28 Ekim 2010

Çoğunluk

Fotoğrafın kaynağı: cogunluk.net
Çoğunluk Seren Yüce tarafından yazılıp yönetilmiş; başrollerinde Bartu Küçükçağlayan, Settar Tanrıöğen ve Esme Madra oynuyor. Film bu sene Antalya'da en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu (BÇ) dallarında altın portakal ödülü aldı. 15 Ekim'de gösterime girdi, şu anda tüm ülkede, dokuzu İstanbul'da olan toplam 19 salonda gösteriliyor. Muhtemelen bir iki hafta daha gösterimde kalıp tabeladan inecek. Görülmeli, izlenmeli.

Film toplumuzun çoğunluğuna mensup, büyük işler bağlayıp yürüten bir müteahhitten (Kemal, ST), "ev hanımı" bir anneden ve babasının yanında çalışıyor görünüp aslında boşgezen bir çocuktan (Mertkan, BÇ) mürekkep bir aileyi mercek altına alıyor. (Bir de büyük çocuk var ama o evlenerek kendi denizine doğru yelken açmış.) Ailede çoğunluk'a ait olarak niteleyebileceğimiz özellikler: Müslümanlık, muhafazakârlık, milliyetçilik, Kürdofobi, ciddiyet, ataerkillik, militarizm, yuvaya bağlılık, girişimcilik (baba), kliyentalist bürokratik örgütlenme içinde yolunu bulacak kadar yordam bilmek (baba), Teksas usûlü "benim olan benimdir"cilik, vesaire. Film boyunca bu yukarıdaki özelliklerin birçoğu, tam zıtlarına tekabül eden değersizlikler ve yanlışlarla iç içe geçmiş hâlde ekranı ziyaret ediyor. Hiçbir şey yaşanmasa bile bu özelliklerin bazıları birbirlerini götürür, çelişik nitelikte zaten. Camiye gidip ahlâk dersi alan ve zaman zaman oğluna o yolda ahlâk öğretileri veren babanın alkollü oğlunun tam suçla çarpıp arabasını haşat ettiği taksiciye (Erkan Can!) davranışları, veya bu suçu örtbas etmek için kaza raporunu değiştirmesi gibi. Anne filmin bir yerinde bu tavırları sevgisizlikle gerekçelendiriyor ama eksik olanın yalnızca sevgisizlik olduğunu düşünmek pek mümkün değil.

Filmin "melodisini" götüren olay ise, Mertkan'ın sosyoloji öğrencisi, kafeterya çalışanı ve Kuştepe sakini Vanlı Gül'e (EM) meyletmesi. İkisinin arasında geçene bir aşk demek mümkün değil. Yalnızca ihtiyaçların çakışması ve karşılıklı giderilmesi üzerine bir yaklaşım durumu. Gül Mertkan için -sonradan kabul edeceği üzere- "çakılacak" bir kadın, kendisi de Gül için yoksul hayattan yırtabilmenin bir olasılığı. Yine de bambaşka dünyalardan gelmeleri hasebiyle bu meyletme Mertkan'ın dünyasını biraz sarsıyor. Ama altında bulunduğu ağır kaya kütleleri öyle kolayca kırılıp atılacak cinsten olmadığı gibi, kendisinin, yaşantısının dışına çıkmak için gerçek bir irade gösterdiği filan da yok. Aile de kıza veto koyunca bu meyil kendiliğinden çözülüp bitiyor.

Film boyunca Mertkan-Kemal, Mertkan-Gül, Kemal-Anne, Mertkan-şirketin işçileri, Kemal-Taksici eksenlerinde her biri uzunca yazılara, çok değişik okumalara kaynaklık edebilecek pek çok ufak cereyan akışları yaşanıyor. Bunlara girmeyeceğim çünkü açıkçası hiçbir tekil unsur üzerinde filmin genel söylemi üzerine olduğum kadar meşgûl olmadım. Bu meşguliyet filmden çıktıktan sonraki süre içinde kendi kendime verdiğim notu 8.5'tan sallantılı 8'e filan indirdi. İlkinin yüksekliği, filmin durup çoğunluğu izlediği tepeden görünen manzaranın biraz gönlümü okşaması yüzünden. Ben bu çoğunluğa ne kimliksel ne sınıfsal hiçbir noktadan bağlanmayan bir aileden geliyorum; filmde bana gösterilen çifte standartlardan ve ikiyüzlülüklerden de az çok bıkmış sayılabilirim. Bu noktadan film bir yaralı parmağa işeyebiliyor, bir sağaltım sağlayabiliyor. "Nefret ettiğim şeyler şöyle iyice bir tefe koyuldu" diyebiliyorum filmden çıktıktan sonra.

Filme kendi kendime verdiğim notun düşmesi ise, büyük ölçüde, bu sağaltıcı etkinin çok kısa sürmesi ve filmden hemen sonra, tecrübe ettiğimiz "gerçek hayatta" sazın tekrar çoğunluğun eline geçmesinden kaynaklanıyor. Peki bir film tek başına bunu değiştirebilir mi ki ben kabahati ona bulup notu düşürüyorum? Film tecrübe ettiğimiz gerçek hayatı değiştirebilecek gibi değil; ama onu temsil ederken bizi biraz aldatıyormuş gibi geliyor bana. Gerçekte çoğunluk hayatı asla burada temsil edildiği kadar kırılgan bir şekilde tecrübe etmez, bu kadar yalpa yapmaz. Gelir, yaşar ve gider. İçten içe durumunun eziyetini yaşadığı, odasında karanlıkta patlayıp çatlayıp etrafı hırpaladığı düşüncesi, ona bakan azınlığın kuruntusudur (veya tek avuntusudur). Bu açıdan, esas özne olan Kemal doğruya doğru, ama Mertkan ve annesi birazcık beyaz yalan hükmünde bana göre. Sonlardaki Mertkan'ın rüyası ise tam allahlık. Mertkan'ın Gebze'deki şantiyede yaşadıklarını durumların gerçekteki konfigürasyonuna doğru yaklaşmalar olarak görmüş ve oradan geriye doğru giderek tüm film boyuncaki seyrini bir Kemal'in oluşumu sürecindeki ufak istisnalar olarak yorumlamaya doğru meyletmiştim ki bu rüya işin içine girerek filmin bütününde biraz hatalı gibi gördüğüm portreyi tekrar devreye aldı.

Bir de, genel olarak ahlâken yargılama, vicdanda mahkûm etme gibi fantezileri pek sevmiyorum. Ahlaki açıdan yargılama çoğu örnekte konu edilebilecek milyonlarca değişkenin üstünü usulca örtüyor gibime geliyor. Milyonlarca açıdan mahkûm edilebilecek X'leri bir de "ahlâksız x" yapınca sanki "ahlâklı x"ler de mümkünmüş gibi bir ima ortaya çıkıyor. Zayıf olan, durumda bir değişiklik hasıl edemeyeceği için olacak, bu kullanabileceği milyonlarca değişkeni elinin tersiyle itiyor da ahlâka sarılıyor. Kendi yarattığı bir dünya nasıl olsa! Nietzsche'nin kölelerin ahlâkta ayaklanması dediği hesap... Vicdan desen, o da korkunç derecede kaygan bir şey. Tekele alınamayacak, herkesi tabi tutabileceğin bir zemini asla sana sunamayacak bir zemin; çünkü herkesin aklında vicdanlı olan kendisi, vicdansız olan başkası. Vicdana davet, vicdandan argüman, vicdansızlıkla itham, aynı pilava kaşık salladıkların hariç, korkunç zayıf şeyler. Bu ve benzeri -ileride açımlanması gereken- nedenlerden ötürü ahlaki-vicdani argümanın sosyal ve siyasal enerjiyi yanlış yönlere sevkettiğini düşünüyorum. Ahlâki-vicdani argüman, sanabenzer olanların ağzına bir parmak balı çalıp sonra ortadan kayboluyor. (Yıldırım Türker'i de pek sevmiyorum, hep benzeri davalardan; gerçek hayatın güçlülerini ahlak ve vicdanda mahkûm edici yazılarını okur geçerim ama feyste paylaşmam, öyle onlarla coşa filan gelmem.)

19 Ekim 2010

Meraba bayan!

Geçenlerde bir gün ekşi sözlük'te "Bayan değil kadın!" isyanı gündeme oturmuştu. Oradaki bağlantıyla gördüğüm aynı adlı sitede enteresean bir yazı var. Birkaç kez baktım ama "bayan" sözünün neden tercih edilmemesi ve kadın sözüyle ikame edilmesi gerektiğinin gerekçelerini (aslında gerekçeyi) doyurucu bulmadım. Günlük konuşmamda bayan'ın yazıda olumsuzlanan çeşidini de kullanmadığım halde üstelik.
Yazıda sorunlu gördüğüm bir iki husus var:

1. "Toplumsal bilinçaltı" şeklindeki bir kavram aracılığıyla, "bayan" deyicilere, bilinçli olarak gütmediği maksatların iliştirilmesi biraz kötü bir hamle olmuş. Bayan sözünün, kadın sözü uygunsuz görüldüğü için kullanıldığı iddia ediliyor. Devamında da şöyle deniyor:
"“Benim ‘bayan’ derken öyle bir niyetim yok” diyeceklere çok uzatmadan cevap verelim. Buradaki mesele “toplumsal bilinçaltı” dediğimiz hale bir örnek. Yani biz sizin her ‘bayan’ deyişinizde aklınızdan uzun uzadıya “aman kadın demeyeyim, o uygunsuz bir laf, ‘bayan’ derken öyle kötü çağrışımlar yapmış olmuyorum” diye geçirdiğinizi iddia etmiyoruz. Bizim asıl sorun olarak gördüğümüz şey “kadın” kelimesinin kolektif biliçaltında gözle görülmez bir biçimde “kirlenmiş” kabul edilmesi. Bu durumda kişinin hesabına düşen de kadın kelimesini kendi başına temizleyemeyeceğini belli belirsiz hissedip, kendini aynı anlama gelecek başka bir kelimeye doğru yönlendirmesi. Ve tekrar edelim bunlar çok çok hızlı, üzerine akıl yürütmeden yapılıverilen şeyler."
Neticede iletişimde bence maksat esastır. bir sözdiyen'in dediğini, onun belirlediği anlamlar yardımıyla anlarız, öyle yapmalıyız. Bir yorumcu, söylediğim bir şey hakkında, bana demek istemediğim şeyleri demek istiyormuşum gibi davranırsa, bir yere varamayız, iletişim yürümez. Tabii ki söylediğim şeyin, söylediğim anda farkında olmadığım bazı yönleri de olabilir. Kadını ayıplı kusurlu gördüğü için bayan diyenler de eminim vardır; ama bu ihtimal karşısında yapılması gereken, kişiden maksat sormak da dahil muhtelif şeyler olabilir, ama bence onun söylediklerini toplumsal bilinçaltı'nın sadece yorumcuya açık bazı kodlarıyla çözmeye kalkışmak olamaz. Adama sorarlar, bu toplumsal bilinçaltı'na neden ve nasıl sen ulaşıyorsun, başkaları ulaşamıyor, diye. Hani şimdi yaygın patriyarkal zihniyet kalıpları yoktur veya toplumsal bilinçaltında bunlar değil başka şeyler yazılıdır diyecek değilim tabii ki; fakat tekil anlamların hepsinin bir dev yapıdan otomatik olarak türetilmesi ve "öyle olmasa da öyledir"e varan bir dil çabukluğuyla istisnai durumlara kapının kapatılmasına itirazım olur. Düşüncenin her ihtimalini işlemek değil, retorik ucuzluktur bu.

2. Düşüncenin her ihtimalini işlemek bir şart mı bilemiyorum ama böyle yapılmak isteniyorsa bence ortaya örnek durumları aşan bir ilke koyulmalı; ki "Bayan sözünün kullanılması, kadın'ın uygunsuz görülmesinden ötürüdür; kadın sözüne kendisinden çalınmış olan itibar verilmelidir" yargısından öte, okuyanı bayan'dan kadın'a tartışmasız şekilde sevk edecek ilke namına bir şey bulamadığımı söyledim. Yazı bu ilkeyi örneklerden hareketle kurmaya çalışmış, bayan sözünün kullanımı için birkaç tane örnek gerekçe seçip onları tartışıyor. Seçilen örnek gerekçeler, a) kız/kadın ayrımının etrafından dolaşmak için ve b) kendisinden söz edilen kadın öyle istediği için bayan sözünün kullanılması. Bir de işte c) nezaket olsun diye bayan sözüne müracaat var. Yazıyı yazanların tartıştığı örnekler, bana kalırsa kendi sınırlarını ifade ediyor. Üç örnekle meseleyi sabitleyip tartışmayı bağlıyorlar. Ama bu örnekler seçkisi ilkeyi yaratamadığı gibi, muhtemel durumların hepsine gidecek bir anahtar da sunmuyor bize. Sırf nezaket konusunu bile bana kalırsa biraz yanlış okumuşlar.  

3. Bu yazıdan tamamen bağımsız olarak benim müthiş dikkatimi çeken bir şey, gündelik hayatta (çarşıda, pazarda) bayan sözünün kadın'ın değil de, karı'nın ve muadillerinin alternatifi olarak kullanıldığı durumlar. (Dur bi, dinle!) Bir Sarıyer-Beşiktaş dolmuş şoförünü ele alalım, Maslak'tan iyi giyimli, eğitimli bir kadın dolmuşa biniyor olsun. Dolmuşta kadını da içeren ve anekdotal değeri olan herhangi bir olay geçtiğini varsayalım. Dolmuş şoförü bu anekdotu, değer yargıları ve anlam kalıpları açısından tamamen kendini evinde hissettiği bir ortamda, örneğin durağın şoförleri arasında geçen bir konuşmada ya da kaavede kâğıt oynarken yanındaki adama "Maslak'tan bi karı/karının teki bindi, 200 lirayı sallıyor, bir kişi Beşiktaş diye... [hatta tam bu noktaya o meşhur noktalama işaretimizi de ekleyebilirsiniz]" gibi bir girizgâhla anlatır gibime geliyor. Maslak-plaza kadını ile sıcağı sıcağına konuşuyorken biraz deplasmanda olduğu için "Bozuk yok muydu (bayan)?" diyebilir. Daha formel bir ortamda, örneğin bir trafik polisine anlatıyorken de "Maslak'tan binen bayan 200 lira uzattı..." gibi bir şekilde anlatır.
Pazarcıların durumu da benzeri dalgalanımlar taşır. Kadın ve karı filan bir yana, pazarcıların kendilerini evinde hissettikleri dil çoğunlukla Türkçe bile değil. Çoook uzak deplasmanda bayan'la filan tevil etmeye çalıştığı şeye kendi evinde ne dediğini bile bilmiyoruz neredeyse. (Bu arada bayanla tevil dedim ama ben çocukken pazarcıların evrensel hitapları abla, yenge, teyze filandı. Geçen haftasonu Ihlamurdere pazarında duyduğum "Bayan gel al kilosu bir buçuk lira!" şeklindeki replik eskiden yoktu. Veya İstanbul Beşiktaş'ta hep vardı da Ankara Keçiören'de, kadınlar pazarcılara, kendilerinden bahsederken o kadar da fazla ince ayar yapmayı gerektirecek canlılar olarak görünmüyordu!) Pazarcının, şoförün içine girdiği dalgalanımlar, iletişim içinde kendisini deplasmanda hissetmelerinden kaynaklanan bir euphemism örneğidir. Öfemizmin basitçe nezaket'e indirgenemeyeceğini düşünüyorum. Hele hele BayanDeğilKadın'ların yazıda bahsettikleri (ve hatta yazı içinde vurguladıkları, italikledikleri) şekilde bu bir "seçim" hiç değildir bana kalırsa. İnsiyâki niteliğinde de, kerameti kendinden menkul toplumsal bilinçaltları değil, daha başka bir sürü şey belirleyici niteliktedir.

4. Yine geldik Pierre Bourdieu'ye. Bourdieu'nün özel olarak "maskülen tahakküm" üzerine yazmışlığı var ve bildiğim kadarıyla kendisinin terekesini feministler kurcalayıp duruyorlar ama o yazılara hiç mi hiç aşina değilim. Ben sadece şu klasik "Dil ve Sembolik İktidar" davalarından bahsedeceğim. Bourdieu bize şunu söylüyor: iletişimsel alışverişlerin tarafları arasında hangi dilin kullanılacağı ve hangi söylemlerin meşru, yerinde-yöresinde, kabul edilebilir addedileceği, taraflara hükmeden sosyal-ekonomik bazı şartların etkisi altında belirlenir.  Değişik dil kullanımları arasında, kendilerini kullanan özneler arasındaki sosyal hiyerarşiyi kabaca izleyen bir hiyerarşi vardır. Dil kullanımlarının dil pazarında ederinin ne olacağı da, kendilerini seslendiren öznelerin söylem üretme ve tüketme yeteneklerine göre belirlenir. Dolayısıyla bir dil kullanımına belirli bir anlam giydirebilme işi, bir iktidar ilişkisidir. Hatta çoğu bakımdan bir hegemonik ilişkidir. Dolayısıyla bir X'i her "ben yaptım" diyen X kılamaz; ancak, sahip olduğu sembolik sermayenin miktarı ve sermaye alttürlerine göre kompozisyonu ile, iletişimin taraflarını oluşturan herkesi kendi X önerisine tabi edebilen kimse kılabilir.

5. Hakim olan cinsiyetin temsilcisi, kendi koyduğu ölçütlere göre sakıncalı bulduğu "kadın" sözünü seçmiyor da gidiyor "bayan" diyor şeklinde bir temsil, Bourdieu'nün dil ve sembolik iktidar üzerine yazdıklarına kıyasla bizi pek cimri şekillerde techiz ediyor diye düşünüyorum. Kadınkarıbayan gibi cins-i latif imleyenleri, üç beş tane kullanım üzerinden tartışılmamalı bence; çünkü verili sözlerin ve verili anlam içeriklerinin ne birbirinden etraflıca bir farkı var, ne de aslında soyutlanmış halleriyle bir önemi. Nüanslar için bakılması gereken yer, sözün geçtiği dil alışverişleri. Bayan sözü feminist tahayyülde erkeğin kadını disipline etme aracı olarak görünebilir; ama dolmuşçunun dilinde, kendi diliyle konuşamadığı, kendisinden daha sermayedar bir Maslaklı kadına karşı doğru konuşma kaygısıyla bulup bulabildiği tek kompromi de olabilir. ("Nezaket" diye tartışıp geçiliyor bu da!)

6. Bu alışverişlere damga vuran hiyerarşiler ve güç ilişkileri Hakim Erkek'ten Hükmedilen Kadın'a doğru tek yönlü akmıyor. Çok yönlü ve çok boyutlular. Özellikle de kendilerine bayan denmesinden şikâyetçi olan kadınların örneğinde, bayan demekle suçlanan kişiler, on örnekten en az sekizinde-dokuzunda, iletişimin içindeki hiyerarşide o kadına denk ya da ondan daha aşağıda bir konumda bulunuyor bana göre. Bayan sözünün internete eklemli orta-üst sınıf erkeğin dilinden de tasfiye edilmekte oluşu, tam bir sermaye ve sembolik güç kullanımı öyküsüdür. Alışılmış yönlerin tersine akan bir iktidar ilişkisi örnekçiğidir. Bence.

Netice itibarıyla benim olup bitene bir itirazım yok ve dediğim gibi zaten bayan deyicisi değilim; fakat bu hikâyenin, bir aktörü güçle alakalı, diğer aktörü de gücün tamamen dışında kurgulayan eski kafa bakış açısıyla değil, sosyal ilişkinin bütün taraflarını güç merceğinden gören, istisnasız bütün sosyal aktörleri güç kullanan ve güçle eyleyen aktörler addeden bir bakış açısından izlenmesini isterim galiba.

10 Ekim 2010

Pazar Yazısı

Birinci Yazı

Geçtiğimiz iki haftanın büyük bir kısmını, tezimle ilgili bazı görüşmeler ve "bürokratik" bazı düzenlemeler yapmak gerektiğinden, Ankara'da geçirdim. Soğuk ve gri kent edebiyatı elbette yapmayacağım ama Ankara'da yaşıyorken fark etmediğim bazı şeylerden dem vurmak istiyorum. Bir tanesi, akademik alanın izole konumu üzerine.
Bir arkadaşımla konuşuyorduk. Arada, İstanbul'da bulunan bazı akademisyen-entelektüellerle görüşmek icap etmesi durumunda, bu insanlarla iletişim kurmak için bazı yatay bağlantıları kullanmanın daha etkili olabileceğinden bahsettik. Burada (İstanbul'da) yaşayan akademisyenler, kravat takan gri renkli memurların kenti Ankara'dakilere kıyasla çok daha fazla sivil topluma gömülü oluyorlar. Belirli bir alanda faaliyet gösterdiğini bildiğiniz bir akademisyeni, o alana dair düzenlenen bir toplantıda bulma, çay molasında yanaşıp aracısız şekilde onunla temas kurma olasılığınız hayli yüksek. Akademik işlerle hiçbir ilgi-alâkanız olmasa bile bu böyle. Ankara'da ise ofisaur filan kovalamak, vehayut da önce dikey yollardan kendi hocanıza çıkmak (ve bunun için önce bir hocaya, bir üniversiter ortama erişim sahibi olmak) ve ancak onun o yukarı seviyelerde kuracağı bir yatay bağlantıyla aradığınız kişiye ulaşmak durumunda oluyorsunuz çoğu zaman. Belki Ankara'daki akademisyenin de, İstanbul'daki akademisyenin de edu.tr adresli mailini takip huyu yok ama İstanbul'dakiyle temas kurmak için yollar daha bir çeşitli. Kravatlı ve gri ve memur kenti Ankara'nın akademikleri çok fazla "piyasada" dolanmıyor. Sivil toplumdan kopuklar. Üniversitelerine tıkılıp kalıyorlar. Bu da büyük ihtimalle dolaşılacak etkinlikler pazarının İstanbul'a kıyasla oldukça dar olmasından kaynaklanıyor.  
Bu durumları gözlemlediğim günlerde bak Allahın işine ki hava gerçekten gri ve soğuktu. Zaten bence Ankara'nın en güzel yeri, İstanbul'a dönüşte, Eskişehir yolu bağlantılı ve İstanbul yolu bağlantılı çevre yollarının birleştiği üç katlı, köprülü mevkidir. (Fırsat buldukça bu sonuncusu gibi orijinal şakalar yapmaya çalışacağım.) Buranın az ilerisinde de çok enteresan bir sanayi sitesi inşaatı var. Henüz binalar yok ama kaldırım taslakları, ileride sokakları oluşturacak şekilde düzenlenmiş toprak yollar, kanalizasyon sistemleri ve elektrik direkleri var. Şehir altyapısı tabirinin ne anlama geldiğini orayı görünce anladım.

İkinci Yazı

Evde kitapların arasında Hilmi Ziya Ülken'in Türk Tefekkürü Tarihi kitabını buldum (Yapı Kredi Yayınları, 2004[1933]). Bir ucuzluk kampanyasıyla almış, okumamıştım. Yine okumadım ama biraz göz attım. Kitabın yazıldığı döneme ait birkaç karakteristik özelliği not ettim. Birincisi, yarı Fransızca, yarı Osmanlıca tuhaf dili. Fransızca olan unsurlar orijinal haliyle yazılıyor, "communisme cereyanlarına kapılan bazı mütefekkirler..." gibi. İki dilin çarpımları daha enteresan sonuçlar da çıkarmış: "Collectif tefekkür" gibi bir kategoriden bahsediliyor örneğin.
İkinci olarak yalnızca Fransızca kaynaklara dayanılması gibi bir durum var. Maşallah Hachette'li, Gallimard'lı referanslardan geçilmiyor. Günümüzde akademik bilgi üretimi sanatının rüzgârları tamamen İngilizceden estiği için, haliyle olarak biraz tuhaf göründü, bir nevi milat öncesi gibi. Ayrıca, kitabın önemi veya Ülken'in "Türk tefekkürü tarihi"ndeki yeri konularında bir yargılama gibi anlaşılmasın ama bu Fransızca kaynakların kullanımında da biraz yüzeysellik vardı diyebilirim. Aslında yüzeysellik de değil, benzer durumlarla çok rastlamış kişilerin şıppadanak anlayabilecekleri bir husus: kaynaklarda cereyan eden fikir tartışmaları aktarılırken, öyle çok fazla "ben bu tartışmaya hakimim, onun her adımını izledim, oradan aktarıyorum" duygusu verecek bir aktarım tutturulamamış. Bunun yerine, tekil kaynaklardan nokta atışlar ve çok geniş özetlemelerle tartışmaların şöyle bir üzerinden geçmek gibi bir eğilim vardı. Hâlâ demek istediğimi aktaramadığımdan, kafadan bir örnek kuracağım. "Gerçi meşhur Fransız mütefekkiri Foucault'nun discours nizamlarına müteallik nazariyesi bazı zaviyelerden tatmin edici olmakla beraber Foucault da, nazariyesindeki pratique eksiklikler yüzünden İngiliz âlimi Fairclough tarafından bihakkın tenkid edilmiştir" gibi bir cümle gördüğünüzü düşünün. Şimdi bu cümle bir "yetkinlik duygusu" aksettiriyor mu? Bence öyle değil. Ucundan kıyısından zor bela bir şeye tutunmuşluk ama ona da tam hakim değillik duygusu içeriyor.

Bu, şundan da olabilir: Neşeli lisans öğrencileriyken, özellikle de birinci, ikinci sınıftayken, yazılan ödevlerdeki kelime kotalarını hemen doldurabilmek için bir cümle alıntı yaptığımız adamı ceddin deden neslin baban tanıtır, alıntılarken de yıkayıp yağlardık "BATI aleminin bu konuda yetiştirdiği en önemli isimlerden ve Collège de France'a seçilen en genç profesörlerden biri olan Didier Henri-Germain Paul Drogba [adamın on beş tane isminin olması da bir artı tabii], kedilerin kuru mamayla beslenmesine karşı çıkmaktadır" gibi. Böyle bir geleneğin imbiğinden süzülünce de doğal olarak Fransız alimi, Amerikan sociologue'u gibi kalıplar öyle bir etki yarattı. Kendi çakallıklarını Ülken'e çekiştiriyorsun derseniz de itiraz etmem.

Üçüncü Yazı

Çaykovski'nin Keman Konçertosu'ndan bir bölümü ve 1812 Uvertürü'nü buralara koyunca, google'dan epeyce ziyaretçi damlamaya başladı.

Gün geçmiyor ki "Çaykovski dinle, uvertür dinle, 1812 dinle, Çaykovski nasıl dinlenir, Pariste Son Konser filmindeki müzikleri dinle, Çaykovski Paris konseri dinle" gibi sorguların ardından birileri burayı bulmasın.

İşte bu rağbeti görünce ben de "İyiymiş" dedim ve henüz blogu bulamamış "Dumka dinle, Çaykovski Dumka scene rustique russe dinle" arayıcıları için Dumka'yı paylaşacaktım.

Ama şimdi dosyayı mp3'le, Dropbox'a yolla, upload etsin, linki al, player'ı ayarla diye uğraşmak ölüm çektiğinden, vazgeçtim. Ama google ziyaretçilerinden kaynaklı hayretin tortuları kaldı elbette.

***

Bu insanlar kimdir, necidir, neden böyle histerik şekillerde arama yapıyorlar?

Dinlemezse ölecek hastalığı mı çıktı?

Olmuyor... Yakışmıyor...

Peki ya youtube'da videolara "Çaykovski dinle, müzik dinle, klasik müzik dinle, gitar dinle, piyano, keman, orkestra, koro, senfoni, konçerto, Beethoven dinle, Chopin dinle, Mozart, adagio dinle, andante dinle, allegro dinle, vivace dinle, Kurtlar Vadisi, Polat Alemdar, Ezel, Aşkı Memnu" diye etiketler iliştiren insanlar mı bu talebe yanıt olarak doğdu...

Yoksa bu talep mi onların başta etiketleri böyle koyması sonucu bu şekillere büründü?

Buna da bir bakmak lazım...

***

Bu yazı biraz kısaca kaldığından Fatik Çekirge'liği bir adım ileri götürerek paragraflamaya oynadım.

İyi pazarlar... (Da, gün bitti iyi mi!)

06 Ekim 2010

Yine mi "küçük politika"?

Aşağıdaki alıntı, Nutuk'tan. Kitabın 1938 yılında yapılmış, yeni harflerle sanırım ilk baskı olan baskısının tıpkıbasımından (İleri Yayınları, 2006) aldım, devrin hayranı olduğum imlâ tarzına hiç dokunmadan tabii:

“Bir memlekette, bir heyeti içtimaiyede, bir inkılâp yapılacağı zaman elbette onun esbabı vardır. Ancak o inkılâbı yapanlar, inanmak istemiyen anut hasımlarını iknaa mecbur mudur? Cümhuriyetin elbette taraftarları ve aleyhtarları vardı; taraflar, ne için ve ne gibi kanaatlere ve mülâhazalara binaen cümhuriyet ilan ettiğini, aleyhtarlara izah ve kanaatlerinde ve icraatlarında isabet olduğunu ispat etmek isteseler de, onların, kastî temerrütlerini izale edebileceği kabul olunur mu? Bittabi taraftarlar muktedir iseler mefkûrelerini herhangi bir suretle ihtilâlle, inkılâpla veya eşkâli mutebereden geçirerek tatbik ederler; bu, mefkûre inkılâpçılarının vazifesidir. Buna karşı itirazlar, yaygaralar ve irticakârane teşebbüslerde, aleyhtarların yapmaktan geri durmıyacakları hareketlerdir. Cümhuriyet idaremizin ilânında Rauf Bey ve emsalinin yaptıkları gibi.” (sf. 594)
Biraz şu “İhtimal ki bazı kafalar kesilecektir” anekdotunu andıran bu satırları okuyunca aklıma Yakup Kadri ve “büyük politika” rüyaları geldi. Nutuk'un, Mustafa Kemal'in Rauf Bey, Refet Bey, Karabekir gibi isimlere sıkça ve sakınmadan “çaktığı” bir kitap olduğunu hatırlamak bile o fikrin temelsiz olduğunu iddia etmek için yeterliymiş aslında, fakat durumun, o dönemde ve her dönemde siyasetin ne merkezde cereyan ettiğinin yukarıda vurgulu cümlelerdeki güzel ifadesi, üstüne bal kaymak oldu.

Yukarıdaki alıntının şöyle bir hikayesi var: Fırka içinde oluşan muhalif grup, bakanlar kurulunun tek tek bütün meclis üyeleri tarafından seçildiği sistemden faydalanarak Mustafa Kemal'in istediği hükûmet ve meclis yönetimini sabote ediyor. Bunun üzerine hükûmet istifa ederek muhalefete pusu atıyor, “Hadi gücünüz yetiyorsa çıkarın hükûmetinizi!” gibisinden. Birkaç gün hükûmet kurulamayınca meclis üyeleri topu Mustafa Kemal'e atıyor; o da cumhuriyeti ilan eden bir kanun değişikliği hazırlayıp devletin başı olarak cumhurbaşkanı – onun görevlendirdiği başvekil – başvekilin seçtiği vekiller sistemine çeviriyor. O sırada İstanbul'da bulunan Rauf Bey ve emsali ise krizden çıkış için güçlü bir hükûmet kurulmasının yeterli olacağını, illâ bu deklarasyonun yapılmasının gerekmediğini, cumhuriyet ilanının aceleye getirildiğini, bir yerde emrivaki olduğunu, Mustafa Kemal'in bu büyük değişiklik konusunda kamuoyunu aydınlatması ve ileride daha da fazla iktidar istemeyeceğine dair güvenceler vermesi gerektiğini söylüyorlar. Mustafa Kemal ise cumhuriyetin ilanına şöyle veya böyle itiraz edip şüphecilik yapanların samimi olmayıp esas olarak hilafetin devamını istediklerini iddia ediyor. Sonuç, yukarıdaki değerlendirme işte. Yine bu bağlam da, siyasetin aşağı yukarı kemik kavgası olduğunu işaret ediyor bence. İlkokuldan üniversitedekine kadar bilcümle inkılap tarihlerine sorsan cumhuriyet işi Atatürk daha çocukken bağlanmıştı, Fransız siyasi teorisiyle Atatürk'ün kalbi arasındaki kırmızı hattan nokta atışıyla nüzul olmuştu; halbuki ortada neler neler dönmekteymiş.

Bir ufak yazı sonucu, bende kesinlikle bir üzüntüye/hayâl kırıklığına/eli eteği bir sırça köşke/çekmişmiş gibi havalara/ezcümle/yaygın Cümhuriyetçi Hıncı'nın bir örneğine sebep olmaması gerektiğine dair kendimi eğittiğim bu gerçeği biraz unutur gibi olduğumu fark ettim. Bu hafta içinde Sevan Nişanyan, süregiden anadil tartışmalarına birkaç Anayasa maddesi öneren şu yazıyla katkıda bulundu. Bir noktada, “teoride böyledir ama pratikte böyle olamaz”a (Selam Kant!) varan bir şey söylüyor; özetle diyor ki, normal, tipik, klasik özgürlükçü yaklaşımıyla, özellikle bir dilin adını anmadan, küllünün üzerindeki yasakları kaldıran, hepsine alan açan bir metin sorunların çözümü için yeterlidir; fakat, Türkiye için bu yeterli değildir. Türkiye'nin yakın tarihine bir silahlı ve siyasi hareket, bir şekilde damgasını vurmuştur ve yapılacak herhangi anayasa değişikliği, temelde bu silahlı ve siyasi çizginin politize ettiği sorunları çözebilmek amacındaysa, o çizginin siyasetine cevap niteliğinde olmak, onu gözardı etmemek zorundadır. Dolayısıyla kesin çözüm, metnin Kürtçeyi zikretmesinden geçer. Nişanyan da yazısının kalanında, dengeyi bulma arayışında. Tam olarak talebi karşılayabilecek kombinasyonun peşinde bazı kavramsal arayışlarda bulunuyor, ulusal dil, yerel dil, bölgesel dil, vs. gibi.

Yazıyı ilk okuduğumda birden kendimi içinde yakaladığım Yakup Kadrilik şuydu: neden teorik olarak doğru olanın içeriği gayet iyi bilindiği halde, yerel gündemin doğrularına teslim olunur ki, diye düşünmüştüm. Öyle ya, Türkiye'nin kendi gerçekleri, “evrensel” siyasi pozisyonların ve onlarla ilişkilendirilen önceliklerin safkan hallerini epey bir kırıp dökmüşse, bu yerel gerçekliğe uymak zorunda olunmasın, onun yerine bu çarpık gerçeğin tarafları kendilerine çeki-düzen versin, fikir-teori irtifalarına çekilsinler. Örneğin silahlı ve siyasi harekete densin ki, “Şu işi ilkeleri tartışarak yürütelim, böyle -ne bileyim, zaman içinde bağımsızlıktan demokratik özerkliğe, oradan anadile inecek şekilde- eşşeğin kuyruğundan ne kıl koparsan kâr hesabı yürütmeyin”. Öncelikle, duruma, gerçek insanlardan azizlerin kitabî etik performanslarını bekleyen, yanlış, hayâl kırıklığına mahkûm bir açıyla bakıyor! Daha vahimi de, “klasik özgürlükçü bakış açısını”, düşünsel pozisyonları, işin teorisinde bir muhafazakâr ne düşünürse işte onu, kemiksiz, şeffaf, normal, temiz, bu baldırı çıplak kavgaların dışında duruyor zannetmek gibi bir hatası da var ki, bambaşka ve çok şeytan tüylü bir konu.

Halbuki bu siyasi işlerin tam da (selam sana da, ey Radikal2'liğin altın vuruşu tam da!) bu merkezde olduğunu görmek gerek. Siyasi süreçler deve güreşi misali oluyor; bu bir eksiklik, çürüklük, bozukluk değil. İktidar ile çalışan, o geçer akçe birimiyle hareket eden herkes kirleniyor. Sevgili Cümhuriyetçi, senin ülkemizde olup bitenleri çarpık bir kopyası sandığın pirüpak süreçler de aynı ölçüde kirli idi. Sadece hepsinin kazananı sonradan kendisini aklayıverdi. Bak Mustafa Kemal işin nasıl da farkında, muarızlarını kemik kavgasında boğuluyor gösterip kendini nerelere çekiyor.

Gerçi bu yanılgının Cümhuriyetçiye has olmadığını da teslim etmek gerek. AKP, hakkında açılan kapatma davasında on düşünüp bir adım atarak kendisini mahkeme önünde savunuyorken, parti söyleminin terkisindeki bazı köşe yazarları, “Niye bu iddianame ciddiye alınıyor? Niye tek tek bütün suçlamalara yanıtlar verilmeye çalışılıyor? Neden savunma tarihe geçecek bir DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜKLER MANZUMESİ biçiminde yapılmıyor, niye bu tiyatroya şöyle güzel bir ders verilmiyor?” diye hayıflanıyorlardı. Oldu, yumurta küfesi senin sırtındayken artık sen yazarsın o manzumeyi.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails