmetinizi!” gibisinden. Birkaç gün hükûmet kurulamayınca meclis üyeleri topu Mustafa Kemal'e atıyor; o da cumhuriyeti ilan eden bir kanun değişikliği hazırlayıp devletin başı olarak cumhurbaşkanı – onun görevlendirdiği başvekil – başvekilin seçtiği vekiller sistemine çeviriyor. O sırada İstanbul'da bulunan Rauf Bey ve emsali ise krizden çıkış için güçlü bir hükûmet kurulmasının yeterli olacağını, illâ bu deklarasyonun yapılmasının gerekmediğini, cumhuriyet ilanının aceleye getirildiğini, bir yerde emrivaki olduğunu, Mustafa Kemal'in bu büyük değişiklik konusunda kamuoyunu aydınlatması ve ileride daha da fazla iktidar istemeyeceğine dair güvenceler vermesi gerektiğini söylüyorlar. Mustafa Kemal ise cumhuriyetin ilanına şöyle veya böyle itiraz edip şüphecilik yapanların samimi olmayıp esas olarak hilafetin devamını istediklerini iddia ediyor. Sonuç, yukarıdaki değerlendirme işte. Yine bu bağlam da, siyasetin aşağı yukarı kemik kavgası olduğunu işaret ediyor bence. İlkokuldan üniversitedekine kadar bilcümle inkılap tarihlerine sorsan cumhuriyet işi Atatürk daha çocukken bağlanmıştı, Fransız siyasi teorisiyle Atatürk'ün kalbi arasındaki kırmızı hattan nokta atışıyla nüzul olmuştu; halbuki ortada neler neler dönmekteymiş.

Bir ufak yazı sonucu, bende kesinlikle bir üzüntüye/hayâl kırıklığına/eli eteği bir sırça köşke/çekmişmiş gibi havalara/ezcümle/yaygın Cümhuriyetçi Hıncı'nın bir örneğine sebep olmaması gerektiğine dair kendimi eğittiğim bu gerçeği biraz unutur gibi olduğumu fark ettim. Bu hafta içinde Sevan Nişanyan, süregiden anadil tartışmalarına birkaç Anayasa maddesi öneren şu yazıyla katkıda bulundu. Bir noktada, “teoride böyledir ama pratikte böyle olamaz”a (Selam Kant!) varan bir şey söylüyor; özetle diyor ki, normal, tipik, klasik özgürlükçü yaklaşımıyla, özellikle bir dilin adını anmadan, küllünün üzerindeki yasakları kaldıran, hepsine alan açan bir metin sorunların çözümü için yeterlidir; fakat, Türkiye için bu yeterli değildir. Türkiye'nin yakın tarihine bir silahlı ve siyasi hareket, bir şekilde damgasını vurmuştur ve yapılacak herhangi anayasa değişikliği, temelde bu silahlı ve siyasi çizginin politize ettiği sorunları çözebilmek amacındaysa, o çizginin siyasetine cevap niteliğinde olmak, onu gözardı etmemek zorundadır. Dolayısıyla kesin çözüm, metnin Kürtçeyi zikretmesinden geçer. Nişanyan da yazısının kalanında, dengeyi bulma arayışında. Tam olarak talebi karşılayabilecek kombinasyonun peşinde bazı kavramsal arayışlarda bulunuyor, ulusal dil, yerel dil, bölgesel dil, vs. gibi.

Yazıyı ilk okuduğumda birden kendimi içinde yakaladığım Yakup Kadrilik şuydu: neden teorik olarak doğru olanın içeriği gayet iyi bilindiği halde, yerel gündemin doğrularına teslim olunur ki, diye düşünmüştüm. Öyle ya, Türkiye'nin kendi gerçekleri, “evrensel” siyasi pozisyonların ve onlarla ilişkilendirilen önceliklerin safkan hallerini epey bir kırıp dökmüşse, bu yerel gerçekliğe uymak zorunda olunmasın, onun yerine bu çarpık gerçeğin tarafları kendilerine çeki-düzen versin, fikir-teori irtifalarına çekilsinler. Örneğin silahlı ve siyasi harekete densin ki, “Şu işi ilkeleri tartışarak yürütelim, böyle -ne bileyim, zaman içinde bağımsızlıktan demokratik özerkliğe, oradan anadile inecek şekilde- eşşeğin kuyruğundan ne kıl koparsan kâr hesabı yürütmeyin”. Öncelikle, duruma, gerçek insanlardan azizlerin kitabî etik performanslarını bekleyen, yanlış, hayâl kırıklığına mahkûm bir açıyla bakıyor! Daha vahimi de, “klasik özgürlükçü bakış açısını”, düşünsel pozisyonları, işin teorisinde bir muhafazakâr ne düşünürse işte onu, kemiksiz, şeffaf, normal, temiz, bu baldırı çıplak kavgaların dışında duruyor zannetmek gibi bir hatası da var ki, bambaşka ve çok şeytan tüylü bir konu.

Halbuki bu siyasi işlerin tam da (selam sana da, ey Radikal2'liğin altın vuruşu tam da!) bu merkezde olduğunu görmek gerek. Siyasi süreçler deve güreşi misali oluyor; bu bir eksiklik, çürüklük, bozukluk değil. İktidar ile çalışan, o geçer akçe birimiyle hareket eden herkes kirleniyor. Sevgili Cümhuriyetçi, senin ülkemizde olup bitenleri çarpık bir kopyası sandığın pirüpak süreçler de aynı ölçüde kirli idi. Sadece hepsinin kazananı sonradan kendisini aklayıverdi. Bak Mustafa Kemal işin nasıl da farkında, muarızlarını kemik kavgasında boğuluyor gösterip kendini nerelere çekiyor.

Gerçi bu yanılgının Cümhuriyetçiye has olmadığını da teslim etmek gerek. AKP, hakkında açılan kapatma davasında on düşünüp bir adım atarak kendisini mahkeme önünde savunuyorken, parti söyleminin terkisindeki bazı köşe yazarları, “Niye bu iddianame ciddiye alınıyor? Niye tek tek bütün suçlamalara yanıtlar verilmeye çalışılıyor? Neden savunma tarihe geçecek bir DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜKLER MANZUMESİ biçiminde yapılmıyor, niye bu tiyatroya şöyle güzel bir ders verilmiyor?” diye hayıflanıyorlardı. Oldu, yumurta küfesi senin sırtındayken artık sen yazarsın o manzumeyi.

28 Eylül 2010

Le Concert / Paris'te Son Konser

Çaykovski gençken
"Le Concert", şu sıralarda "Paris'te Son Konser" adıyla sinemalarımızda oynayan bir film. Yönetmeni Radu Mihaileanu. Fransız-Rus-Romen işi bir yapım. Ben filme on üzerinden on iki verdim. Yeterince fazla sayıda kişi izleyip bu kadar beğenirse film Çaykovski Keman Konçertosu'nun Shine'ı olabilir gibime geldi; en ana hatlar düzeyinde çağrıştırmıyor değil. Ama film galiba Shine kadar sükse yapmadı/yapmayacak. Neyse ki filmde hayâli kişiler kullanılmış; yani bu filmin ardından Çaykovskiperverlik trend olsa bile, bundan 15 sene sonra kimse, freakshow ayarında konserler düzenleyip - "İstanbul kerizleri"ne 300-400 TL'ye biletler kakalayıp -- "Dünyanın en mükemmel birinci sıradaki Çaykovski yorumcusu şefi geliyor" diye düzmece basın bültenleri kastırıp --- sonra da "Kızaam, Çaykovski çalarken sahnede mükemmel uyumu bulan ayyaşlar ordusunu bi dinledik bi dinlediik" diye normalde bu taraklarda hiç bezi olmayan insanlara orada burada caka sattırmayacak. (Ne demek istiyorum? Bakınız da bakınız).  

Dağılmayalım, filme odaklanalım: orkestra şefi Andrey Filipov, 1980'de, kariyerinin zirvesindeyken, SBKP genel sekreteri Brejnev'in, yönettiği Bolşoy Orkestrası'ndaki Yahudi müzisyenleri kovması yönündeki emrini dinlemeyince, onur kırıcı bir biçimde işinden kovulur. Günümüzde orkestranın salonunda temzilikçi olarak çalışmaktadır. Bir gün müdürün ofisini temizliyorken, faks makinasına Fransa'daki meşhur Théâtre de Châtelet'den Bolşoy'a gelen bir konser davetiyesi düşer. Filipov davetiyeyi yöneticilerden gizler ve bu davete kendi ekibiyle, gerçek Bolşoy kılığında icabet etmeye karar verir. Châtelet ile anlaşılır. "Bolşoy", üç gün Paris'te konaklayacak, son gün de Filipov'un özellikle şart koştuğu genç kemancı Anne-Marie Jacquet ile Çaykovski'nin keman konçertosunu da içeren bir konser verecektir (Filipov'un otuz sene önceki konserinde yarıda kesilen eser budur.) Filipov, o günkü orkestrasının çellisti ve günümüzün ambulans şoförü Saşa Grosman ile işe koyulur. Ekip elemanları dağılmış durumdadır. Çoğu o tarihten beri müzik yapmamaktadır. Enstrüman sahibi olanlar bile az sayıdadır. Türlü aksiliklerin ardından Paris'e gidilir. Olaylar gelişir.

Bu filmi izlemeden önce Çaykovski'nin keman konçertosunu -bestecinin kendi eserleri içinde bile- en çok sevdiğim eserler sıralamasına koymazdım. Aklımda kalmış kısımları, ilk baştaki yaylılar girişi ve aşağıdaki versiyonun 6:38'inde başlayan tuttiden ibaretti (Tutti demişken, şu entry'nin sahibine de selam edeyim; bu bölümden benim beklentim de onunkiyle aynıdır). Çaykovski'nin öyle en başta gelen eserlerinden biri sayılacağını sanmıyorum. Kendisinin keman ve orkestra için toplam üç eseri var. Piyano-orkestra için üç buçuk/dört eser (üçüncü piyano konçertosu, öldüğünde tamamlanmamıştı), orkestra için yedi senfoni ve beş süit, öbür tarafta on bir tane opera yazmış; Uyuyan GüzelFındıkkıranKuğu Gölü üçlüsüyle bale repertuvarının baş köşesine kurulmuş bir bestecinin repertuvarında merkezi yer işgal ettiği pek söylenemez.  Öyle ki, bu eseri bile, kemancı ve kendisinin öğrencisi olan Yosif Kotek'ten yardım alarak bestelemiş. Bağlantılı olarak, eserin film içinde önemli olmakla birlikte yalnızca bir unsur olduğunu hatırlamak gerek. Dolayımıyla türlü başka hikayeler anlatılan bir araç gibi. Aşağıda bu konçertonun birinci bölümünü dinliyoruz, evet:


Konçerto dolayımıyla anlatılan başka hikâyeler şunlar: Filipov'un bu eserle özel bir meselesi var. Bir kere, yukarıda dediğim gibi, 30 sene önce yarıda kesilen eser olması nedeniyle, konçerto Filipov'un komünist rejimle olan görülememiş hesaplarını temsil ediyor. Filipov için Çaykovski Keman Konçertosu'nun çalındığı bir konser, Brejnev karşısındaki mağlubiyetinin, işinden olup yeteneksizlere bıraktığı orkestrasını ancak bir temizlikçi olarak izleyebilmesinin rövanşı niteliğinde. Otuz sene önceki konserde solist olan Yahudi müzisyen Lea'nın hatırasıyla da mücadele ediyor. Çaykovski'de ve konçertoda bulacağı mükemmel uyumun peşine düşerek, o dönemin politik koşullarına uygun davranmayarak hem kendisini, hem topluluğunu, hem de Lea'yı trajik durumlara sürüklemesinin ağırlığını yaşıyor. Özellikle albümlerini ve hakkında çıkan haberleri biriktirdiği Franzıs kemancı Anne-Marie Jacquet ile çalmak istemesi de bu meselenin bir ayrı katmanını oluşturuyor. Filme konu edilen konser, bu davalardan ötürü çok yüzeyli bir demir leblebi.

