(Bu ufak yazıyı Samuel Huntington öldüğünde yazmıştım. Konu ve malzeme değil de zaman bulamadığımdan, diğer birkaç postun tamamlanması işini yine erteliyorum ve yine blog işlesin esnaflığı yaparak bunu buraya koyuyorum.)(Birkaç gün sonra da Program Notları'ndaki en güzel yazılar derlemesi yapacağım.)
Huntington'ı hepimiz Medeniyetler Çatışması teziyle hatırlıyoruz. Bu teoriyi önce bir makaleyle (Foreign Policy dergisinde 1993'te çıktı), ardından da makaleden hareketle yazdığı bir kitapla (1996) siyaset bilimi kamuoyuna sundu; daha büyük ölçekli bir şöhreti ise 11 Eylül saldırılarının ardından Ortadoğu'ya yapılan saldırılarla, işgallerle buldu. Çıkmasından itibaren ayarlarla yanıtlanmış olsa da, bu teori hâlâ standart Karşılaştırmalı Siyaset literatürünün demirbaş okumalarından biridir. Benim de karşıma birden fazla sefer çıktı. Karşılaştırmalı siyasetle çok fazla ilgilenmemiş olduğumdan her zaman aklımda olan bir teori değil bu; adam ölmüş olmasa Huntington ismi de muhtemelen bana öncelikli olarak bu kelimeyi 'Hattinktın' biçiminde telaffuz eden bir hocamızı hatırlatırdı. Fakat şansına, dolapları karıştırırken bir buçuk-iki sene önce yazdığım bir ödevi buldum. Olayın 'kabasını almayı' ve muarızlarından birkaç kuple sunmayı hedeflediğim bu ödevde aşağı yukarı şöyle demişim:
Ana argüman, Soğuk Savaş'ın bitmesiyle insanlığın girdiği yeni evrede, büyük çatışmaların ideolojik değil, kültürel farklardan çıkacağı yönünde. 'Medeniyet'i, en geniş kapsamlı kültürel kategori olarak kavramsallaştırıyor; yani bir kültürel varlık ya da topluluktan daha geniş kapsamlı, onu da kapsayacak bir üst kademede konumlanmış başka bir varlık bulamadığımızda, Huntington'a göte elimizde bir 'medeniyet' bulunuyor. Bunlardan dünya üzerinde "yedi ya da sekiz" (ki bu küsüratlı söyleyişle ne kadar dalga geçildiğine inanamazsınız) tane olduğunu söylese de, esas cıngarı çıkaracak olan ikiliyi Batı medeniyeti ve İslam medeniyeti olarak tespit ediyor; diğerlerinin arasında çıkacak çatışmalar hakkında fazla kendini yormuyor. Cıngarı da kaçınılmaz olarak görüyor: çünkü farklılıklar çok temel kabullerde; ve küreselleşmeyle arttığı ve daha da artacağı söylenen medeniyetlerarası diyalogla filan hafifletilemeyecek kadar köklü. Ayrıca, ekonomik modernleşme düzeylerindeki farklılıklar gibi çok sayıda başka değişken de bu iki medeniyeti çatışmaya doğru itiyor: yerel ulus-devlet kimlikleri aşındırılıyor; aynı medeniyeti paylaşan, birbirine yakın ülkelerin ekonomik işbirliği daha iyi çalışıyor ve bu ortakların arasında 'medeniyet bilinci' oluşuyor vesaire. Bütün bu nedenler, hem makro düzeyde, yani ayrı medeniyet arasında ve medeniyetleri temsil eden uluslar arasında; hem de mikro düzeyde, yani değişik medeniyetlerin birbiriyle buluştuğu sınır boylarında çatışmayı kaçınılmaz kılıyor. (Bu ülkelerin şimdi unuttuğum özel bir adı vardı Huntingon'ın terminolojisinde ve Türkiye de bunlardan biriydi.)
Ben ödevi yazdığımda ilk elde, insanlık tarihinin önceki evrelerinden tamamen farklı, yeni bir evre fikrini pek ikna edici bulmamışım. Diğer çatışma kaynaklarının Soğuk Savaş sonrasında tamamen yok olması ve sahneyi tamamen kültürel farklılıklara bırakması fikrini beğenmemişim. Özellikle ekonomi, demişim, önemini her çağda korumuştur ve koruyacaktır. Ekmeğe bakar iş. Ne hazindir ekonomiden anlayacak formasyon verilmemiş olmak ve böyle anlarda kastedileni "specify" edemeyip en genel düzeyden ahkâmda bulunmak... Ehm, neyse! Ayrıca bu fikirlerle bağlantılı olarak demişim ki: madem kültürel farklılıklar bu kadar temeldi, bu kadar önemliydi, köklüydü, belirleyiciydi, susturulamazdı, önlenemezdi, hafifsenemezdi, neden Soğuk Savaş'ın bitmesiyle başladığını söylediği bu yeni evreden önce ideolojilerin, ekonomik sorun kaynaklarının gerisinde kaldı? En temel çatışma kaynağı olmak için neden Soğuk Savaş'ın bitmesini bekledi? Üçüncü olarak da, 'farklılık'tan 'çatışma'ya geçişi çok mekanik bulmuşum. Kendisi, birbirine çok ters gelen medeniyetler arasında çatışmadan başka hiçbir seçeneğin mümkün olabileceğini düşünmüyor. Bizim başbakanın da içinde olduğu bir grup insanın medeniyetlerin kavuşması, bir arada yaşaması, kaynaşması, kucaklaşması, uslu uslu oturması gibi seçenekleri, kendi argümanına laf olsun diye koyduğu uyduruk 'reservation'ları bir kenara bırakacak olursak, kendisince makul bulmuyor. Çatışma kaçınılmaz son. Ama öte yandan da, aynı makalenin içinde iş Batı medeniyetlerine pratik-politik tavsiyelerde bulunmaya geldiğinde, "görece yakın kültürlere" mensup ülkeleri kendi yanına çekmeye çalışmaları gerektiğinden bahsediyor. Özetle Huntington'ın bu son konudaki bulanıklığı; kültürel farklılıkların belirleyici olduğu konusundaki görüşü ve insanlık tarihini evreleme mantığı bana tatmin edici gelmemiş. (Şimdi dönüp bakınca bana 'medeniyet'in kavramsallaştırılmasını da dert edinebilirmişim gibi geldi. ODEB (Ortak değerlerin en büyüğü!) yaklaşımı çok saçma. Oraya gelene kadar siyasi aktörleri, insanları etkileyen kaç değişik aidiyet var soğanın zarları gibi. Bir aktör, örneğin bir insan, en tepe kategori olan Büyük İslam Medeniyeti'nin bir kulu ve elçisi olarak hareket etmez: bir insan, zengin bir insan, demokrat bir insan, Sünni müslüman bir insan, Türkiye'de yaşayan bir sünni müslüman insan, filanca partinin seçmeni bir insan, bir siyasi parti, filanca ülkenin bağlamında iş gören bir parti, filanca politik öncelikleri olan parti, vesaire vesaire olarak hareket eder. Ayrıca söz konusu aktörler bu medeniyet-altı-kimliklerin hiçbirini taşımayabilir de. Bu ihtimaller de Huntington'ın Uluslararası İlişkiler'ci kafasına girememiş. Gerçi Uİ bakış açısına insan'dan argümanlarla girişmek ne kadar doğru bilemiyorum. Alanın biraz dışında kalan bir birim oluyor insan. Huntington da en fazla Uİ'cilerin veli-nimet kategorisi olan ulus-devlete kadar iniyor zaten; insanı pek düşünmüyor. Çok uzun mevzu ama Onur Öymen'in meselesinde de bu devlet düzeyinde kalan, kafası daha aşağılara nüfuz edemeyen Uİ'ci habitus'ünün izleri görünüyor bana.)
Beni güvenilir bulmayacaklar için ödevimde başka eleştiriler de mevcut elbette. Örneğin Edward Said'in yanıtını dahil etmişim, ki klasiktir: medeniyetleri 'zarflanıp mühürlenmiş' etkileşimle değişemeyecek kadar 'bitmiş' bütünler olarak görmesini eleştirir. Huntington eski Soğuk Savaş yemeğini yeniden ısıtıp sofraya koyuyor, der: artık Komünist ajanlar, komplolar yoktur da, "özgürlükleri'miz'e kasteden Müslüman fanatikler" vardır. Rubenstein ve Cockner adında iki kişinin yazdığı bir makaleye de atıf yapmışım; bunlar da, Huntignton'ın yeni bişey buldum süsüyle ortaya saldığı teorinin, gözü güç peşinde koşmakla meşgûl, birbiriyle çatışma içindeki entitelerden başka bir şey görmeyen klasik realist bakış açısının ürünü olmaktan öte bir anlam ifade etmediğini söylüyorlar. Bununla birlikte, Huntington'ın teorisinde, oluşmuş, oturgun, yekpare yapılar olarak görülen "medeniyet"lerin güncel antropoloji çalışmalarındaki hâline dikkat çekiyorlar: medeniyetler öyle binyıllık yapılar filan değil, görece yeni olarak ortaya çıkmış inşalardır, diyorlar. Huntington'ın kafasına göre medeniyetler derlediği büyük gelenek-görenek sepetlerindeki malzemeyle, onun derlediklerinin tam aksi nitelikleri haiz başka medeniyetler inşa etmek gayet de mümkündür. Müslüman çoğunluğa sahip her ulus devletin ayrı bir İslam'ı vardır, bunların hepsinin bir blok oluşturduğunu söylemek mümkün değildir gibi eklemeleri de var. Bu iki esere ek olarak, NEDEN BÖYLE BİR ŞEY YAPMIŞSAM, Ronald Inglehart denen dingilin ampirik bir çalışmasına başvurmuşum. Yanına Pippa Norris denen pişekârını da alan bu iblisin "Dünya Değerler Araştırması" adında bir sihirli kutusu vardır. Bütün dünyada periyodik olarak tekrarlanan bu araştırma, toplumlar hakkında genel siyasal-kültürel yönelimleri haritalama iddiasındadır. Bizim siyaset bilimcilerimiz de buradan verileri eşşek yüküyle alıp alıp nafile yere birbiriyle çarpıştırmayı çok severler. İşte bu adamın, aynı veri çarpıştırma yöntemiyle Huntington'ın anlatısını yanlışladığı bir eseri kullanmışım. Adam (ve pişekârı Norris) kültürel farklılıkların doğrudan doğruya siyasal görüşlerdeki farkılıklara dönüşmediğini, örneğin Ortadoğu halkının nezdinde demokrasinin çok popüler bir fikir olduğunu söylüyor. (Senelerdir yediğin ekmek kursağında külçe olsun Inglehard!)
Yanisi şu ki kimse Huntington'ı sevmemiş. Bir benzeri görkemli teoriyle ortaya çıkıp herkesin antipatisini kazanan Fukuyama gibi bir duruma düşmüş (teorilerin arasındaki benzerlik yalnızca grandiyöz tavırlarında ve iddialılarındadır, içeriklerde değil). Ama Amerikan hükûmetinin politikalarıyla olan bağından ötürü Huntington'ın sivriliği daha kötü sonuçlar yarattı ve hâlâ da yaratma potansiyelini taşıyor. Onu kendi kendine türküler çığıran köyün delisi olarak değil, iblisin avukatı olarak görmemize neden oluyor bu durum. Teorisinin de tez vakitte ölmesini dilerim.
---
Yazının başlığı, Azeri kanallarından birinde Medeniyetler Çatışması tezinin tartışılacağı bir programın reklamından geliyor. Biliyorsunuz Türkiye Türkçesiyle büyümüş insanların büyük eğlencesidir Azerice. Ben de kendimi alamadım bu trendden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder