Bu yukarıdaki, akademik dünyanın meseleleriyle ilgili benim şimdiye kadar gördüğüm en büyük kritiklerden biri. ODTÜ Sosyoloji bölümü öğretim üyelerinden Hasan Ünal Nalbantoğlu tarafından yazılmış, her büyük akademik dönemeçte yeniden dönülmesi gerektiğini düşündüğüm bir makale. Son okumamın üzerinden epey süre geçtiği için şimdi bu metnin ayrıntısına giremeyeceğim ama ardından gelen şeyin sağlamlığını hissettirmekte tuhaf bir potansiyeli olan giriş satırlarını alıp, başka bir şeye bağlayacağım. Nalbantoğlu'nun burada bahsettiği bile bile lades biçiminde paylaşılan akademik diplomasi dili ve yavansöyleminin pek nadide bir örneğini sunmak istiyorum. Fakat belki önce ortamı biraz daha tarif etmek gerekebilir.
Konuşma, sempozyum, konferans türü toplantılar, konuşmacının tercihen daha tecrübeli ve daha ak saçlı bir başkası tarafından tanıtılmasıyla başlar. Tanıtıcı, bir yandan şöyle süperdir böyle hiperdir diye konuşmacıyı överken, dikkatli şekilde fazla da ileri gitmemeye çalışır; çünkü kendi 'takdis eder'-konuşmasını sağlar-müsaade eder konumunu unutmamalıdır. Bu meyandan olmak üzere, eğer biyografinin parçalarından biriyle ilgili kendi yaşanmışlıkları varsa muhakkak bunları araya serpiştirir; örneğin "Doktorasını güzel New York şehrinde tamamladı" diyerek mekâna izini bulaştırmaya çalışır; ya da "Profesör Steward Jamainko hâlâ orada mı" gibi küçük bir soru sorar. Biyografisinin üstat'tan süzülmüş hali dillendirilirken konuşmacı da utangaç şekilde kendi biyografisini dinler. Sonra konuşmasına başlar. Konuşma mutlaka verilen süreden fazla sürme eğilimindedir. Tanıtıcı-moderatör onu da kibarca hatırlatır; kendi kendine yahut da temsil ettiği kurum, enstitü, seminerler serisi tarzı kurumların olanak sağlayıcı ve belirleyici konumu tahkim edilir. Konuşma bitince önce sunulan bir alkışlanır; sonra soru cevap faslına geçilir. Onun da bir düzeni, izlenmesi gereken bir yapısı vardır. Soru sorucular sorularına küçük bir övgüyle başlarlar; sonra eleştirilerini sıralarlar. (Hep bu noktada ortaya çıkan, bahsettiğimiz yavansöylemin parçalarından biri, ekşi sözlük'ten babaerenler tarafından çok güzel dile getirilmiştir: 'Nerde benim değişkenim' eleştirisi) Bu eleştirilerle sunulan şeyin içeriğinin değiştiği çok fazla görülmez. Soru soran kendini ortaya koyar, konuşmacı kendini tekrar ortaya koyar, bütün bu eleştirilerin sonunda tanıtıcı kılığındaki kurumun kendisini tekrar ortaya koymasıyla tören sonuçlanır. "Tea/coffee break".
Bütün bunların neresinde bir sorun olduğu sorulabilir. Kaldı ki, bütün bunların yerini alacak post-yapısal havalarda bir yaratıcılığı sanıyorum ben de hiç tercih etmezdim. Bununla birlikte, -belki ben hep tuhaf olanlarına denk geldim, bilemem ama- bu ritüeller (ve konuşmacıların kullandıkları küçük retorik oyunları ve daha neler neler) benim kısıtlı tecrübelerimin çoğunda, bir boşluğun kamuflajı niteliğinde oldu -geçenki "program notları" gibi-. Öte yanda, akademik-bilimsel alanın kendisini sıkça yalnızca gerçeğin ve işlenmiş düşüncenin baskın çıkabileceği otonom bir eşitler cumhuriyeti gibi erdemlerle süslü biçimlerde kurgulaması var. Bu yüzden, boş kanaatlerin, mağara duvarlarına vuran yansımaların aksi olarak gerçek ve taze bilgiyi üretme işini kendi üzerine öyle veya böyle almış olan bu alanın parçalarının böyle yavanlıklara dolanıp yumak olması bana komik geliyor. Zaten her hâlükârda rutinleşen, ritüelleşen, o anda üretilmiş olmayan davranışlara dikkat etmek gerek diye düşünüyorum.
İşte 'Zaten bunlar ideal tipler' savunması da, bahsettiğim toplantılarda sıkça kullanılan ezberlerden biri. Genelde şöyle ortaya çıkıyor: konuşmacı, ampirik dünyayla bağlantısı dinleyiciye kuşkulu görünen bir zihinsel araçtan bahsediyor. Sonra konuşma bittiğinde, kuşkulu dinleyici "Bu böyle değil" şeklinde özetleyebileceğimiz bir itirazda bulunuyor. Daha afili formüle ediyor itirazını elbette. Eleştiriye yanıt verme sırası gelen konuşmacı da, zaten Weber'in bahsettiği anlamda ideal tiplerden birinin söz konusu olduğunu belirtiyor. Demek istediği aslında çoğunlukla şundan ibaret: İdeal tip diyorum, Sosyoloji 101'lerin baştacından bahsediyorum, hepimiz okuduk, biliyoruz, ampirik dünyadakiyle aynısı olmak zorunda değil; bu analitik aracı konuşmaya çağırdım, bu bana ampirik dünyayı takmama lüksü veriyor, sen de bir zahmet bu kavramın ve Weber'in ismine itaat edip benim ampirik dünyayla olan alakasızlığımı sorun etmemeye başla. (Kuşkusuz bu tercüme de bir ideal tip.. Weberyen anlamda. Haha!) En alakasız disiplinlerin konuşmalarında bile bu sözde Weberyen çilingirizme başvuruluyor; bütün disiplinlerin Sosyoloji 101 görmesi sonucu sanırım.
Elbette ideal tip böyle bir şey değil. Bir idel tipin ampirik dünyadan kaçmayı haklılaştırıcı bir gerekçe olarak değil, ampirik dünyanın 'akıl sır ermez' karmaşıklığıyla başa çıkabilmenin bir aracı olarak düşünülmesi gerek. Gerçekten de ampirik dünyadan alınabilecek milyarlarca 'doğru' parçasına karşı bir alerji söz konusu; ama onlara bulaşma külfetinden -nasıl olacaksa- kurtulmak için değil, aksine onları 'ham' halden daha işlenmiş hale getirebilmek için ideal tipler inşa edilip kullanılıyor. "Sosyal dünya eğer rasyonel kanunlara göre işleseydi şu durumda nasıl bir aksiyon dizisi meydana gelirdi" şeklinde bir soru söz konusu, buna durumun bütün gerçeklerini sıkıca inceleyerek (ve aynı zamanda kendi zamana-mekâna gömülülüğünüzü de unutmadan) yanıt verdiğinizde, elinizde bir ideal tip oluyor; fakat elinizdeki şey son zamanların popüler deyimiyle bir amaç değil bir araç olduğundan ve dünya ne sizin ideal tipinize, ne de rasyonel kanunlara göre işlediğinden, bu tipin sürekli gerçeklerle denenmesi gerekiyor.
Bilginin yeri ve şekli konusundaki bütün kavgaları bir yana, Weber sanırım hiçbir zaman mutlak olanın ampirik olan değil de ona yaklaşmanın bir yolu olan ideal tip olduğunu iddia etmezdi. Bir ideal tipin ampirik dünyaya aykırı algılanması durumunda, salt onun bir ideal tip olduğu bilgisi, aykırılığın görmezden gelinmesinin gerekçesi olamıyor dolayısıyla. Ama bizim konuşmacıya ne gam! O oturduğu yerden öyle görmüş. itiraz kabul etmediği gibi, reddiyesini de şıklaştırmış, Weber'e havale etmiş. "Bu anahtar bu kapıyı açmayacak galiba" denen birinin anahtarını gururla gösterip "Olur mu oğlum, KALE marka bu" demesi gibi bir şey.