Görüldüğü üzere bir eserin, onu kaleme alan kişinin maksadından çok bağımsız anlam ve önemleri olabiliyor. Bunu görememek acı: filmi izlerken bir yandan da birkaç ay önce şöyle şöyle şeyler yazmış olduğum için bir pişmanlık gelip içime oturdu:
İnsanın bir eser konusunda 'ilk' ve çoğu zaman 'tek' söyleyebildiği, onunla kurduğu ilişkinin ifadesi oluyor. Bu ilişki de amatör dinleyicide, gerçek müzisyenin eserle kurduğu ilişkiden daha yüzeysel kalıyor. Bu bakımdan, kendi ürettiklerim de dahil olmak üzere, klasik müzik eserlerinden bahseden amatör işi program notu öykünücüsü yazılara sirayet etmiş yoğun duygulanım havalarını pek sevmiyorum. "Hıçkırıklara boğularak" bir Chopin noktürnünü dinlemek; belki eser içinde alelade bir modülasyonu yumuşatma işlevini yerine getirmek için konulmuş olan bir soloda Beethoven'ın "yüreğinin derinliklerinde kopan çığlıkları" duyduğunu sanmak; veyahut da eseri bestecinin biyografisinden türeterek, ona indirgeyerek, falanca senfoninin üçüncü bölümünde Çaykovski'nin, kendisini asla olduğu gibi kabul etmeyen toplumun baskısı sonucu yaptığı facia evlilikten ötürü sürüklendiği yıkımın "iç kıyıcı izlerine tanıklık etmek" gibi coşumcu havalardan bahsediyorum tam olarak
Bu yazının ardından hem orada, hem burada cereyan eden dostlararası temaslar neticesinde, bu yazdığım görüşün, "bir eser hakkında uzman bilgisi veren yazılar" için belki biraz doğru kabul edilebileceğini, ama hepimizin bulaştığı müzik ahkâmları evreninde o dar parantezin azıcık dışına taştığında ya da o parantezin içine dair olduğu yeterince vurgulanmadığında da, kendi halinde müzik dinleyen, müzikten bahseden masum insanlara yönelik yüksek kırıcılıkta, küstah bir dandunluk haline dönüşeceğini kabul etme noktasına gelmiştim. Fakat şu da var: uzman bilgisi veren yazılardan, hakikaten, bize ne, bana ne? Neden o konuda bir görüş sahibi olmak zorunda olayım ki; ne bir uzmanım, ne uzmanlara laf buyuracak konumdayım. Ama hem kendim, hem dostlar elbette müzik evreninde dinliyor, anlatıyor ve yazıyoruz; hiç işim olmayacak bir konuda bidir bidir konuşmak adına hepsine ayıp etme riskini göze almışım. Ekrem'i, Özgen'i, bu faşizan kategorizasyonlarla kırayazdığım dostlar ağızlarını açıp bir şey demediler ama bu filmin ardından onlar adına, haklı olarak sormak isterim kendime: Arkadaş, ne hakla, senin ne haddine? Sen kimsin ki insanlar arasında kerameti kendinden menkul eserle derin ilişki kurabilme kapasitesine dayanan ve dinleyiciyi dibe müzisyeni tepeye koyan bir hiyerarşiden bahsedebiliyorsun? Sana ne? İsteyen istediği gibi dinler, okur, yazar. Eser hakkında uzman bilgisinin nasıl olması gerektiğini başkaları tartışsın; sen işine bak. Başkalarının eserlere dair söylediği, onlarla kurabildikleri ilişkinin ifadesi ise, "yüzeysel!" diyeceğine, paylaşabiliyorsan paylaş, paylaşamıyorsan kır kıçını otur orada!

İşte bir müzik eseri, işte bestecisi tarafından çok büyük anlamlarla yüklenmemiş alelade bir müzik eseri, ama etrafına o eserle kurulmuş bireysel ilişkilerden oluşan koca bir yapı örülmüş. Yapının içinde eser çok şık durmuş, aynı zamanda binayı da daha güzel kılmış. Bu durum karşısında yukarıdaki alıntıdaki gibi düşünen birine dengeli beslenmek düşer. Geç de olsa bu tekzibi bana yaptırabildiği için filme emek verenlere teşekkür ederim. Ha bir de, yukarıda şudur budur diye anlatırken izlemeyenlere filmin gazı kaçmasın diye biraz salağa yattım, şaşırtmaçlar verdim. İzlemiş olanlar "Vay dangoz bunu böyle mi sandın?" demesinler.

24 Eylül 2010

Başkut Özal'ı anlatıyor

Başkut'un anı kitabından bir anı aktaracağımı söylemiştim. Aşağıya dercediyorum ama önce biraz bağlamdan bahsedeyim. Sovyetler'den çatırtıların gelmeye başlamasını takiben Dışişleri camiası kulaklarını o yöne doğru kabartmaya başlıyor. Bu dönem aynı zamanda, Türkiye'nin de AB'den yıllık raporlar aracılığıyla ayar üstüne ayar yediği bir dönem. Dönemin Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz da bürokratların konuya olan ilgisini tespit edip hemen işe girişiyor. Kendisinin himayesinde "SSCB ve Doğu Avrupa'da Ekonomik Gelişmeler ve Türkiye" isimli bir seminer düzenleniyor. Yılmaz'ın ayrıca ANAP liderliği gibi de bir hırsı olduğu için, kendisi bu semineri bir kişisel gövde gösterisine dönüştürüp ne kadar orta-üst düzey işadamı ve bürokrat varsa davet ediyor. İlk başta Özal duruma çok fazla ilgili değil ama seminerin basında övgüler almasını takiben "görüyor ve artırıyor", o da işe girişiyor. Gerisi şöyle:
Fikri benimseyen Özal, hiç vakit geçirmeden Sovyetler Birliği, Bulgaristan ve Romanya devlet başkanlarına önerisini duyurmuş ve ön mutabakatlarını almıştı bile. Bu arada kendilerine pek güvendiği bazı ekonomi bürokratlarına "derhal bir proje hazırlayın" talimatını vermişti. Sonuçtan memnun kalmayınca yine bize döndü. Önce Cumhurbaşkanlığında bir görüşme yapıldı ve vakit geçirmeden bu konuyu derinlemesine incelemek üzere Özal, Genel Sekreterine "Abant'ta bir toplantı yapalım, ilgili kamu kesimi sorumlularını ve özel sektörden katkı yapabilecek önemli işadamlarımızı çağırın," dedi. Hazırlayacağımız proje tarafımızdan o seçkin gruba sunulacak ve enlemesine, boylamasına tartışılacaktı.
Hiç unutmuyorum, Abant Oteli'nin büyük kısmı bu iş için kapatılmıştı ve bizlere 2 Aralık 1990 günü saat 13.00'de Cumhurbaşkanmızı'ı karşılayacak şekilde hazır olun talimatı verilmişti. Koyu renk elbiselerimizi giyip, yollara düştük tabii. Tam saatinde Cumhurbaşkanının elini sıkmak üzere sıraya dizildiğimizde kimler yoktu ki. (İsimleri sayıyor -O.) Ön proje tarafımdan sunulacağından, soruların çoğu da tabii bana yöneltilecekti. Bendeki heyecanı sormayın. Bir an önce şu iş kazasız belasız bitse de kurtulsam diye can atıyordum. Saat 13'ü çoktan geçmişti ama Özal ortalarda yoktu. Ankara'ya sordular, Cumhurbaşkanımız henüz Çankaya'yı terk etmemişti. "En iyisi, gidip yemek yiyelim," dediler. Cümbür cemaat lokantaya doluştuk, çoğumuz ceketleri çıkarıp ünlü alabalığı ve ayva tatlısını yemeye koyulduk. Bir süre sonra "geliyooooor..." diye bir ses duyuldu. Ceketler giyildi ve yeniden sıralara girildi. Bu kere Özal geldi. Göğsünde toprak renkli işlemeleri olan siyah bir mont ve yeşil renkli bir tişörtle. Ellerimizi sıktıktan sonra "hadi yürüyün yemeğe" demesin mi! Kimse de çıkıp "Biz sizi bekleyemedik," diyemedi tabii. Yenided restorana girdik ve bizlere ikinci defa servis yapılmaya başlandı. Neyse ki benim cüssem böyle sık sık birşeyler atıştırmaya alışık. Çaktırmadan kıkır kıkır da gülüyorduk tabii. Özal ise Abant'a gelirken yeni BMW'sini kendisinin kullandığını ve hız denemesi yaptığını anlattı durdu. Yemek bitince hepimiz ayağa fırladık. Tam önümüzden geçerken, "Ne haber, ikinci yemek nasıldı?" demesin mi!
Neyse, brifinge artık başlayabilecektik. Bu iş için ayrılan geniş salonda yerlerimizi aldık. Ben pür heyecan hazırladığımız dosyaların katılanlara dağıtılmasını sağlar ve yararlanabileceğimiz klasörleri önüme dizerken bir de ne göreyim, görevlilerden biri Özal'ın kulağına bir şeyler fısıldıyor. Meğer televizyonda Galatasaray-Fenerbahçe maçı varmış, "Televizyon getirelim mi?" diye soruyorlarmış. "Tabii getirin," dedi ve çalışmamız yine ertelendi. Özal Fenerliydi ve maçta da yenildiler (*). Söylendi durdu. Bu arada hakem de nasibini aldı tabii. 
Toplantı epey geç başladı ve gece yaklaşık üçe kadar da sürdü. Özal usul ve adap alanında bazen vurdumduymazlığın ve "ben yaptım oldu" anlayışının temsilcisi gibiydi ama bilinçli çalışmada da pek ileri düzeydeydi doğrusu. Müthiş dikkatliydi ve pratik zekâsıyla hemen konunun uygulama safhasını içeren sorular soruyor ve bir adım öteye gidilmesini sağlıyordu. Görüşleri bazen aşırılıklara da kaçıyordu. Aşırılıktan amacım, her şeyi hemen istemesiydi. Örneğin benden üye ülke vatandaşlarına diğer ülkelerde sorgusuz sualsiz çalışma hakkı verilmesini öngören bir madde ilave etmemi istiyordu. Ben, öncelikle, Türkiye'de çok sayıda meslek dalının yabancılara kapalı olduğunu hatırlatınca, "Bir yasayla hepsini iptal ederiz," diyordu. Bunun üzerine, "Bazı azınlıklar için aynı kolaylığı sağladık ama şimdi hâlâ çok zorlanıyoruz," dediğimde istemiye-istemiye de olsa, adım adım ilerleyen bir önlem paketini kabulleniyordu. Ama onunla diyalog çok çabuk gelişiyordu ve hemen bir sonuca varmak mümkün olabiliyordu. Karadeniz Ekonomik İşbirliği projesi metni de onun bu tutumu sayesinde tamamlanabildi... (Yaman Başkut, Aferin, İyiydin, sf. 99-101).
Bence her yönüyle gayet güzel bir anekdot. Türk siyasetiyle, özellikle de dönemle ilgilenmiş kişilerin damağında eşsiz bir tat bırakacaktır diye düşünüyorum. Değil mi Mr. Özkan?

--
(*) Özal'ın Fenerli olmasında da bana sorarsanız anahtarın kilide oturması gibi bir münasebet var. Hiç şaşırmadım desem yeridir. Bu arada bu maç Başkut'un bu toplantıyı tarihlediği 2 Aralık'ta değil, 1 Aralık'ta oynanmış. Galatasaray Tanju'nun golleriyle 2-1 kazanmış. Fener'in başında Hiddink, Cimbom'un başında da Denizli var. Maçta 2 kırmızı, 7 sarı kart gösteren, berbat yönetimiyle başta Özal olmak üzere bütün Fenerlileri çileden çıkaran hakem de Erman Toroğlu.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails