Fotoğrafın kaynağı: cogunluk.net |
Film toplumuzun çoğunluğuna mensup, büyük işler bağlayıp yürüten bir müteahhitten (Kemal, ST), "ev hanımı" bir anneden ve babasının yanında çalışıyor görünüp aslında boşgezen bir çocuktan (Mertkan, BÇ) mürekkep bir aileyi mercek altına alıyor. (Bir de büyük çocuk var ama o evlenerek kendi denizine doğru yelken açmış.) Ailede çoğunluk'a ait olarak niteleyebileceğimiz özellikler: Müslümanlık, muhafazakârlık, milliyetçilik, Kürdofobi, ciddiyet, ataerkillik, militarizm, yuvaya bağlılık, girişimcilik (baba), kliyentalist bürokratik örgütlenme içinde yolunu bulacak kadar yordam bilmek (baba), Teksas usûlü "benim olan benimdir"cilik, vesaire. Film boyunca bu yukarıdaki özelliklerin birçoğu, tam zıtlarına tekabül eden değersizlikler ve yanlışlarla iç içe geçmiş hâlde ekranı ziyaret ediyor. Hiçbir şey yaşanmasa bile bu özelliklerin bazıları birbirlerini götürür, çelişik nitelikte zaten. Camiye gidip ahlâk dersi alan ve zaman zaman oğluna o yolda ahlâk öğretileri veren babanın alkollü oğlunun tam suçla çarpıp arabasını haşat ettiği taksiciye (Erkan Can!) davranışları, veya bu suçu örtbas etmek için kaza raporunu değiştirmesi gibi. Anne filmin bir yerinde bu tavırları sevgisizlikle gerekçelendiriyor ama eksik olanın yalnızca sevgisizlik olduğunu düşünmek pek mümkün değil.
Filmin "melodisini" götüren olay ise, Mertkan'ın sosyoloji öğrencisi, kafeterya çalışanı ve Kuştepe sakini Vanlı Gül'e (EM) meyletmesi. İkisinin arasında geçene bir aşk demek mümkün değil. Yalnızca ihtiyaçların çakışması ve karşılıklı giderilmesi üzerine bir yaklaşım durumu. Gül Mertkan için -sonradan kabul edeceği üzere- "çakılacak" bir kadın, kendisi de Gül için yoksul hayattan yırtabilmenin bir olasılığı. Yine de bambaşka dünyalardan gelmeleri hasebiyle bu meyletme Mertkan'ın dünyasını biraz sarsıyor. Ama altında bulunduğu ağır kaya kütleleri öyle kolayca kırılıp atılacak cinsten olmadığı gibi, kendisinin, yaşantısının dışına çıkmak için gerçek bir irade gösterdiği filan da yok. Aile de kıza veto koyunca bu meyil kendiliğinden çözülüp bitiyor.
Film boyunca Mertkan-Kemal, Mertkan-Gül, Kemal-Anne, Mertkan-şirketin işçileri, Kemal-Taksici eksenlerinde her biri uzunca yazılara, çok değişik okumalara kaynaklık edebilecek pek çok ufak cereyan akışları yaşanıyor. Bunlara girmeyeceğim çünkü açıkçası hiçbir tekil unsur üzerinde filmin genel söylemi üzerine olduğum kadar meşgûl olmadım. Bu meşguliyet filmden çıktıktan sonraki süre içinde kendi kendime verdiğim notu 8.5'tan sallantılı 8'e filan indirdi. İlkinin yüksekliği, filmin durup çoğunluğu izlediği tepeden görünen manzaranın biraz gönlümü okşaması yüzünden. Ben bu çoğunluğa ne kimliksel ne sınıfsal hiçbir noktadan bağlanmayan bir aileden geliyorum; filmde bana gösterilen çifte standartlardan ve ikiyüzlülüklerden de az çok bıkmış sayılabilirim. Bu noktadan film bir yaralı parmağa işeyebiliyor, bir sağaltım sağlayabiliyor. "Nefret ettiğim şeyler şöyle iyice bir tefe koyuldu" diyebiliyorum filmden çıktıktan sonra.
Filme kendi kendime verdiğim notun düşmesi ise, büyük ölçüde, bu sağaltıcı etkinin çok kısa sürmesi ve filmden hemen sonra, tecrübe ettiğimiz "gerçek hayatta" sazın tekrar çoğunluğun eline geçmesinden kaynaklanıyor. Peki bir film tek başına bunu değiştirebilir mi ki ben kabahati ona bulup notu düşürüyorum? Film tecrübe ettiğimiz gerçek hayatı değiştirebilecek gibi değil; ama onu temsil ederken bizi biraz aldatıyormuş gibi geliyor bana. Gerçekte çoğunluk hayatı asla burada temsil edildiği kadar kırılgan bir şekilde tecrübe etmez, bu kadar yalpa yapmaz. Gelir, yaşar ve gider. İçten içe durumunun eziyetini yaşadığı, odasında karanlıkta patlayıp çatlayıp etrafı hırpaladığı düşüncesi, ona bakan azınlığın kuruntusudur (veya tek avuntusudur). Bu açıdan, esas özne olan Kemal doğruya doğru, ama Mertkan ve annesi birazcık beyaz yalan hükmünde bana göre. Sonlardaki Mertkan'ın rüyası ise tam allahlık. Mertkan'ın Gebze'deki şantiyede yaşadıklarını durumların gerçekteki konfigürasyonuna doğru yaklaşmalar olarak görmüş ve oradan geriye doğru giderek tüm film boyuncaki seyrini bir Kemal'in oluşumu sürecindeki ufak istisnalar olarak yorumlamaya doğru meyletmiştim ki bu rüya işin içine girerek filmin bütününde biraz hatalı gibi gördüğüm portreyi tekrar devreye aldı.
Bir de, genel olarak ahlâken yargılama, vicdanda mahkûm etme gibi fantezileri pek sevmiyorum. Ahlaki açıdan yargılama çoğu örnekte konu edilebilecek milyonlarca değişkenin üstünü usulca örtüyor gibime geliyor. Milyonlarca açıdan mahkûm edilebilecek X'leri bir de "ahlâksız x" yapınca sanki "ahlâklı x"ler de mümkünmüş gibi bir ima ortaya çıkıyor. Zayıf olan, durumda bir değişiklik hasıl edemeyeceği için olacak, bu kullanabileceği milyonlarca değişkeni elinin tersiyle itiyor da ahlâka sarılıyor. Kendi yarattığı bir dünya nasıl olsa! Nietzsche'nin kölelerin ahlâkta ayaklanması dediği hesap... Vicdan desen, o da korkunç derecede kaygan bir şey. Tekele alınamayacak, herkesi tabi tutabileceğin bir zemini asla sana sunamayacak bir zemin; çünkü herkesin aklında vicdanlı olan kendisi, vicdansız olan başkası. Vicdana davet, vicdandan argüman, vicdansızlıkla itham, aynı pilava kaşık salladıkların hariç, korkunç zayıf şeyler. Bu ve benzeri -ileride açımlanması gereken- nedenlerden ötürü ahlaki-vicdani argümanın sosyal ve siyasal enerjiyi yanlış yönlere sevkettiğini düşünüyorum. Ahlâki-vicdani argüman, sanabenzer olanların ağzına bir parmak balı çalıp sonra ortadan kayboluyor. (Yıldırım Türker'i de pek sevmiyorum, hep benzeri davalardan; gerçek hayatın güçlülerini ahlak ve vicdanda mahkûm edici yazılarını okur geçerim ama feyste paylaşmam, öyle onlarla coşa filan gelmem.)
1 yorum:
Aynı zamanlarda izlemişiz filmi. Gereksiz uzatmaların ve artisane ağdalı cümlelerin olmasa çok seviyorum dilini ama yine son paragrafı okumadan bıraktım. Bizim Elev Theron'a çok benzetiyorum seni. Bu kadar doğru yazıp (bana göre) bu kadar sıkıcı yazan bi ikinizi tanıdım şu hayatta.
Yorum Gönder