Eskiden insanlar yalnızca AKP'nin icraatlarını filan eleştirirken bahsedeceğim havalara bürünürlerdi. Normalde dinle diyanetle pek bir arada anılmayan kişiler ve "kesimler", dinden kaynaklanan söylemlerin adresi konumundaki AKP'ye eleştiri getirirken din-diyanet deplasmanına gider, örneğin "Müslüman çalmaz, Allah celle celaluhû ne diyor, bana bir tek kul hakkıyla gelme diyor, bunlar ne biçim müslüman?" filan derlerdi. Bu sorgulama mantığını benimsemeye aslında çok daha fazla sayıda insan teşneymiş. Son günlerde patlayan KPSS skandalları sonucu bunu anladım. Bir cemaatin merkezi bir sınavın sorularını ele geçirdiğiyle ilgili şaibeler ortaya çıkıyor, (cemaat kısmını bilmem de şaibe kısmı epey ikna edici), buna tepki koyanların hepsinin ağzında beddualar, lanetler, bunlar nasıl Müslümanlar'lar...
Bana tepeden tırnağa yanlış gelen bir sorgulama. Bir kere, biz, hepimiz, Allah'ın nizamına tabi değiliz. Eleştiriciler zaten kafadan değiller; eleştirilenler de güya o nizama tabi olma iddiasındalar. Dünya da o nizama göre dönmüyor. Yani eleştirilen eylemi seküler hukuki ve ahlâki normlara göre tanımlayıp, anlamdırıp -örneğin- "yolsuzluk" (AKP eleştirisi örneği) veya "hırsızlık" (KPSS örneği) olarak da kodlamak, söylemi oradan döndürmek varken, niçin buna "kul hakkı yemek" filan diyelim ki? Bir fail hırsızsa hırsızdır, yolsuzsa yolsuzdur; niye her ikisinde de onu SÜPER MÜMİNLİK MEGA MÜSLÜMANLIK'a atfen, ona kıyasla tartışmak durumunda olalım? Süper mümin olsa ne yazar, sahte müslüman olsa ne yazar?
Siyasetten gelen örnekte, soruların yanıt belki söylemin sekülerleştirilince, hukukileştirilince "gitmemesi" olabilir. Çünkü AHLAK ŞURASI toplayıp sonuç bildirgesine "ahlakı dinden ayırmak mümkün olmadığına göre..." yazan insanların titrinin profesör olabildiği bir ülkede yaşıyoruz. (Bu şuranın bildirisini ararken karşıma çıkan benzeri pseudo-akademik gerizekâlılıklar yüzünden kendimi jiletleyecek noktaya geldim.) Bu şartlar altında söylemin peynir-ekmek gibi gitmesi için böyle bir maneviyat ayarı çekiliyor denebilir, ama ama'sı var işte. Siyasi başarı için bir söylemcinin kendine bu kadar uzak bir deplasmana gitmesi, çalışmadığı, işlemediği, kayda değmediği ayan beyan ortada olan böyle bir söyleme teslim bayrağı çekmesi bence kötü bir şey. Sırf önemli gördüğüm "dilde, fikirde, işte kendiliğindenlik" ilkesine karşılıktan ötürü bile böyle bir seçenek şahsen benim için kaçınılası olurdu.
KPSS örneğini düşününce ortaya alternatif bir yanıt daha çıkıyor. Facebook'ta veya Memurla.net'te kendi kendine ilenen insanların siyasetçi olmadıkları, bir siyasi söylem kurmaya çalışmadıkları çok açık. Burada din-diyanet söylemine teslimiyet (veya tevessül diyelim, çünkü böyle ilenenlerin bir kısmı gerçekten de din söyleminin içinde yaşıyan ve fakat cemaatle bağlantısız kimseler olabilir), seküler-hukuki söylemin sadece söylemde kalması, bu insanları koruyamaması yüzünden meydana geliyor. Karşılarında böyle bir haksız durum duruyorken ve ellerinde hukuki bir araç pratikte pek bulunmuyorken, insanların bu dünyadan cayıp hukuklarını ötekine cirolamaları beklenebilecek bir şey. Dilekçeler, Danıştaylar, kanun maddeleri, iptal istemleri, Bakanlıklar, yürütmeyi durdurmalar vesairelerin arasında kaybolunsa dahi ortaya bir şey çıkmayacak. Maykıl Ceksın olsalardı belki "Ma'in Lu'er yaşasaydı KPSS'yi iptal ettirirdi" diyebilirlerdi, fakat bu alanda verilmiş ve somut sonuçlar hasıl etmiş bir hukuki mücadele örneği bulunmuyor. (Gerçi ben "Sesimizi duyuralım, basına haber verelim, bu işi takip edelim, gösteri düzenleyelim" gibi söz konusu örnekleri kurma çabalarını da gördüm ama ilk elde çoğunluğun tercihi "deplase olmak" oluyor. Sivil toplum iyi hoş ama o da öldürücü şekilde dolaylı.) Dolayısıyla gelsin kul hakkı söylemi. Bu somut hukuki sonuç elde etme çabalarına göre dolaylı bile değil ama benim anlayamadığım bir şekilde mağdurun o gadrin ağırlığını azaltmasına yardımcı oluyor. Ruhsuz dünyanın ruhu işte.
---
Bir de bu yazı süresince aklıma gelen birkaç alakasız şeyi buraya not edeyim:
1. Tayyip Erdoğan'ın Ermeni Soykırımı'nın olmadığını "müslüman soykırım yapmaz" diye kanıtlayıp geçmesi! Dünyada "iş gören", dünyada eyleyen ve bunları da --eğer herhangi bir düşünce doğrultusunda yapıyorsa-- bu dünyanın koşullarında şekillenmiş bir düşünce doğrultusunda yapan insanları "kendi sahasına" aldırması. (Din-diyanet Tayyip Erdoğan'ın sahası değil ki itirazı kabulüm olmakla birlikte bu konuda bir şey demeyeceğim.)
2. Tayyip Erdoğan'ın İsrail'i eleştirirken Yahudi şeriatı deplasmanına gidip "Yu şel nat kil" demesi. Yine dünyada olup biteni başka nizamlarla tartıp biçme umutsuz-çabası. İsrail askeri de öldürme-öldürmeme kararını verecekken dönüp "Öldür mü diyor, öldürme mi diyor" diye on emre bakıyordu zaten.
3. Eşcinsellik konusundaki süperliklerinden hatırladığımız Taraf yazarı Hilal Kaplan: "Kürt meselesi oldukça hassas bir mesele. Çok canlar yandı. Bu mesele üzerine düşünürken aklımdan çıkarmadığım bir ayet-i kerime var: "Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez." Bence bu ayet, Kürt olsun ya da olmasın tüm ülke Müslümanlarının feyz alması ve öfke, intikam, gurur gibi nefsî duygularla baş ederken her dâim hatırlaması gereken bir ortak zemin sağlayabilir. Bu ayet-i kerimeyi her tür eylemliliğimizde baş köşede ağırlamamız gerekiyor diye inanıyorum." Burada bir deplasman söz konusu değil elbette. Aksine, Hilal Kaplan 100 bin kişilik yeni stadının açılış maçına hepimizi davet ediyor. Koca Kürt sorununu, barışın diye buyuran bir ayeti eylemliliklerde baş köşede ağırlayarak çözecekmişiz. Yazı boyunca bahsettiğim sığlığın dip noktası. Bu "ayet-i kerime" ortalarda olduğu bin küsür yıl boyunca bir tek toplumsal krizi çözmüş, veya bir tek siyasi aktörün eylemliliklerinde baş köşede ağırlanmış mıdır acaba?
2 yorum:
Okudugum en keyifli yazilarindandi.
(Ulan hic de boyle yorum yazip birakan birisi degilim, baski altinda hissettim kendimi. Bir paragraf daha ekleyeyim desem aklima da gelmedi lan bir sey. Neyse galiba yeterince uzun oldu simdi.)
Kasılmasana yahu :)
Yorum Gönder