17 Haziran 2011

Ustalara ve uzmanlara saygı kuşağı

Son senelerde işin teorisine dalıp çıkmalar yaptığım oldu; ek olarak, ustaların pratikte ne kadar önemli olduğuna dair şu son sene içinde birkaç an yaşadım ve böylece bir işin ustası olan, bir konuda uzmanlığı olan kişilere saygım zirve yaptı. İşin teorisi dediğim, entelektüeller sosyolojisi diye başlayıp bilgi sosyolojisine kadar uzanan bazı okumalar. Türkiye'de üzerine öyle çok fazla düşünülen bir husus değil. Daha doğrusu, entelektüel nedir, toplumla ilişkisi nedir türünden 20. yüzyıl sorularına bulaşmamış ve de (20. yüzyılda hep olageldiği gibi) kendini ideal entelektüel, muarızını da sözde-entelektüel ilan etmemiş kimse yok; fakat bu araştırma alanının son onyıllarda geçirdiği değişimin ucundan kıyısından tutmaya ve biraz daha doğru dürüst düşünmeye kimse niyetlenmemiş. Doğal olarak da uzmanlık sorusu henüz yurdumuza gelmeyi bekliyor. Halbuki uzmanlık, ustalık, pratik bilgi, bunların toplumsal hayata olan etkileri falan gibi konular habire eşeleniyor.

Yok, oradan gidip kafa ütülemeyeceğim. O kafa ütülemeler teze kalsın. İşin pratiğine geçeyim; pratik dediğim, bazı ustalarla olan maceralarım. Ustadan kasıt da elbette ev işleri ustaları. Mesela elektrikçi, kablo TV adamı gibi; evet, o kadar pratik bu sefer! Hemen hemen hiçbir anekdotal değer taşımayan bu ufak epizotlar hep benim ustalara saygı duymamla sonuçlandı. Bu saygıyı usta, seni kendi freymof refrınsına çekerek yapıyor; kendisi yaratıyor. Bu çekilmenin iyice mistik bir hal aldığı bir örnek altı yedi sene önce, Ankara'da olmuştu. Bir gün belki ayrıntılı bir şeyler yazma imkânım olur: hat sanatına karşı bir ilgim var. Boş değilim. Ulus'da, Sulu Han'da bir hattatı söylemişlerdi. Gidip yanına oturdum. Yanında türbanlı bir öğrencisi de vardı, besmele yazıyordu hatta. Adam ne zaman ağzını açtıysa uhreviyattan kodlar saça saça konuşmuştu. Beni ikirciklendiren bir şey; çünkü hatta ilgim var amma dini endoktrinasyonlara, bir üstad tarafından manen-ahlaken adeta kalkındırılmaya hiç gelesim yok. Neyse, hocanın kurs için istediği aylık 50 YTL de fazla gelince ders almayacağım belli olur gibi olmuştu, o noktada hoca bana hiç alakası yokken Zafer Çarşısı'ndaki sergicilerden onun adresini almamın, sonra gelip onu bulmamın değerlendirilmesi gereken bir İKRAM olduğunu söyledi. İkram derken, elbette kalecinin forvete golü adeta ikram etmesindeki veya eve gelen komşuya elma-mandalina tabağı getirmekteki gibi bayağı değil elbette. Büyük i'li İkram (yani yazıyor olsa herhalde büyük harfle yazardı), Allah'tan geliyor. O hattatı hattat yapan anlamlar evreninin içinde kalan bir kavram, orada bazı başka kavramlarla bağlantılı olarak anlamını buluyor. Usta, ondan ders almam söz konusu olduğu için, benim o hana gelene kadarki serüvenimin adını kendine göre koyma hakkını kendinde görüyor ve bunu da başka bir şeye değil Allahın cömertliğine bağlıyor. Dolayısıyla ağzını açtığı anda kendisini usta, karşısındakini çömez olarak adlandıran bir düzenin içinden konuşuyor. Açık oynuyor. Kuralları kabul edersen buyur içeri gir; sana da ufak bir yer tanıyacak (çırak, çömez, vs.); sen oradan başlayıp kendi konumunu yavaş yavaş inşa edeceksin.

İflah olmaz modernlik hastalığından olacak, bu ikram sözü benim üzerimde ilk anda hemen hemen hiç etkili olmadı; ders almadım. Ama bu yukarıdaki lagaluga da (yani hattatın ikram sözüyle beni ağına çekmeye çalışıyor olması da) üzerinden süre geçtikten sonra kafama dank etmişti. Neyse, mistik ustanın mistik otoritesiyle uğraşacak halimiz yok, daha modern, daha seküler ustalık hikayelerine gelelim. Uzmanlık bu sefer itiraz edilemezliğini nereden alıyor? Herkes için işlerliğinden gibi bir şey denebilir mi? Evdeki priz yerinden cörtleyince bir elektrikçi çağırmıştım, orada öyle olmuştu. Adam gelip yaptığı işe (priz değişimi) kıyasla çok fazla gelen bir para (25 miydi 30 muydu ne) almıştı. Demişti ki, şimdi sen bunu anlamazsın, yamuk takarsın, iki ay sonra yine düşer. Öylesi uzun vadede daha pahalıya gelir. Bu işin ustası benim, benim taktığım on sene gider, vs. Ben de bu sözlerin ikna ediciliğinden ziyade okumuş adam condescension'ına girişerek ikna olmuştum bu işin gerçekten bu parayı eder olduğuna. Yoksa yine de fazlaydı bence. Aslında orada da adam biraz trik çekip beni ikna etmiş. Bu sefer baştan ikimizin arasında çırak çömlek ilişkisi yok. Bir hamleyle hem beni sözde yüceltiyor, hem de aramıza nitel bir fark koyuyor. Kendisini dokunulmaz kılan bir fark. Onun ustası o, fiyatını da tartışmayacak, elektrik bilgisini de. Sen de bomboş bir şekilde seni koyduğu tepedeki sandalyene otur dur okumuş adam.

Ben öğrenciye hiçbir uzmanlık kazandırmayan bir bölümde eğitim aldım. Birkaç tane belirgin rota var, KPSS ve memuriyet, veya akademik kariyer gibi. Bizim bölümü bitiren ve bu yollara sapmayan arkadaşlardan herhangi on tanesini mezun olduktan on sene sonra bir araya getirseniz, büyük ihtimalle aynı işi yapan iki kişi bile bulamazsınız. Nerelere nerelere savrulanlar oluyor, böyle saçmalık olur mu? Herkes için standart olan sapmalar hakkaten sapmış birkaç kişinin işi olmalı, geri kalanların da ne yapıp edeceği biraz belli olmalı, öyle değil mi? Belki okul bizi bize pazarda iyi iş görecek şekilde esnek programlanmış eleman taslakları olarak satmaya çalışırdı; ama işin aslı okulu bitirdiğimizde elimizde hiçbir şey yoktu. Ben, tamam sen oldun dendiği anda bana verilmiş olan şeyin yarım yamalaklığının farkına vararak onu yerinde tamamlama arayışına girebilmemi büyük bir şans olarak görüyorum. (Şans diyorum ama, ayrıcalık anlamında değil, rastlantı anlamında; burada bir ayrıcalık olan şey, insanın kendini tamamlama arayışı. Bunu sana birinci yarını veren yerde yapmak olabilir de, olmayabilir de; oranın bunun için en iyi yer olduğunu iddia etmeyeceğim. Hatta tam aksine, kendini açık denizde tamamlamaya çalışanların mücadelesi daha saygın görünüyor bana.) Öyle ki, bana bu skhole'yi sağlayan bursumdan bile tesadüfen haberim olmuştu. Şimdi bir allahın belası olarak sosyal bilimler alanında doktora yapmaya çalışan kişinin şöyle bir enteresanlığı söz konusu: bir uzmanlık edinme şansı var; ama bu uzmanlık, başkasının işine yarayıp yaramayacağı belirsiz olan bir şeylerin peşine iyi düşme uzmanlığı. Burada uzmanlık adını hak eden bir uzmanlık, hayatın bütününe kıyasla çok çok çok dıdısının dıdısı ayrıntılığında kalmaya mahkum. Onu aramaya devam ediyoruz ama ta en başta NET, itiraz edilemez, herkes için geçerli bir uzmanlığımız olsaydı, bir şeyin ustası olsaydık galiba herkes için işler daha kolay olurdu. O kadar yarım halde bırakılmayan pek çok yaşıtımız vardı. Musluk şöyle değiştirilir, şu kabloyu oraya bağlaman gerekir, mastik böyle çekilir, bu ameliyata giren adama şu kadar narkoz verilir, şu kelime şu anlama gelir, senin durumun şu sayılı kanunun şu maddesine tekabül ediyor, karışıma şu maddeden de eklemen gerekir, bu hayvan bu ottan yerse ölür, OK-KADAR! Hem kendin zaten kurulu geliyorsun, hem de karşındakini gönlüne göre kuruyorsun. Öbür türlü şu iki günlük dünyada kendime bir yer edineceğim diye işin yoksa uğraş dur...

Neyse, pek anlamlı olamamış bu yazıya Almancı gençlerle bir kapanış. Aşağıdaki video gerçekten müthiş bir video. Gerçi bu adam gençlere sadece doktor savcı ve avukat olmalarını öneriyor ama eğer meramını yalnızca "okumak" olarak anlatsaydı ve bir şekilde bununla da sosyal içerikli bir şeyler okumayı kastetseydi tam bana göre olacaktı: kendilerine genelcilik, uzmanlıksızlık pompalayan zalim adama karşı meslek ve uzmanlık isteyen zekalı gençler. Olacaktı; şimdi tam öyle değil. Ama yine de gençleri kendi çapımda takdir ediyorum. Uygun gördükleri yollardan yürümek istiyorlar. Bu duruş bir de uzmanlıksız genelciliği lanetleyen bir bilinçle birleşirse ne güzel olur.

12 Haziran 2011

Seçimler ve ben

Oy verme davranışım hakkında açıkça mertçe Türkçe bir açıklama yapmak istiyorum:

Efendim; bu sabah, takriben 08:01'de, traşımı olmuş, losyonumu sürmüş, takım elbisemi ve papiyonumu takmış bir vaziyette başka zamanlarda korsan CD ve DVD (oyun, proğram, PC, PS, müzik, Avrupa sineması, festival filmleri [-Bunlar festival filmi mi? -Yok, festivaller şu (ta)rafta] ve alelade Hollywood filmleri) menbağı olarak vatandaşlara hizmet vermekte olup seçim günlerinde ise 1945'ten beri çok partili formda cereyan eden 125 senelik şanlı demokrasimizin yüksek mabedlerinden biri haline gelen Sinanpaşa İş Merkezi'nde yerimi aldım ve Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu'nun (diyenler var; bence Bloku'nun) adaylarından sayın Sırrı Süreyya Önder beyefendiye bir oy kast ettim. Geçen seçimlerde, bulunduğumuz bölgede sadece en fazla 1 MV çıkarabilecek kadar oya karşılık, bugün "Bloğu" olan siyaset, aday sayısını ikiden bire indiremeyince, iki aday da seçilememişti. Toplam oyları 75 bini bulan bu iki aday avuçlarını yalarken, bölgenin son milletvekili, CHP'ye gitti 417000/7=59 bin oyla (Birer MV çıkarabilecek durumda olan Genç Parti ve Saadet'in barajı aşamaması da son MV barajının 59 bine düşmesinde pay sahibi idi.)[2]    Bugün bu bölgede resmi rakamlara göre 2.485.425 tane seçmen bulunuyor. Ortalama %85 katılım, %47-%27-%12 gibi bir dağılım düşünüldüğünde geçen seçimdeki iki adayın toplamı bu seçimde de bir bağımsız adayın seçilmesini sağlayacak ve SSÖ de milletvekili olacak. Bir önceki seçimde Ankara'dan İstanbul 1. bölgede oy kullanıp Ufuk Uras'ın seçilmesini sağlayan sevgili arkadaşım Muhip'e kendisine ait bir vekili olduğu için gıpta etmiştim; önümüzdeki dört sene boyunca ben de aynı konumda olacağım.

...
.

AMA
..

Bununla birlikte bu seçimime dair bazı şerhler düşmek istiyorum. Kayıtsız şartsız bir evet şanımıza yakışmayacağından, bir tane oy verip ondan sonra o oyu adayın burnundan getirene kadar itirazlarda, şerhlerde, yorumlarda, böbürlenmelerde bulunmamız gerekir. SSÖ'nün koltuğunda ~80 binde bir hisse sahibi biri olarak evet'imin anlamını anlatıyorum:

Sevgili SSÖ, ben "Yeni anayasa yapılacak, bu insanların masada olması lazım" fikriyle oy vermedim. Öncelikle, yeni anayasa yapılacağını sanmıyorum. Yeni anayasa gerektiği iddiası son zamanlarda herkesin üzerinde boşça mutabakat ettiği bir şeye dönüştü, farkındayım; fakat yine de ben herkesin bunu istemediğini, en azından herkesin fikrine göre, ülkenin müreffeh yarınlara ulaşmasını engelleyen Anayasa maddelerinin başka başka maddeler olduğunu düşünüyorum. Yani iktidar partisi bu Anayasanın ayrı bir kısmından hoşnutsuz, muhalefet ayrı bir kısmından, kurumsal-siyaset dışı eşitlik ve özgürlük savunucusu odaklar ayrı bir kısmından ve bunlar da neredeyse tamamen temassız. Aradaki iktidar dengesizliklerinden ötürü (ama sadece ondan ötürü değil) Habermasçı bir herkes-meydana-gelir-içini-döker-asgari-müştereklerde-buluşulur sürecinin [3] yaşanacağına inanasım gelmiyor: AB havucunun peşinden koşulan 2004'lerde falan biraz buna uzaktan benzeyen şeyler oldu ama öbür türlü bu hiç olmadı ki? Bu yüzden 8.5 yıldır kazanan formül işlemeye devam eder sanki? Bu TBMM heyeti de sırasını savar, gider.

Sevgili SSÖ, yeni anayasa yapılacağına, birilerinin buna bir katkı verebileceğine inansam zaten sana değil, CHP'ye oy verirdim. Bunun nedeni, aday olduğun bölgede Sezgin Tanrıkulu'nun da aday olması. İkinizi de medyadan tanıyorum ama onun credential'ları bana daha makbul geliyor. Burada benim uzmanlığa olan saygım ve sevgim ön planda: bir anayasa komisyonu sandalyesinde yıllarca hak ihlalleri konusunda alanda çalışmış bir uzmanın oturmasını, kendime daha yakın bulduğum, sözleri çoğunlukla içimin yağlarını eriten başka birinin oturmasına tercih ederim. Çünkü orada başka hesaplar dönecek: rakibin yasaya, tüzüğe, teamüle dayanan salvolarını alt etmek ve oralardan halkçı sonuçlar çıkarabilmek için vicdanın sesi, yürekten gelen çığlık gibi modası geçmiş laflar değil, aynı kaynaklardan beslenen, benzeri noktalara atıflar yapan, rakibin dilini konuşan, onun söylemine yuvalanan başka türlü bir sözler gerekecek. Daha güzel sözler değil, daha doğru sözler gerekiyor ve bu doğru da asla mutlak veya soyut değil, hukuk-siyaset söyleminin yerleşmiş kurallarına göre doğru. Eğer bu doğru'lar doğru zaman ve yerde dispose edilip gerekli etkileri yaratmazsa, dört sene sonra vatandaşlar olarak bize kalan "sadre şifa verse" de, gönlü hoş etse de, YouTube'u çınlatsa da, aslında hiçbir işe yaramamış, somut sonuçlar hasıl edememiş lafla alt etmeler, "ayarlar" olacak.

Bağlantılı olarak sevgili SS abi, şunu da demezsem olmaz: medyadan sana yapılan yatırımı sevmiyorum. Yani medyanın siyasi yatırımlarını genel olarak sevmiyorum. Kampanyanı elden geldiğince izledim, Allahı var, her güne bir gezi, bir çarşı-pazar toplantısı koydun, ama aşağı yukarı her güne bir TV canlı yayınını da sığdırdın sayılır[4]. Gezileri, toplantıları büyük ölçüde parti il örgütünün (örgütlerinin) koordine ettiği fikrindeyim; bu durumda sen kabaca medya aracılığıyla gelmiş, medya aracılığıyla kampanya yürütmüş, medya aracılığıyla seçilmiş biri olacaksın. Senin oturacağın sandalye, meclisin alelade sandalyeleri içinde üzerine en uzun süre canlı yayın yapılmış sandalye, sana verilecek her oy pusulası da belki ikna edilmesi için en uzun gazete yazılarının yazıldığı pusula olacak. Bunu sağlıklı bulmuyorum. Seçim sürecindeki başka büyük adaletsizliklerin farkındayım ama yine de bir tek bağımsız adayın bu kadar görülmesi bence aslında adil bile değil. Medyanın bu kadar manipülatif olmasına, insanların değerleriyle bu kadar oynayabilmesine, birkaç senede birilerini hiç kimsenin tanımadığı insanlardan "kanaat önderlerine", söz ustalarına çevirmesine ve bu birilerinin seçimini de tamamen tesadüfi/afaki şekilde yapmasına tamamen karşıyım. Bir sefer eğrisi doğrusuna denk geldi ve sen benim "iyi biri" diyebileceğim biri olarak, köşe sahibi oldun, yazılar yazdın, aldın yürüdün ve şimdi de milletvekili oluyorsun. Bundan sonrası için ben medya içindeki "iyi polislerin" iyi birilerini bulup önümüze çıkarması ihtimaline dua falan edecek değilim, bunu istemiyorum. Çünkü bu büyük mekanizma, dönemden döneme önümüze bir Sırrı Süreyya çıkarıyorsa, ona karşılık her dakika bir kifayetsizler ordusunu büyütmeye devam ediyor. İyi polisler kırk yılın başı iyi ereklere adanmış bir köşe yazısı yazıyor, bir saat yayın yapıyorsa geri kalan 364 gün ve 23 saatte kötü işlere bilerek veya düzeltilmesi için hiçbir şey yapmayarak alet olmaya devam ediyor.

İşte bunlar da böyle ama'lar oldu. Ama sonuca etki etmedi. Bu son ama ile, yine de sana oy verdim. Çünkü oy kullanmamaktan daha değerli göründü. İkinci çekincemde dediğimin aksine, çok küçük bir grubun ferdi olarak birkaç fırsat bulup genel kurulu karıştırmanı da istiyorum açıkçası. Çok şeyler değişmeyecek olsa da insan gönlünün okşanmasına ihtiyaç duyuyor. Neyse, hayırlı uğurlu olsun.

-----
[1]: Seçimden önceki güne Taraf yazarı Emre Uslu'nun katakullisiyle uyandık. Sanki tamamen açık uçlu bir sürecin sonunda, gerçekten eline programı alıp, konuşmaları, adayları filan izleyip oyunun rengine karar veriyormuş gibi CHP'ye neden oy vermeyeceğini anlatmış. Ayol 1. Sen CHP'ye oy versen ne olur, vermesen ne olur; 2. Sen CHP'nin önüne çektiğin o kriterleri gerçekten kaale alıyor olsan tüm partileri onlara göre hakkaniyetiyle bir değerlendirirsin; o zaman da o barajı hiçbir parti geçemez. Neyse.

[2]: Burada MV sayısının nasıl belirlendiğini hatırlatayım: Ulusal barajı geçerek seçim çevresinden MV çıkarmaya hak kazanan tüm partilerin oyları yazılıyor. Sonra o oy sayıları sırayla bire, ikiye, üçe, dörde ve ne kadar koltuk varsa o kadara (X'e) bölünüyor. Bu bölünmeden sonra ortaya çıkan sayılar büyükten küçüğe sıralanıyor ve ilk X sayı milletvekilini kapıyor. Basitleştirerek şöyle bir örnek verebilirim: 300 bin oylu, 5 milletvekili veren bir seçim çevresinde seçime giren ve ulusal barajı geçen partilerden X partisi: 140 bin, Y partisi: 80 bin, Z partisi 50 bin, bağımsız bir aday da 20 bin oy almış olsun. Oyları sırasıyla 1'den 5'e kadar bölelim. XP: 140, 70, 46.6, 35, 28. YP: 80, 40, 26.6, .... ZP: 50, 25, .... Bölmeler sonucu ortaya çıkan sayıların ilk 5'i 14080705046.6 olduğu için, XP 3 tane, YP ve ZP ise birer tane MV çıkarırlar. Ama bağımsız aday 20 bin yerine 46 bin 700 oy alsaydı beşinci sandalyeye XP'nin üçüncü sıradaki adayı değil, kendisi oturacaktı.

[3]: Demokrasi teorilerinin gözbebeği olan bu süreci ülkemizdeki "Maape barajı aşarsa Anayasa süreci çıkmaza girer" köşeyazarlarıyla yan yana koyuyorum, süper kontrast alıyorum. Zaten hiçbir şekilde çıkmaza girmemiş, yağ gibi ilerlemiş ("Anayasa oylanacak, oyla!") bir süreç sonucu oluşturulmuş bir anayasanın üzerinde oturuyoruz; paşam o zaman nedir, nasıl yapalım bu işi? O çıkmazı erteleyerek, onun etrafından dolanarak yazacağın anayasa seni ne kadar götürecek ki?

[4]: Mesela seni konuk eden bu medya mensuplarının kaçta kaçı seni konuk alarak vicdan bile değil alenen VİJDAN yapıyordu; kaçı senin üzerinden suret-i haktan görünmeye çalışıyordu?

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails