30 Aralık 2009

Vatandaş kavramı üzerine çeşitlemeler

Şu "halk sahillere hücum etti, vatandaş denize giremiyor" meselesi malûm. Tek parti döneminin (1923-45) seçkinci kafasını yansıtır. Klişedir. Her bir kelimesinin, her bir harfinin posası çıkmış durumdadır. Ama siyasi arenada bir söylem direği olarak hala (sene olmuş 2010) bir geçer akçe halindedir filan. Bu sözdeki "vatandaş", bir süredir epey ilgimi çekiyor; bu yazıda da bu konuyla ilgili gelecekte yürütülebilecek ciddi bir çalışma için bazı notlar niteliğinde bir şeyler olacak.

İlk dönemlerin vatandaş'ı, yalnızca siyasi elite mensup olanlara has bir statüyü ifade eder şekilde kullanılıyor. Bunu tespit etmeyi bile zûl addediyorum yukarıdaki klişelik durumundan ötürü. Bunu belki bir başlangıç noktası olarak alabiliriz. İkinci uğrak, "Vatandaş, Türkçe konuş!". Bu kampanyanın özel olarak 1950'lere denk gelmesi anlamlandırılabilir mi? Belki de Demokrat Parti'nin tam olarak devletin sahibi olmayıp devlet makamında kiracı olarak oturduğu zamanlarda ev sahibine karşı dayandığı noktanın bu sözdeki "vatandaş"lardan oluşan şekliyle "millet" olduğu söylenebilir. DP de onlara dönüp diyor ki: Türkçe konuşunca direkt siyasi seçkinlere mensup olmayacaksın; fakat yine de o seçkinlerle aynı hiyerarşiyi paylaşan (dikkat: o hiyerarşide onlarla aynı noktayı paylaşan değil!) biri olabilirsin. Buradaki vatandaş artık bir nebze de olsa siyasi seçkinlerden daha kapsamlı bir topluluğu ifade etmeye başlamış.
Bu vatandaş'a seçkinlerden gelen bir yanıt, 12 Mart dönemindeki "muhbir vatandaş". Devletin ev sahipleriyle kiracılarının, ihtilafları ne kadar kapsamlı olursa olsun, komünizm karşısında kurdukları ittifakın bir ifadesi. Bu övgü sözüyle, ittifaka eklemlenen "millet" mensuplarının ağzına da bir parmak bal çalıyorlar. O vatandaş'ın o hiyerarşideki yeri sağlamlaşıyor. Bu son iki durakta ispiyon ve azınlıkları tedhiş gibi pis işlerin vatandaş'a havale edilmesi de ilgi çekici.
Devletin kendisinden birazcık uzakta ama kontrol altında konumlandırageldiği vatandaş, bir noktada kimliği belirsiz kişilerce kaçırılıyor. Vatandaş'ın devletin elinden alınması sanırım 1980'lerin sonlarında doğru bir noktaya tekabül ediyor. ANAP'ın ne mal olduğunun ortaya çıkması, bitmek bilmeyen ekonomik sorunlar, idarenin yozlaşması... Bütün bunlara karşı bir tutunacak dal olarak, sivil dayanışmayı vurgulayan bir vatandaşlık algısı var. Kime ne kadar kayda değer gelir bilemeyeceğim ama aklıma hemen Bizimkiler dizisindeki Katil Yavuz tiplemesi geliyor. Gıcık yönetici tiplemesine, Halil Pazarlama sahtekârlığına, hatta yer yer Kapıcı Cafer'in kurnazlığına karşı, vatandaşın hakkını gözeten bir tip. Aykut Oray'ın canlandırdığı bu tipleme, hem de ülkedeki tek televizyon kanalı olan TRT'de, yani devletin kucağında, bu değişik vatandaşlık söylemini üretiyordu; ki daha sonradan, Gözcü gazetesi reklamlarına da taşmıştır: "Vatandaşa cart-curt yok!"
Bu vatandaşın 1990'lara taşmış bir biçimi de, Ahmet Vardar'da bulunuyor. Kendi bilgisayarımdan uzakta olduğumdan görsel destek sağlayamıyorum; ama kendisinin 92-93'lerden itibaren köşe yazılarında neredeyse aynı söylemi ürettiğini görüyoruz. Katil'de televizyon ekranında donuk bir görüntü düzeyinde kalan bu hak koruyucu tipleme, Ahmet Vardar'ın gazete köşesinde, somut ve etkileşimli bir şikâyet merciine dönüşmüş durumda. Vatandaş'ın hakkını yiyen, işini yapmayan kurumlara, memurlara, son derece de eğlenceli bir üslupla, "Gelirsem oraya sizi kulaklarınızdan tavana asarım" filan diye hesap soruyor. Ahmet Vardar'ın kendi televizyon programı, Fatma Girik'in Söz Fato'da'sı ve Uğur Dündar'ın vatandaşa kazık atan pastanecileri rezil ettiği Arena'sıyla bu çizgi günümüze kadar ulaşıyor.
2000'li yıllar bu sivilleşme çizgisini nereden alıp nereye götürüyor, o da önemli bir soru. Bu dönemde ivme kazanan AB'ye katılım süreciyle birlikte, çok daha kurumsal bir sivil toplum söylemi ülkeye giriş yapıyor. Bu süreçle birlikte ortaya çıkan ve sürekli gelişen sistemli bir aktivizm geleneği var iyi kötü. Helsinki Yurttaşlar Derneği gibi doğrudan bu vatandaşa atıfta bulunan örgütler, eşit vatandaşlık'ın Kürt siyasetinin bir kısmının üzerine söylem bina ettiği bir temel olması... Burası oldukça karmaşıklaşıyor. Çeşitlenme anlamında karmaşıklıktan bahsediyorum, yoksa bu örgütlenmelerin hiçbir biçimiyle bir sorunum yok elbette.

İşte vatandaş konusunda böyle böyle uğrakları olduğu savunulabilecek bir sivilleşme süreci var bana göre: Başlangıçta devletin otoriter bir çerçevede "elinin altında" bulundurduğu, gerektiğinde kullandığı minik bir aktörden ibaret iken, vatandaş giderek devletin dışındaki konumunu devletin karşısına doğru alıyor. Günümüzde başlangıçtaki durumu absürd sayıyoruz; çünkü vatandaşın böyle bir sürecin ardından sivilleştiği bir ortamda yaşıyoruz. Vatandaş dendiğinde aklımıza bir dayanışmacı yol arkadaşı, haklarımızın-özgürlüklerimizin dolu olduğu hukuki bir torba filan geliyor ama gerektiğinde Rum komşusuna saldıracak bir "örgüt mensubu" gelmiyor. Daha iyi bir vatandaşlık yaşıyoruz diyebiliriz genel olarak. Bu kavrayışın tam olarak hissedilebilmesi için, hem baştaki konum, hem sürecin kırılma noktaları, hem de son durum net şekilde ortaya konulmalı bu hayali çalışmada.

25 Aralık 2009

Bir intihal tipolojisi

Bir süredir Sabancı Üniversitesi'nde çalışan tarihçi Y. Hakan Erdem'in Tarih-Lenk: Kusursuz Yazarlar, Kâğıttan Metinler (Doğan Kitap, 2008) adlı kitabıyla meşgûldüm. Daha çok romanlarıyla tanınan yazar bu incelemesinde, anlı şanlı tarihçilerin eserlerinde yaptıkları fahiş hataların ve giriştikleri cinliklerin bir çetelesini tutuyor. Eski yazı metinleri yanlış okuyarak çamlar devirenleri mi istersiniz, dilini sadeleştirme bahanesiyle kırpıp yıldız yapanları mı istersiniz; öğrencisi yerindeki adamdan çalan, çırpan hocasını mı ararsınız, hatta düzmece kaynaklar yaratanlara mı bakarsınız, maşallah hepsi var. (Hani itin götüne de sokulmuşlar haklı olarak ama özellikle mim koyup şu andaki durumlarına baktığım kişilerin hemen hiçbirisi, kitabın yayımının ardından statüsünden olmamış. Normalde insan içine çıkamayacak duruma gelmeleri gerekir.)
Kitabın özel olarak intihalleri ele alan bölümünün girişinde, yazar "ülkemiz düşün hayatında tercih edilen" intihal tekniklerinin bir tipolojisini sunmuş; çok da hoş bir üslupla. Ne kadar fazla sayıda kişi farkında olursa o kadar hayırlı olacak bu listeyi buraya koymak istedim. Liste, 235. ile 237. sayfaları arasında uzanıyor; kitabın tamamını da naçizane tavsiye ederim elbette:
1. Başkasının yazdıklarını referans vermeden kelime kelime aynen almak. Kolay. Kaynağınızı açın, oradan baka baka yazın. Aman dikkat edin, virgül bile atlamayın. Adamın orijinal dil yanlışlarım bile alın. Bir tür kopya çekmek veya istinsah etmek gibi bir şey. Basil ama akıllıca bir yöntemdir. Tabii, yakalanmazsanız. Buna "kürekle çalma" diyelim.

2. Bir kaynakta yazılanı cümle cümle, hatta paragraf paragraf aynen almak, "tırnak" içine koymamak fakat bir dipnotla durumu geçiştirmeye çalışmak. Anlamı şudur; "bilgiyi şu referans verdiğim yerden aldım, buyurun gidin kontrol edin, ama kelimeler kavramlar benimdir." Kaynağını açıkladığı için kibarca, her an o kaynağa gidilme kapısı açık olduğu için de cesurca bir girişimdir, enselenme olasılığı az da olsa vardır. Buna "Arşen Lüpen" yöntemi diyelim. İlginç olan bunun ülkemizde pek intihalden sayılmamasıdır!

3. Başkasının yazdığını alırken özetlemek, kelimelerini değiştirmek, eşanlamlı veya biraz değişik fakat kendi kelimelerinizi kullanarak yazmak ve hiç referans vermemek. Bunun anlamı, "Burada ne görüyorsanız ya İstanbul’un fetih tarihi kadar ortak bilgidir, referansa gerek yok, ya da benim mamulâtımdır" demek olur. Tabii ki "paraphrase" etme hakkımız var. Ama anlamca alıp, içindeki bilgiyi alıp sahibine referans vermemek olmaz. Dil kullanım yetenekleri gelişmiş ustaların tercih ettiği bir yöntemdir. Ara ki orijinal kaynağı bulasın. Buna "Sülün Osman" veya "söğüş" yöntemi diyelim.

4. Birden fazla kaynağı harfiyen veya özetleme yoluyla tırtıklamak, bunları "tırnak" içine koymamak veya gereği gibi referanslandırmamak, fakat paragrafın en sonundaki cümleye en son kullandığınız kaynağı işaret eder bir dipnot düşmek. Okuyanlar, paragraftaki bütün bilginin o tek kaynaktan geldiğini ve "düzgünce" referans verildiğini sanacaktır. Masumane görüntüsüne karşı ustacadır. "Bir koy üç al" yöntemi diyelim.

5. Metni veya içindeki bilgiyi birinden alıp referansı "filandan aktaran" demeksizin başka bir yazara bilim adamına vermek. Tuhaftır. "Niye ki?" denebilir. Ama var böyle bir şey. İki ayrı nedenden kaynaklanıyor olabilir. O "filan" kaynağı zaten cıcığını çıkarıncaya kadar kullanmışsınızdır, birkaç kez onu aradan çıkarıp başka kaynaklan zikretmek fena bir fikir gibi gelmez size. Daha çok sayıda kaynağı görmüş gibi yapmak, şahsen görmediğiniz kaynaklan ekleyerek kaynak zenginleştirmek istersiniz, bu çocukçadır. Hevesli öğrencilerin yaptığı çok olur. Asıl sömürülen kaynağın gereğinden çok dikkat çekmesini önlemek, şaşırtmaca vermek de bir çıkış noktasıdır. Bu usta işidir. Burada bununla ilgileneceğiz. "Perdeleme" diyelim.

6. Bilgiyi veya veriyi birincil kaynaklardan edinmiş gibi yapıp, bunları ilk kez araştıran, bulan ve kullananı saklamak, zikretmemek, hiç referans vermemek. Kolaydır. Arşivlerin abidik gubidik kısaltmalarına doğrudan gönderme yapılmasından ibarettir. "Niye ki" dedirtmeyecek kadar yararlıdır. Tarih gibi birincil malzemenin değil kullanılmasına "keşfine" bile prim veren bir disiplinde "hava basmanıza" yarar. Yukarıdaki 5 numaraya yöntem açısından benzer, ama derece açısından kabil-i kıyas değildir. Orada nihayetinde Ali'nin külahını Veliye giydiriyorsunuz, burada külahı kafanıza geçirmek ne kelime, "kumaşını ben dokudum" diyorsunuz, "ilk günah" yöntemi diyelim.

7. Başkasının asil metnini parçalamak, cümlelerin, paragrafların yerini değiştirmek, aralara kendi sözcüklerinizi, cümlelerinizi, paragraflarınızı kullanarak kendi orijinal araştırmanızdan parçalar serpiştirmek ve tabii ki referans vermemek. Meşru ile nameşru, siyah ile beyaz aynı anda, aynı yerde, yan yana, koyun koyuna birlikle bulunduğu için buna da Ying Yang" yöntemi diyelim. Yurtdışında "mozaik" dedikleri tür budur işte. Üstatlık ister.

8. Yazdığınızı söylediğiniz metni sizin adınıza başkası yazıyor. Metin kısmen veya tamamen bir başkasının. Birinci yönteme benziyor gibi ama burada "asıl yazar"ın şu veya bu nedenle sizinle işbirliği yapması, durumdan haberdar olması epey bir farklılık yaratıyor. Daha çok tembel öğrenci işidir. Ülkemizde ve dünyada epeyce bir piyasası vardır. "İhale" yöntemi diyelim. Üstelik de unutmayalım ki bu yöntem diğerleriyle çakışabilir veya iç içe geçebilir de. Metin sizin olmadığı gibi sizin için hazırlayanın da olmayabilir. Siz birilerini kandırmaya soyunmuşken başkası sizi niçin avlamasın?

9. Bir de yukarıdakilerin hiçbirine benzemeyen bir intihal (!) çeşidi daha var. Oldukça karmaşık bir süreç. Önce asıl metni muhayyilenizde yaratıyorsunuz sonra tırnak işaretleri içinde veriyorsunuz ve tabii ki referansınız yok! Aslında kendinizden çalıyorsunuz, olmayan karakterlere atfediyorsunuz. Buna da "Thucydides yöntemi" diyelim. Zararsızdır.
Umarım birilerine bir yardımı dokunur. Umarım zalım Tarih-Lenk'lerin aymazlıkları da Hakan Erdem'in usancını taşırmaz da böyle güzel katkılarından mahrum kalmayız ileride.

18 Aralık 2009

Medeniyyetler tokuşmaya mecburdur mu?

(Bu ufak yazıyı Samuel Huntington öldüğünde yazmıştım. Konu ve malzeme değil de zaman bulamadığımdan, diğer birkaç postun tamamlanması işini yine erteliyorum ve yine blog işlesin esnaflığı yaparak bunu buraya koyuyorum.)(Birkaç gün sonra da Program Notları'ndaki en güzel yazılar derlemesi yapacağım.)

Huntington'ı hepimiz Medeniyetler Çatışması teziyle hatırlıyoruz. Bu teoriyi önce bir makaleyle (Foreign Policy dergisinde 1993'te çıktı), ardından da makaleden hareketle yazdığı bir kitapla (1996) siyaset bilimi kamuoyuna sundu; daha büyük ölçekli bir şöhreti ise 11 Eylül saldırılarının ardından Ortadoğu'ya yapılan saldırılarla, işgallerle buldu. Çıkmasından itibaren ayarlarla yanıtlanmış olsa da, bu teori hâlâ standart Karşılaştırmalı Siyaset literatürünün demirbaş okumalarından biridir. Benim de karşıma birden fazla sefer çıktı. Karşılaştırmalı siyasetle çok fazla ilgilenmemiş olduğumdan her zaman aklımda olan bir teori değil bu; adam ölmüş olmasa Huntington ismi de muhtemelen bana öncelikli olarak bu kelimeyi 'Hattinktın' biçiminde telaffuz eden bir hocamızı hatırlatırdı. Fakat şansına, dolapları karıştırırken bir buçuk-iki sene önce yazdığım bir ödevi buldum. Olayın 'kabasını almayı' ve muarızlarından birkaç kuple sunmayı hedeflediğim bu ödevde aşağı yukarı şöyle demişim:

Ana argüman, Soğuk Savaş'ın bitmesiyle insanlığın girdiği yeni evrede, büyük çatışmaların ideolojik değil, kültürel farklardan çıkacağı yönünde. 'Medeniyet'i, en geniş kapsamlı kültürel kategori olarak kavramsallaştırıyor; yani bir kültürel varlık ya da topluluktan daha geniş kapsamlı, onu da kapsayacak bir üst kademede konumlanmış başka bir varlık bulamadığımızda, Huntington'a göte elimizde bir 'medeniyet' bulunuyor. Bunlardan dünya üzerinde "yedi ya da sekiz" (ki bu küsüratlı söyleyişle ne kadar dalga geçildiğine inanamazsınız) tane olduğunu söylese de, esas cıngarı çıkaracak olan ikiliyi Batı medeniyeti ve İslam medeniyeti olarak tespit ediyor; diğerlerinin arasında çıkacak çatışmalar hakkında fazla kendini yormuyor. Cıngarı da kaçınılmaz olarak görüyor: çünkü farklılıklar çok temel kabullerde; ve küreselleşmeyle arttığı ve daha da artacağı söylenen medeniyetlerarası diyalogla filan hafifletilemeyecek kadar köklü. Ayrıca, ekonomik modernleşme düzeylerindeki farklılıklar gibi çok sayıda başka değişken de bu iki medeniyeti çatışmaya doğru itiyor: yerel ulus-devlet kimlikleri aşındırılıyor; aynı medeniyeti paylaşan, birbirine yakın ülkelerin ekonomik işbirliği daha iyi çalışıyor ve bu ortakların arasında 'medeniyet bilinci' oluşuyor vesaire. Bütün bu nedenler, hem makro düzeyde, yani ayrı medeniyet arasında ve medeniyetleri temsil eden uluslar arasında; hem de mikro düzeyde, yani değişik medeniyetlerin birbiriyle buluştuğu sınır boylarında çatışmayı kaçınılmaz kılıyor. (Bu ülkelerin şimdi unuttuğum özel bir adı vardı Huntingon'ın terminolojisinde ve Türkiye de bunlardan biriydi.)

Ben ödevi yazdığımda ilk elde, insanlık tarihinin önceki evrelerinden tamamen farklı, yeni bir evre fikrini pek ikna edici bulmamışım. Diğer çatışma kaynaklarının Soğuk Savaş sonrasında tamamen yok olması ve sahneyi tamamen kültürel farklılıklara bırakması fikrini beğenmemişim. Özellikle ekonomi, demişim, önemini her çağda korumuştur ve koruyacaktır. Ekmeğe bakar iş. Ne hazindir ekonomiden anlayacak formasyon verilmemiş olmak ve böyle anlarda kastedileni "specify" edemeyip en genel düzeyden ahkâmda bulunmak... Ehm, neyse! Ayrıca bu fikirlerle bağlantılı olarak demişim ki: madem kültürel farklılıklar bu kadar temeldi, bu kadar önemliydi, köklüydü, belirleyiciydi, susturulamazdı, önlenemezdi, hafifsenemezdi, neden Soğuk Savaş'ın bitmesiyle başladığını söylediği bu yeni evreden önce ideolojilerin, ekonomik sorun kaynaklarının gerisinde kaldı? En temel çatışma kaynağı olmak için neden Soğuk Savaş'ın bitmesini bekledi? Üçüncü olarak da, 'farklılık'tan 'çatışma'ya geçişi çok mekanik bulmuşum. Kendisi, birbirine çok ters gelen medeniyetler arasında çatışmadan başka hiçbir seçeneğin mümkün olabileceğini düşünmüyor. Bizim başbakanın da içinde olduğu bir grup insanın medeniyetlerin kavuşması, bir arada yaşaması, kaynaşması, kucaklaşması, uslu uslu oturması gibi seçenekleri, kendi argümanına laf olsun diye koyduğu uyduruk 'reservation'ları bir kenara bırakacak olursak, kendisince makul bulmuyor. Çatışma kaçınılmaz son. Ama öte yandan da, aynı makalenin içinde iş Batı medeniyetlerine pratik-politik tavsiyelerde bulunmaya geldiğinde, "görece yakın kültürlere" mensup ülkeleri kendi yanına çekmeye çalışmaları gerektiğinden bahsediyor. Özetle Huntington'ın bu son konudaki bulanıklığı; kültürel farklılıkların belirleyici olduğu konusundaki görüşü ve insanlık tarihini evreleme mantığı bana tatmin edici gelmemiş. (Şimdi dönüp bakınca bana 'medeniyet'in kavramsallaştırılmasını da dert edinebilirmişim gibi geldi. ODEB (Ortak değerlerin en büyüğü!) yaklaşımı çok saçma. Oraya gelene kadar siyasi aktörleri, insanları etkileyen kaç değişik aidiyet var soğanın zarları gibi. Bir aktör, örneğin bir insan, en tepe kategori olan Büyük İslam Medeniyeti'nin bir kulu ve elçisi olarak hareket etmez: bir insan, zengin bir insan, demokrat bir insan, Sünni müslüman bir insan, Türkiye'de yaşayan bir sünni müslüman insan, filanca partinin seçmeni bir insan, bir siyasi parti, filanca ülkenin bağlamında iş gören bir parti, filanca politik öncelikleri olan parti, vesaire vesaire olarak hareket eder. Ayrıca söz konusu aktörler bu medeniyet-altı-kimliklerin hiçbirini taşımayabilir de. Bu ihtimaller de Huntington'ın Uluslararası İlişkiler'ci kafasına girememiş. Gerçi Uİ bakış açısına insan'dan argümanlarla girişmek ne kadar doğru bilemiyorum. Alanın biraz dışında kalan bir birim oluyor insan. Huntington da en fazla Uİ'cilerin veli-nimet kategorisi olan ulus-devlete kadar iniyor zaten; insanı pek düşünmüyor. Çok uzun mevzu ama Onur Öymen'in meselesinde de bu devlet düzeyinde kalan, kafası daha aşağılara nüfuz edemeyen Uİ'ci habitus'ünün izleri görünüyor bana.)

Beni güvenilir bulmayacaklar için ödevimde başka eleştiriler de mevcut elbette. Örneğin Edward Said'in yanıtını dahil etmişim, ki klasiktir: medeniyetleri 'zarflanıp mühürlenmiş' etkileşimle değişemeyecek kadar 'bitmiş' bütünler olarak görmesini eleştirir. Huntington eski Soğuk Savaş yemeğini yeniden ısıtıp sofraya koyuyor, der: artık Komünist ajanlar, komplolar yoktur da, "özgürlükleri'miz'e kasteden Müslüman fanatikler" vardır. Rubenstein ve Cockner adında iki kişinin yazdığı bir makaleye de atıf yapmışım; bunlar da, Huntignton'ın yeni bişey buldum süsüyle ortaya saldığı teorinin, gözü güç peşinde koşmakla meşgûl, birbiriyle çatışma içindeki entitelerden başka bir şey görmeyen klasik realist bakış açısının ürünü olmaktan öte bir anlam ifade etmediğini söylüyorlar. Bununla birlikte, Huntington'ın teorisinde, oluşmuş, oturgun, yekpare yapılar olarak görülen "medeniyet"lerin güncel antropoloji çalışmalarındaki hâline dikkat çekiyorlar: medeniyetler öyle binyıllık yapılar filan değil, görece yeni olarak ortaya çıkmış inşalardır, diyorlar. Huntington'ın kafasına göre medeniyetler derlediği büyük gelenek-görenek sepetlerindeki malzemeyle, onun derlediklerinin tam aksi nitelikleri haiz başka medeniyetler inşa etmek gayet de mümkündür. Müslüman çoğunluğa sahip her ulus devletin ayrı bir İslam'ı vardır, bunların hepsinin bir blok oluşturduğunu söylemek mümkün değildir gibi eklemeleri de var. Bu iki esere ek olarak, NEDEN BÖYLE BİR ŞEY YAPMIŞSAM, Ronald Inglehart denen dingilin ampirik bir çalışmasına başvurmuşum. Yanına Pippa Norris denen pişekârını da alan bu iblisin "Dünya Değerler Araştırması" adında bir sihirli kutusu vardır. Bütün dünyada periyodik olarak tekrarlanan bu araştırma, toplumlar hakkında genel siyasal-kültürel yönelimleri haritalama iddiasındadır. Bizim siyaset bilimcilerimiz de buradan verileri eşşek yüküyle alıp alıp nafile yere birbiriyle çarpıştırmayı çok severler. İşte bu adamın, aynı veri çarpıştırma yöntemiyle Huntington'ın anlatısını yanlışladığı bir eseri kullanmışım. Adam (ve pişekârı Norris) kültürel farklılıkların doğrudan doğruya siyasal görüşlerdeki farkılıklara dönüşmediğini, örneğin Ortadoğu halkının nezdinde demokrasinin çok popüler bir fikir olduğunu söylüyor. (Senelerdir yediğin ekmek kursağında külçe olsun Inglehard!)

Yanisi şu ki kimse Huntington'ı sevmemiş. Bir benzeri görkemli teoriyle ortaya çıkıp herkesin antipatisini kazanan Fukuyama gibi bir duruma düşmüş (teorilerin arasındaki benzerlik yalnızca grandiyöz tavırlarında ve iddialılarındadır, içeriklerde değil). Ama Amerikan hükûmetinin politikalarıyla olan bağından ötürü Huntington'ın sivriliği daha kötü sonuçlar yarattı ve hâlâ da yaratma potansiyelini taşıyor. Onu kendi kendine türküler çığıran köyün delisi olarak değil, iblisin avukatı olarak görmemize neden oluyor bu durum. Teorisinin de tez vakitte ölmesini dilerim.

---
Yazının başlığı, Azeri kanallarından birinde Medeniyetler Çatışması tezinin tartışılacağı bir programın reklamından geliyor. Biliyorsunuz Türkiye Türkçesiyle büyümüş insanların büyük eğlencesidir Azerice. Ben de kendimi alamadım bu trendden.

11 Aralık 2009

"Tender, consoling certainty"

Bir güzel tabir: "Tender, consoling certainty" diyor Michel Foucault. Yani ingilizceye böyle çevrilmiş dediği. Kendi eserinin, insanların tekerine çomak soktuğundan, eski kesinliğin tatlı, rahatlatıcı havasını ortadan kaldırdığından bahisle bunu kullanıyor, ki pek doğrudur. Foucault zaten böyle darb-ı meselleriyle bilinse yeridir; biz, birkaç sayfalık ortalama bir Foucault metninin ingilizce çevirisinden bile onlarca indie müzik grubu adı çıkabileceğini tespit etmiştik: Consoling certainty, obscure fragments, technologies of control, historical ahistoricity, endless murmurs of past discourses falan diye gittikçe gider (Örnekler kötü oldu, şu anda hatırlayamadığım bir dolu örnek vardı. Belki ilerde bunlar bir şekilde derlenebilir.)

Tabir, L'Archéologie du savoir (Bilginin Arkeolojisi) kitabının sonunda geçiyor. O bölümün tamamını, hayali bir eleştirmeniyle röportaj formatında kaleme almış. Aynı ifade, "Politics and the study of discourse" adlı makalesinde de geçiyor. Bu makale kitabın son bölümüne hayli benziyor, hatta sanırım onun biraz düzenlenmiş hali. Yine soru-cevap ekseninde yazılmış bir makale ama sorulan soru biraz farklı. Böyle böyle diyorsunuz, eleştirel perdeden önünüze gelen verili gerçek pozörünü şakkadanak yıkıyorsunuz amma, böyle yaparak arada ilerici bir siyaset olasılığını da tümden ortadan kaldırmış olmuyor musunuz? diye soruluyor bu sefer. Soruyu biraz rafine ettikten sonra ayar faslına geçiyor. Anlatıyor da anlatıyor bu sorgulayıcılığıyla neden ilerici siyasetin temellerini ortadan kaldırmak şöyle dursun, ona dadanmış sarmaşıkları keserek ilerici siyasete taze bir nefes üflemiş sayılması gerektiğini.

Aslında eserinden önceki kesinlik halinin pışpışlayıcı ikliminden insanları çıkarmak paydasında düşünecek olursak, Foucault ne ilktir, ne de istisnadır. Bahsettiği türden bir eleştirellik ve onun mahsulü olarak verili olanın aslında hep orada öylece durmamış olduğunu ortaya serme işi, birazcık kayda değer olan -ve belki de Hegelyen olmayan- her düşünürün alamet-i farikasıdır zaten. (En azından herkes, karmaşıklığın giderek arttığını bilir; daha kesin bir durumun hemen hemen her zaman daha eskide yer alan bir durum olduğunun bilincindedir. Tam aksi çağrışımlarına rağmen muhafazakârlık "bile" -eleştirelliğin aksine eski kesinlik halini özlemle anmakla beraber- eskiden daha az kesin ve daha az teselli edici bir evrede bulunduğumuzun bilincinde olur aşağı yukarı; bu ayrılıktan beslenir ve kendisi de bir yandan bulanıklaşmayı artırır.) Foucault'nun yeri hep ayrı, onu inkâr etmeyeceğim. Ama sonuçta bir ekibin içinde duruyor, onu diyorum. Kayda değer dediğimiz düşünürlerin hemen hepsini kapsayan çok büyük bir ekip: Eleştirellik idman yurdunun oyuncularından birisi. Hepsi 'tender, consoling certainty'nin karşısına konumlanıyor.

Bunları yazarak kesinliğin bir daha geri gelmemek üzere gittiğini mi ima ediyorum? Böyle bir eşik aşıldı mı, aşılmadı mı, onu söylemek çok zor. (O söylenebilirse zaten kesinlik aşılmamış oluyor bir yerde.) Pek altından kalkılabilecek bir tartışma değil. Eskinin daha kesin halini de ne olumluyorum, ne kurtulunmuş bir kısıtlama olarak görüyorum. Ben yalnızca sözün güzelliğine tav oldum. Okuyunca zihine birilerinin bir el verdiği ve onu bir yerden bir yere getirdiği deneyimlerden biriydi. Siz onu bir de tırnakla kardeşlerinden ayrılmış üç kelime halinde değil de, makalenin içinde, hatta Foucault'nun hayali eleştirmene verdiği ayarının tepe noktasına çok yakın konumdaki cümlesinin kilit taşı olarak okuyun; aynı tadı alacaksınız eminim. Ancak böyle ifade edilebilir. Bir ifade ancak bu kadar tetikleyici olabilir.

08 Aralık 2009

Wiener Riesenrad İzlenimleri


Yukarıdaki fotoğrafta, Viyana'nın meşhur (olduğu söylenen) dönmedolabı Wiener Riesenrad'ı görüyoruz. 1897 senesinde, bizim birinci Dünya Savaşı'ndan müttefik olan Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph'in tahta geçişinin 50. yılı vesilesiyle yapılmış. Bir iki hafta arayla iki türdeş kitapta kendisine rastlayınca nedir ne değildir diye bir bakayım dedim.

Bu iki kitap, Mustafa Sait Bey'in Avrupa Seyahatnamesi (1898) (YKY, 2004) ile, Şehzade Ali Vasıb Efendi tarafından kaleme alınmış olan Bir Şehzadenin Hâtırâtı: Vatan ve Menfâda Gördüklerim ve İşittiklerim (YKY, 2004). Dönmedolabı 1898 yılında görmüş olan Mustafa Sait Bey, şöyle tarif ediyor:
"Badehu Mazhar Beyefendi'nin delaleti ile Viyana'nın mahut tekerleğini döndüren makineler dairesini dolaştık ki bu daire serginin yanıbaşında olup yalnız bir makinist binlerce makineyi tedvir etmekte ve koskoca bir tekerleği döndürerek vagonlar dolusu ahaliyi yüz metre irtifaa kadar çıkarıp kuşbakışı koca Viyana'yı temaşa ettirmekte idi. Bayram günleri Fatih Cami-i Şerifi avlusunda çocuklara mahsus olmak üzere kurulan dönmedolapların muntazamcasından ibaret olan bu tekerlek yüz metre irtifaında idi. Bizim çocukların bindikleri mahaller dört beş çocuğu ancak istiab edecek derecede olduğu halde bu tekerleğin yüz metre irtifaına kadar çıkardığı seyircilerin rakib oldukları adeta bir şömendöfer vagonu kadar cesim ve muntazam olup vagon şeklinde ve müteaddid pencereleri havi idi." (s. 167-8).
Ali Vasıb Efendi ise, 1924 yılında Meclis kararıyla Türkiye'den çıkarılmalarının birkaç hafta ardından gördüğü dönmedolabı şöyle anlatıyor:
"Prater'deki lunapark da pek eğlencelidir. Burada Paris'in Eyfel kulesine teşbih edilebilecek, müteharrik bir daire üstünde muhtelif camekânlı odalardan mürekkep bir kule vardır. Bu camekânlı odaların içine binen insanlar bu müteharrik dairenin en üstüne kadar çıkarlar ve öbür taraftan aşağı inerler ve en yükseğe çıktıklarında bütün Viyana şehrini kuşbakışı olarak görürler. Buna da bir iki kere bindim." (s. 153).
İki betimlemeye baksak hangisi bir şehzade tarafından, hangisi Gümrükler Genel Müdürlüğü bünyesinde çalışan bir müfettişe ait, emin olamayız. Mustafa Sait Bey'in anlatımı çok daha ayrıntılı ve canlı. Gerçi Ali Vasıb Efendi'nin de hanesine yazılabilecek birkaç mazeret var. Bir kere bir seyahatname kaleme almıyor, gördüklerini olabildiğince canlı anlatmak gibi bir kaygısı yok. Viyana'nın gezilip görülecek yerleri doğal olarak anılarında fazla yer tutmuyor. Sonra, bu tasvir bir de aslında 1960larda kaleme alınmış, Şehzade'nin bu ayrıntıyı yüzeyselce geçmesi bu açıdan da anlaşılır. Ama yine de dönmedolabı olabilecek en kötü şekillerden birinde anlatmış gibi geliyor bana. Türkiye'de çok eskiden beri dönmedolap olduğunu bilmeyip Mustafa Sait Bey'in aksine o odur diye atıf yapamaması da cabası. Bu, bayramları ve diğer bütün günleri saray ortamında geçirmiş olmasıyla ilgili olabilir.

Dönmedolap hikâyesi, bu iki enteresan metnin arasında bağlantı kurulabilecek en tırışka noktalardan biri; daha neler neler var: Mustafa Sait Bey'in Avrupa karşısında ezilmeme, süngüyü dik tutma kaygıları, karşısındaki somut üstünlüğe karşı ahlâkta galip gelme çabasıyla Paris'in fahişelerini, yoksullarını uzun uzun anlatışı; öte yanda Ali Vasıb Efendi'nin gamsızlığı, sefahat düşkünlüğü, işgörmezliğine, kaderciliğine karşı, sonra Cumhuriyet idaresine karşı ikircikli tavırları; her iki metnin arka planındaki portreler (ki Şehzade'nin aktardıkları, Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki personel temelli mecburi devamlılığı açması bakımından önemli)... Değinilebilecek bir sürü sağlam konu var. Ama hem henüz Ali Vasıb Efendi'nin hatıratını bitiremedim; hem de bir şekilde, daha derinlikli yazılar yazabilmeyi filan beklemeden blogu sürdürmem gerek. O yüzden şimdilik bu iki tanıklığa değinmekle yetineyim. (Kötü post için neredeyse özür dileyesi olmak?)

Ek: Bir de şunu belirteyim. Mustafa Sait Bey'in seyahatnamesi, asker emeklisi, 'amatör' tarih araştırmacısı Burhan Günaysu tarafından, Şehzade'nin hatıratı ise, oğlu Osman Selahaddin Osmanoğlu tarafından yayına hazırlanmış. Şehzade'nin hatıratında gerçek bir tarihçinin editörlüğünün eksikliği ciddi biçimde hissediliyor. Anlattığı şeyler, tamamıyla kişisel anılar değil; siyasi tarihe ilişkin pek çok önemli kişi ve olaydan bahsediyor ama nasıl bahsettiğini, doğruyu mu yanlışı mı söylediğini tam sağlıklı şekilde tartamıyoruz.

24 Kasım 2009

Devlet, Demirsporludur!

Önemli Not: Bu kaydı yazdıktan hemen sonra, ilgili konuda Yiğit Akın tarafından yazılmış Gürbüz ve Yavuz Evlatlar: Erken Cumhuriyet Döneminde Beden Terbiyesi ve Spor (2004) adlı bir kitabın bulunduğunu öğrendim ve kitap hakkında okuduğum bir iki yazıdan anladığım kadarıyla benim ortaya koymaya çalıştığım düşüncelerin epeyce gelişmiş ve kuşkusuz daha düzgün referanslandırılmış halleri bu kitapta bulunuyor. Böyle bir çalışmanın mevcut olması, meselenin ilk olarak yarım yamalak blog doğaçlamalarında değil, akademik düzeyde ele alınmış olması beni sevindiren bir şey oldu. Okumadığım bu kitaptan farkında olmadan plagiarism yaptıysam affola; şimdiden kitaba yönlendirmiş olayım.


Adana Demirspor'un İtalya'nın Livorno takımıyla bu sene yaptığı hazırlık maçıyla birlikte, futbolla ilgilenen romantik-solcu bakış'a birazcık gün doğmuş gibi oldu. Bu maça ve Demirspor'a düzülen güzellemelerin ardında ise, şöyle bir durup düşününce, karşısına oturup 1 kg. civarında rakı içebileceğimiz bir durum var: Tamam, nesnel olarak işçiler tarafından seviliyor, destekleniyor, olabilir; ama köken itibarıyla Adana Demirspor (ki buna Demir-Çelik Spor'lar, Linyitspor'lar da eklenebilir sanırım), ülkemizde yaygın algıda hasbelkader sol'da konumlandırılmış olan pek çok özel ve tüzel kişilik gibi, işçi sınıfının yahut da başkaca herhangi bir "sivil" topluluğun bağrından kendiliğinden kopmuş, otonom bir örgütlülüğe tekabül etmiyor. Bu kulüplerin devlet kurumları bünyesinde kurulduğu bilgisi bile, tek başına, bunun böyle olduğu sanısına dayanan aptal bir romantizmin bırakılması için dolaysız ve yeterli bir neden olabilirdi, ama bunun ötesi de var: ADS ve benzeri kulüplerin doğuşuyla sonuçlanan sürecin ardında, halklara ve işçilere dair bugün kabul edemeyeceğimiz, kurtulmak isteyeceğimiz bir fikriyat yatıyor.

Devlet kurumları tarafından bu tarz spor kulüplerinin kurulmasının altında yatan şey, otoriter tek parti yönetiminin taa İttihat ve Terakki'den tevarüs ettiği bir governmentality zihniyeti. İngilizceyi mazur görün, Michel Foucault kaynaklı pek orijinal bir kavramdır bu, özetini geçmeye çalışayım: Governmentality, Avrupa devletlerinin yönetim tarzlarının evrilmesine tutulan bir ayna mahiyetindedir; bu evrimleşmeyle ortaya çıkan yeni bir tür yönetim zihniyetini ifade eder. Toprak ve mülke sahip olma temeline dayanan eski, klasik egemenlik anlayışının yerini alan, çok daha belirgin, dahası kapsamlı, dahası devamlı bir yönetme anlayışının resmidir bu; ki böyle bir anlayış giderek artan bir biçimde günümüzde yönetmenin hem pratiğini, hem de teorisini karakterize etmektedir. İnsanların ve şeylerin üzerinde uygulanan minik eylemlerin sonucunda ortaya çıkan bilgi, insanlara ve şeyleri yönetmenin kurallarını belirlemek için toplanır; akabinde bu kurallar çerçevesinde bir meşruiyet sistemi oluşturulur; bu da dolaylı olarak davranışları şekillendirir. Devlet ile biz, hepimiz aynı gemideyizdir ve devlet bunun bilincine varmış, boş "denizlerin hakimi" böbürlenmelerini terk etmiş, kendi belirlediği şekliyle hepimizin iyiliği için, ipleri eline almıştır. Geminin batmaması için her düzeyde daha sıkı kontrol ve daha iyi bir bilgi toplama gerçekleşir.

Foucault'nun Avrupa'da birkaç yüzyılda oluştuğunu söylediği bu değişimi ve ortaya çıkan yeni yönetim biçimini hatırda tutarak vatana avdet edip bakalım: İttihat ve Terakki'nin ilk iktidar yılları bu bağlama biraz uymuyor mu? Biraz uymak bir yana, dönemdeki kaygıların ve uygulamaların resme uygunluk bakımından fazlası bile var bence. Foucault'nun anlattığına göre görünüşte bu değişimi çok büyük ve çok acil bir yok olma tehlikesi tarafından tetiklenmemiş haliyle tecrübe eden Avrupa devletlerinin aksine, Osmanlı Devleti için, yönetimin pratiğinin de teorisinin de [1] değişmesi, en acil bir gereklilik oldu uzun süre boyunca; yani bizde yeni yönetme yollarının bulunmasında ilave bir can havli faktörü de mevcuttu. Dışarıyla savaşlar bitmiyordu; içeride ahalinin düşüncesi yönetenlerin istediği yöne gelmiyordu, vesaire. Türkiye'de spor bu ortama doğdu ve devlet tarafından da derhal bir governmentality teknolojisine dönüştürüldü. İzcilik kurumu [2] en güzel örneğidir: cadı kazanı ortamında siyaset tarafından "mükemmel bir gençlik teşkilatı" oluşturma misyonuyla gündeme alınmış, sonra da İttihat ve Terakki'nin maksatlarına uyarlanmış haline, Osmanlı Güç Dernekleri'ne dönüştürülmüştür. Gençlerin Türkleşmesi, millileşmesi, devletin ihtiyaç duyduğu şekilde endoktrine edilmesi gibi misyonlar için biçilmiş kaftandır, öyle de kullanılmıştır. Cumhuriyet dönemine geçişle birlikte devletin hükmettiği nüfusa dair erekleri tabiidir ki terk edilmiyor; aksine, Osmanlı'nın çöküşünü engelleme gibi "reaktif" bir ereğin yerini, yeni bir ülke kurmak, yeni bir millet ve yeni bir insan yaratmak gibi daha "aktif" bir erek alıyor ve devlet daha bir şevkle sarılıyor toplumu şekillendirme işine. Artık "beden terbiyesi" biçiminde, Foucault'nun resmen arayıp da bulamayacağı kadar net bir şekilde governmentality'yi tasvir eden [3] bir sözdizimiyle tanımlanan misyonu yerine getirmek için, dolaşımdakilere ek olarak yeni teknik araçlar devreye alınıyor.

İşte idman yurtlarının, jimnastik kulüplerinin ve nihayet de 1938 yılında çıkarılan bir kanunla kamu kuruluşlarının bünyesinde kurulması emredilen bu tarz devlet kurumu spor kulüplerinin böyle bir düşünsel arka planı, böyle bir işlevi var. Evet, sonuncu teknolojik aygıt türü, bizi, tevellüdü 1940, doğum yeri devletin kucağı olan Adana Demirspor'a bağlıyor. İşçi takımı, halkın takımı, son barikat filan sandığımız Adana Demirspor'un altından da, bizzat devlet tarafından, üstüne üstlük de, hiçbir zaman ortadan kalkmayan savaş olasılığına karşı vatandaşları hazır ve nazır halde tutmak, daha genel anlamda da, 1930ların kavrayışıyla Türk Irkı'nı düzgün, sağlıklı ve gürbüz kılmak gibi saiklerle oluşturulmuş bir oyuncak çıkıyor. Bu bize devletin, Türkiye'deki devletin hiçbir zaman oyunun dışında kalmadığını, hiçbir zaman oyunun dışındaymış gibi görülemeyeceğini, başka akıllara kolaylıkla indirgenemeyecek kendine ait bir aklının ve en sivil, en kendisinin dışında görünen alanlarda ve kurumlara bile izini gölgesini, misyonunu vizyonunu bir şekilde bulaştırma yeteneğinin bulunduğunu bir kez daha gösteriyor [4].

--
NOTLAR
[1] Teori ve pratik diyorum ama -bilebildiğim kadarıyla- tartışılan ve uygulanan reformların pratik yanı hakkındaki bilgimiz kısıtlı. Onun yerine üniversitelerimizde ilgili dönemi pek de analitik ve ilişkisel olmayan bir yöntemle "silsileleştirilmiş" standart bir düşünce tarihi üzerinden geveler dururuz. Üç Tarz-ı Siyaset gibi genel anlatılar filan. Batmakta olan imparatorluğu kurtarmak için ortaya konan "fikirler" ile yapılan "işler"in arasında henüz gerekli bağlantılar kurulmuş, kıyaslamalar yapılmış değil. Hem işler ile fikirler arasında yalnızca bağlantıların olmadığını da hatırlayalım: iş fikrin doğrudan, dolaysız, doğal bir uzantı değildir hiçbir zaman; geçişlerde nice sapmalar, kırılmalar, yalpalamalar, çekingenlikler (ya da tam tersine öngörülmeyen cüretkârlıklar) olur. Böylesi zengin bir olasılıklar uzayına erişimimiz neredeyse yok, elimiz kolumuz epey bağlı.
[2] Bu konuda internette bulabildiğim en eli yüzü düzgün kaynak, Doç. Dr. Suat Karaküçük'ün şu makalesi.
[3] Bu cuk oturmayı fark etmem, Ekşi Sözlük yazarı nuri altuzer'in şu entrysi vesilesiyle oldu.
[4] Böylece hiç "Başlarken..." filan gibi karın ağrılarına katlanmadan blogu açmış oluyorum; hayırlı uğurlu olsun.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails