30 Aralık 2009

Vatandaş kavramı üzerine çeşitlemeler

Şu "halk sahillere hücum etti, vatandaş denize giremiyor" meselesi malûm. Tek parti döneminin (1923-45) seçkinci kafasını yansıtır. Klişedir. Her bir kelimesinin, her bir harfinin posası çıkmış durumdadır. Ama siyasi arenada bir söylem direği olarak hala (sene olmuş 2010) bir geçer akçe halindedir filan. Bu sözdeki "vatandaş", bir süredir epey ilgimi çekiyor; bu yazıda da bu konuyla ilgili gelecekte yürütülebilecek ciddi bir çalışma için bazı notlar niteliğinde bir şeyler olacak.

İlk dönemlerin vatandaş'ı, yalnızca siyasi elite mensup olanlara has bir statüyü ifade eder şekilde kullanılıyor. Bunu tespit etmeyi bile zûl addediyorum yukarıdaki klişelik durumundan ötürü. Bunu belki bir başlangıç noktası olarak alabiliriz. İkinci uğrak, "Vatandaş, Türkçe konuş!". Bu kampanyanın özel olarak 1950'lere denk gelmesi anlamlandırılabilir mi? Belki de Demokrat Parti'nin tam olarak devletin sahibi olmayıp devlet makamında kiracı olarak oturduğu zamanlarda ev sahibine karşı dayandığı noktanın bu sözdeki "vatandaş"lardan oluşan şekliyle "millet" olduğu söylenebilir. DP de onlara dönüp diyor ki: Türkçe konuşunca direkt siyasi seçkinlere mensup olmayacaksın; fakat yine de o seçkinlerle aynı hiyerarşiyi paylaşan (dikkat: o hiyerarşide onlarla aynı noktayı paylaşan değil!) biri olabilirsin. Buradaki vatandaş artık bir nebze de olsa siyasi seçkinlerden daha kapsamlı bir topluluğu ifade etmeye başlamış.
Bu vatandaş'a seçkinlerden gelen bir yanıt, 12 Mart dönemindeki "muhbir vatandaş". Devletin ev sahipleriyle kiracılarının, ihtilafları ne kadar kapsamlı olursa olsun, komünizm karşısında kurdukları ittifakın bir ifadesi. Bu övgü sözüyle, ittifaka eklemlenen "millet" mensuplarının ağzına da bir parmak bal çalıyorlar. O vatandaş'ın o hiyerarşideki yeri sağlamlaşıyor. Bu son iki durakta ispiyon ve azınlıkları tedhiş gibi pis işlerin vatandaş'a havale edilmesi de ilgi çekici.
Devletin kendisinden birazcık uzakta ama kontrol altında konumlandırageldiği vatandaş, bir noktada kimliği belirsiz kişilerce kaçırılıyor. Vatandaş'ın devletin elinden alınması sanırım 1980'lerin sonlarında doğru bir noktaya tekabül ediyor. ANAP'ın ne mal olduğunun ortaya çıkması, bitmek bilmeyen ekonomik sorunlar, idarenin yozlaşması... Bütün bunlara karşı bir tutunacak dal olarak, sivil dayanışmayı vurgulayan bir vatandaşlık algısı var. Kime ne kadar kayda değer gelir bilemeyeceğim ama aklıma hemen Bizimkiler dizisindeki Katil Yavuz tiplemesi geliyor. Gıcık yönetici tiplemesine, Halil Pazarlama sahtekârlığına, hatta yer yer Kapıcı Cafer'in kurnazlığına karşı, vatandaşın hakkını gözeten bir tip. Aykut Oray'ın canlandırdığı bu tipleme, hem de ülkedeki tek televizyon kanalı olan TRT'de, yani devletin kucağında, bu değişik vatandaşlık söylemini üretiyordu; ki daha sonradan, Gözcü gazetesi reklamlarına da taşmıştır: "Vatandaşa cart-curt yok!"
Bu vatandaşın 1990'lara taşmış bir biçimi de, Ahmet Vardar'da bulunuyor. Kendi bilgisayarımdan uzakta olduğumdan görsel destek sağlayamıyorum; ama kendisinin 92-93'lerden itibaren köşe yazılarında neredeyse aynı söylemi ürettiğini görüyoruz. Katil'de televizyon ekranında donuk bir görüntü düzeyinde kalan bu hak koruyucu tipleme, Ahmet Vardar'ın gazete köşesinde, somut ve etkileşimli bir şikâyet merciine dönüşmüş durumda. Vatandaş'ın hakkını yiyen, işini yapmayan kurumlara, memurlara, son derece de eğlenceli bir üslupla, "Gelirsem oraya sizi kulaklarınızdan tavana asarım" filan diye hesap soruyor. Ahmet Vardar'ın kendi televizyon programı, Fatma Girik'in Söz Fato'da'sı ve Uğur Dündar'ın vatandaşa kazık atan pastanecileri rezil ettiği Arena'sıyla bu çizgi günümüze kadar ulaşıyor.
2000'li yıllar bu sivilleşme çizgisini nereden alıp nereye götürüyor, o da önemli bir soru. Bu dönemde ivme kazanan AB'ye katılım süreciyle birlikte, çok daha kurumsal bir sivil toplum söylemi ülkeye giriş yapıyor. Bu süreçle birlikte ortaya çıkan ve sürekli gelişen sistemli bir aktivizm geleneği var iyi kötü. Helsinki Yurttaşlar Derneği gibi doğrudan bu vatandaşa atıfta bulunan örgütler, eşit vatandaşlık'ın Kürt siyasetinin bir kısmının üzerine söylem bina ettiği bir temel olması... Burası oldukça karmaşıklaşıyor. Çeşitlenme anlamında karmaşıklıktan bahsediyorum, yoksa bu örgütlenmelerin hiçbir biçimiyle bir sorunum yok elbette.

İşte vatandaş konusunda böyle böyle uğrakları olduğu savunulabilecek bir sivilleşme süreci var bana göre: Başlangıçta devletin otoriter bir çerçevede "elinin altında" bulundurduğu, gerektiğinde kullandığı minik bir aktörden ibaret iken, vatandaş giderek devletin dışındaki konumunu devletin karşısına doğru alıyor. Günümüzde başlangıçtaki durumu absürd sayıyoruz; çünkü vatandaşın böyle bir sürecin ardından sivilleştiği bir ortamda yaşıyoruz. Vatandaş dendiğinde aklımıza bir dayanışmacı yol arkadaşı, haklarımızın-özgürlüklerimizin dolu olduğu hukuki bir torba filan geliyor ama gerektiğinde Rum komşusuna saldıracak bir "örgüt mensubu" gelmiyor. Daha iyi bir vatandaşlık yaşıyoruz diyebiliriz genel olarak. Bu kavrayışın tam olarak hissedilebilmesi için, hem baştaki konum, hem sürecin kırılma noktaları, hem de son durum net şekilde ortaya konulmalı bu hayali çalışmada.

1 yorum:

biri leri dedi ki...

Sen böyle yazıları yazıyorsun yazıyorsun, çıtayı yükseltiyorsun depeye koyuyorsun, sonra da bana bilog aç diyorsun. NEREYE AÇAYIM BEN BLOG? Açtım, öyle duruyor. Bana yazık değil mi?

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails