06 Nisan 2010

Yanlış Cumhuriyet - Sevan Nişanyan


Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru - Sevan Nişanyan

Kitabı bitirince aklıma önce Emre Kongar'ın Tarihimizle Yüzleşmek (Remzi Kitabevi, 2006) adlı sade suya tirit kitabı geldi. Bir kitapçıda, bu kitabın ya "Abdülhamit Ulu Hakan mıydı, Kızıl Sultan mıydı?" kısmını, ya da "Ermeni olayları soykırım mıydı?" kısmını okuyup eğlenmiştim. Abdülhamit ile ilgili sorunun soruluşu şekli, seçilen kelimeler bile yaklaşık yüz senelik. (Yanıtını da hatırlatayım: "Abdülhamit ne Ulu Hakan'dır, ne de Kızıl Sultan'dır. İkisinin de ötesinde bir bakışla bakmak gerekir" gibi bir şey. O bakış hiç gelmez ama! Tarihle yüzleşme iddiasındaki Kongar, kitabında en bayat klişeleri böyle art arda dizip geçiyordu.) Zaten tarihle değil, tarihimizle yüzleşiliyorsa, anlayacaksın ki apology apology üstüne binmiş geliyor; her hikayenin sonunda hep Türkler iyi güzel doğru oluyor. Neyse, o da öyle bir kitaptı işte. (Kongar konuyla ilgisiz ama daha beterini söyleyeyim: Nişanyan'ın kitabının en azından bir kısmını, mega Kemalist Sina Akşin'in Türkiye'nin Önünde Üç Model (Telos Yayınları, 1997) kitabıyla birlikte okudum; elim ayağım birbirine dolandı.)

Nişanyan'ın kitabı ise, en azından, onunla kıyaslanamayacak kadar derin bir "tarihimizle" yüzleşme sürecine davet niteliğinde. Kitap, -hepimizin alışkın olduğu 'Türk devrimi'nin istisnailiği iddiasına karşı- Türkiye Cumhuriyeti'ni, içine doğduğu uluslararası bağlama oturtan bir bölümü izleyen ve yedi ana başlık altında (Demokrasi ve Cumhuriyet, Kul Kültürü, İnkılaplar, Batılılaşma, Laiklik, Ulusçuluk ve Milli Mücadele) soruşturulan sorulardan oluşuyor. Aşağıdaki belgede bu soruları görebilirsiniz Soruları taratmayı ben de düşünmüştüm ama zaten TBMM Kütüphanesinin internet sitesinde bulunuyormuş. Her sorunun, resmi "tarihimiz"in ilk anda çağrıştırdığı yanıtların tam aksi istikamette yanıtlandığını söylersem herhalde kitabın genel havası meydana çıkar. 


Kitabın ana duruşunu da, kitabı kuşa çevirme pahasına özetlemeye çalışayım: Cumhuriyet'in iddiasının aksine, Osmanlı Devleti'nin ömrünün son yüzyılına damga vurmuş olan Batılılaşma hareketi, birtakım somut yararları görünen ve ağır aksak da olsa kendi yolunda ilerleyen bir süreçti. Eğitim, sağlık, altyapı, devlet teşkilatlanması gibi temel göstergelerde gerçekleştirilen atılımların yanı sıra, özellikle de İkinci Meşrutiyet'in ilanından İttihatçıların sistemin başına geçmelerine kadar olan evrede, Batı uygarlığının siyasi kültürüne ait kurum ve idealler de kör topal da olsa kurulmaya başlamıştı. (Bu sonuncuların meyanında şunları sayıyor: "hukukun üstünlüğü, güçler ayrımı, mülkiyetin dokunulmazlığı, dinin ve bilim kurumlarının devlet müdahalesinden masuniyeti, [...] basın özgürlüğü, parlamenter yönetim, serbest seçimler, demokrasi" [sf. 291]). Ancak İttihat ve Terakki'nin siyaset sahnesine çıkıp hakimiyeti ele geçirmesiyle başlayan, savaşlardan ve envai çeşit badirelerden geçip Mustafa Kemal'in iktidarını tahkim etmesiyle biten sürecin sonunda, bu yüz yıllık yolculuk durdurulmuş oldu. Dahası, Mustafa Kemal'in kurduğu rejim, aksi yöndeki bütün o tumturaklı propagandaya rağmen, hemen hemen her bakımdan, bu sürecin "kazanımlarını" tahrip etti. Bu rejimin, hem kendi hakkındaki, hem de kendisinden önce olup bitenler hakkındaki iddiaları neredeyse tamamen yanlıştır ve bugün (hem Kemalist cumhuriyet, hem de onun öncesi, sonrası, sağı-solu hakkındaki) bu iddialar hâlâ hakim söylem durumunda olduğu için, günümüzde yaşanan birtakım sosyal ve siyasi sorunların da kökenini teşkil etmektedirler.

Yazmaya başlamadan önce tahmin ettiğimden de kötü bir kuşa çevirme oldu. Kalıptan çıkmış Cumhuriyet çocuğu olmayan herkes için az çok tanıdık gelebilecek bir program gibi görünüyor yaptığım özetten; fakat iş o kadar basit değil. Hem bu savların ayrıntılanması gayet eli yüzü düzgün olmuş; hem de bu kitabı önemli kılan çok başka bir durum var: paradigma-dışılık. Böylelikle kitabın sunduğu içerik, gayrıresmi tarih literatürüne aşina olmayanların yanında, bu literatürden az çok parçalar görmüş olanlara da yeni açılımlar vadetmiş oluyor.

Kitabın sıradışılığı konusunu bir örnekle açıklayayım. Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi herkesin malûmudur. Bugün kimse bu iki fikri ciddiye almak, içeriğini samimiyetle savunmak pozisyonunda değildir. Ama üniversitelerin ilgili bölümlerinde verilen siyasi tarih dersleri esnasında söz bu fikirlere geldiğinde yapılan ve ilk bakışta göze biraz eleştirel düşünce mahsulüymüş gibi gelen değerlendirme, klişeleşmiştir. Bu değerlendirmenin çok kabaca özeti "Evet, bunların iler-tutar yanı olmadığını biliyoruz, fakat yine de bu teorileri, savaşlardan yeni çıkmış bir millete moral aşılamak ve onun medeni dünyanın bir parçası olduğu iddiasında bulunmak için düşünülmüş söylemler olarak değerlendirmeliyiz" şeklinde. Bendeniz üniversite eğitimim boyunca çeşitli siyasi yönelimlere ve tarihi-değerlendiriş-tarzlarına sahip en az üç farklı hocadan bu söylemi dinlemişimdir. Kamuoyundaki profili bu hocaların hepsinden daha 'farklı' bir yerde bulunan Baskın Oran'ın da bu klişe değerlendirmeyi işlediği bir metni, Nişanyan tarafından kitapta ilgili sorunun başına epigraf olarak konulmuştur. Bütün bunları düşününce insan, zaman zaman "işte eleştirel düşünce örneği böyle olur" sosuyla sunulan bu söylemin, aslında tam tersine, körleştirici etkiye sahip paradigma durumuna geldiği kanaatine varıyor. Bugün Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi'ni değerlendirmenin maalesef tek bir yolu var gibi görünüyor. Akademik alanda meskûn değerlendiricilerin eleştirelliğinden bağımsız bir şekilde bu böyle. Nereyi açıp bakarsanız millete moral verme apology'sini görürsünüz; çünkü bu konuyu düşünce biçimi, kemikleşmiştir. Akademik çalışmaların "devlerin omzunda yükselme" şeklinde özetlenen tavrının, tembellikle birleşerek insanın önüne duvarlar çekmesi, söylenenleri kapalıdevreleştirmesi söz konusudur ve bu da bunun bir örneğidir.

Nişanyan bu noktada soldan girer ve şöyle sorar: Millete moral vermek, onu medeniyet yolunda motive etmek için bilimin böyle ayaklar altına alınması ahlakî midir? Millete moral vermek amacıyla siyasi otoritenin buyruğuna giren bir bilim, ne kadar bilimsel olabilir? Ve siyasi programına bilimi böyle kul köle eden bir otorite, nasıl olur da akılcılığın, bilimselliğin tek yerel bayii sayılabilir? Bu örnek konuda bu sorulara, bilip gördüğüm kadarıyla başka bir yerde rastlamak mümkün değil. İşte bu durum, bu kitabı özel yapıyor. Yanlış Cumhuriyet bende böyle bir açılım yarattı. Kitapta bunun gibi gayrıresmi olmakla birlikte klişeleşmemiş ve kemikleşmemiş sürüyle düşünce bulunduğunu, üstelik bu düşüncelerin "gidiş yollarının" da ilginç olduğunu (yani söylemlerin, refahın konut inşasıyla ölçülmesi örneğinde olduğu gibi, tartışmalı bulunabilecek olsa da yine de gayet ilgi çekici şekillerde kurulduğunu) rahatlıkla söyleyebilirim. Daha önceden düşünülmüşse bile hiç bu şekilde düşünülmediği kesin olan düşüncelerden oluşan bir kitap Yanlış Cumhuriyet.

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails