"Flights into the imaginary, just like revolutionary declarations, are also ways to seek refuge from powerlessness" P.B.
04 Mayıs 2013
Can Yücel diyor ki:
"Demem o ki Türkler de "faşizm" denen illete bünyece yatkın ve mâruzdurlar. 71 yıllık, T.C. tarihi bu illetin kısa ve uzun nöbetleriyle lebâlebdir.
İlk cinnet belirtileri, Nazilerin Almanya'nın ümüğüne resmen oturmasından sonra, 1936'larda başladı. On yaşındaydım, vaktinin çoğunu bizim evde geçiren, ailenin kızı sayılan Selma Abla'nın Safi Bey adlı bir Bulgar göçmeniyle nişanlanmasıyla çıktı bu maraz karşıma. [Bu hikâyeyi anlatıyor.] Bu anlattığım epizot, o dönemki Türkiye'de gürül gürül akan ırmak-romandan sadece bulanık bir bardak su... Bu ırmak kaç koldan akıyorsa artık, ama, Deutsche marklarla şişen Beşinci Koldan beslenirdi. Sanırım, Safi Bey'in olanca gençliğine karşın, gebeleşmiş karnı bu kayımelerle doluydu. Başka kâğıtlar da vardı ortalarda dolaşan. Tasvir-i Efkâr givi varaklar. Cumhuriyet gazetesinde de Nadir Nadi Bey'in pro-Nazi röportajlarını kıraat ederdik... Harp patladıktan sonra da, gazeteleri Gnl. Erkilet gibi, Prusya eskisi, uzmanlığı kendinden menkul askerlik allâmeleri, strategleri istila etti, o güne kadar pek makbul sayılan pehlivan tefrikalarını tuşa getirdi... Biz çocukluğumuzda, şimdiki çocuklar gibi bilgisayarlarla değil, harp haritalarıyla oynardık... Hüseyin Cahit'in Müttefik yanlısı kalem cayırtılarına kulak kabartırdık... O sıra başka bir furya başladı, örgütlü cinsinden bir yayın, dergi yayılımı. Orhun dergisi falan... Başında Atsız diye bir "gauleiter" vardı. Zaten okullarda binbir ok işaretiyle kafamızı delik deşik etmiş olan Ortaasya ve Göçler tarihinin taşbasmalarıyla milletin kafasını ütülerdi. "Altay'dan attığımız ok, kırk yıldır yediğimiz bok" hesabı...
Başbakan Saraçoğlu'na mektuplar döşenir, Sabahattin Ali'yi, Sabiha Hanım'ı curnal ederdi... Bir de Reha Oğuz diye gençten bir zıpır vardı, muşambalı, çizmeli, motosikletli, caddeleri kendi başına bir SS panzer bölüğü gibi patır patır dolaşırdı. Kısa bir tabutluk serüveninden sonra Yeni Dünya'da karar kıldı. Bir ara Özal saltanatında "okul-dışı" eğitim uzmanı sıfatıyla buraya teşrif ettiydi. Şimdi yine eski Amerikan kürkünü kuşanmak üzere memleketine dönmüş olmalı. Türk-Keş de onlardandı ama, kışla korunağı ardından, 1944 emniyet baskınında onun da gerçi başı belaya girdiydi... Gençler ikiye bölünmüşlerdi: Solcularla Türkçüler... Ben de bu çıngara D. T. Fakültesi'nde karıştım... Mübalağa cenk olurdu... Rektörün yüzüne tükürülür, Tan yakılır, kitapevleri yağma edilir, kitaplar yakılır, falan, malûm Nazi âyinleri... "Ayin" dedim de aklıma geldi. Bu bozkurt yavrularının aptestle namazla zinhar ilgileri yoktu. Şimdiki Türk-İslam Sentezi daha icat edilmemişti. Akılları Baykal Gölü'nde yıkanmaktaydı, gusul aptesti almakta değil. Kımız getirtip içenleri de varmış, derlerdi. Ben hiç içmedim o zıkkımı... Kendilerini Orhun anıtından uğrama Şaman müsveddeli olarak görürlerdi tabû tabancalı, Nazi marka. Harp azdıktan hele Sovyet Cephesi açıldıktan sonra, işler büsbütün kızıştı. Bu akım, yukarlara, hükümet, parti kademelerine omzu kalabalıklara kadar sıçradı...
Dostum, gazeteci Şinasi Nahit Berker anlattıydı. Şinasi, Mevhibe Hanım'ın akrabası olurdu, o ara Çankaya sofralarına o sıfatla kenardan fıkara bir akraba olarak katılırdı... Bir akşam sofrasında İnönü başköşede yanlarında hep o kodamanlar yemek yeniyor, hafif demleniliyor. Sağdan Saraçoğlu başlamış "Paşam Almanlar Kafkaslara sarktılar, soydaşlarımıza biz de yardım etsek", diye. Paşa, elini kulağının arkasına dayayıp, "Anlamadım, anlamadım!"diye geçiştirmiş. Derken soldan bol yıldızlı bir muhterem, "Yeter ki siz emir verin, ordularımız harikalar yaratır," diyecek olmuş. İnönü yine "Anlamadım, anlamadım!"diyesi olmuş. Derken koca masanın ücra ucundan Şinasi, Ömer'e "Yahu, bir votka daha içsek?" diye fıslamasıyla öbür uçtan İsmet Paşa seslenmiş. "Şinasi, bu üçüncü oluyor, yeter artık!"
Diyeceğim, İkinci Cihan Harbi faşizmimiz Türkiye'yi bir Nazi eyaleti etme pahasına, Orta Asya'da Turan'ı ihya özlemiyle kendini göstermişti... O özlem başka biçimde başka koşullarda koşturuyor yine, ama başka kolpalarla, Siyaset Meydanı'nda Ali Kırca geçirdiği "metamorfozdan" sonra Nazım'ı bile unutmuş olacak ki, Türkeş'in Nazım'ın şiirini bile okumaya başladığını söyleyerek "Yükselen Milliyetçilik" tartışmasını açtı. Ama Tür-Keş Nazım'ı nasıl okumuştu acaba?.. Neydi Nazım'ın esas dizeleri? Şöyle:
Dört nala gelip Uzakasya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim
Türkeş ise ilk dizeyi
Dört nala gelip ORTAASYA'dan
diye okumuştu...
Vay açıkgöz vay! Bu memleket senin ha!...
NON PASARAN!
NAH GEÇERSİN!..
[...]"
Bu pasaj, Türk Aydını ve Kimlik Sorunu adlı derlemede (der: Sabahattin Şen, Bağlam Yayınları, 1995) yer alan yazısından ("Asansörle Yükseltilmek İstenen Çukurlar") alıntı. Daha önce de Gerçek dergisinde yayımlanmış (No. 34-35, 1994).
10 Nisan 2013
Richter muamması
Bu, efsane piyanist Sviatoslav Richter hakkında bir film. Yukarıdaki, ilk kısmı. Piyanistin birilerine “Hadi Prokofyev dinleyelim o zaman” demesiyle başlıyor ve artık emekliliğini sürmekte olan bu yaşlı, zayıf ve karamsar adamın hayatında tarihten tarihe, konudan konuya, olaydan olaya atlayarak geziyoruz. Kaçınılmaz olduğu ölçüde birazcık kronolojik gidiliyor; çocukluk-gençlik-sonrası gibisinden; fakat sıralama, sıralılık gittikçe bulanıklaşıyor ve sonunda anlatılar sıra dizi dinlemeden o kadar birbirinin içine giriyor ki “Galiba bu ayrıntılarının üzerine giydirilmiş başka bir hikâye yok” diyebiliyorum. Hikâye hayata galebe çalsaydı böyle olmazdı. Anlatılar, anılar hizaya çekilir, sırayla yürürdü. Belki de kendini hissettirmeyecek kadar sinsiden ilerleyen fazla ustaca bir hikâye var, bilinmez. Ama öbür türlüsüne inanmak daha cazip. Bu filmde birileri Richter’i güdüyormuş, lafın oraya değil de buraya gitmesini sağlıyormuş gibi gelmiyor. Zaten bir anlatıcı da yok. Filmin yönetmeni (aynı zamanda kemancı) Bruno Monsaingeon da hafiften bu konulara değinmiş; Richter gibi biriyle de ancak böyle bir şey yapılabileceğini iddia ediyor. (Nitekim filmin ilerleyen safhalarında Richter de –bir kavgada parmağını kırıp boş kaldığı bir dönem hariç– hiç orkestra şefliği yapmadığını anlatırken “Nefret ettiğim iki şey analiz ve iktidar. Bir şefin bunlardan kaçınması da mümkün değil” diyecek.) Yönetmen biçime dair bir şeyleri ölçüp biçmiş ve en sonunda böyle bir karara varmış. Richter’in de ikna olacağı iyi kötü bir çekim yapısını bulması iki sene sürmüş. Filmin en başında, bir de ikinci yarı başlamadan önce ekrana ufak bir metin düşülmesi uygun görülmüş; ama sonradan çıkarılmış mı, yoksa bizim şansımıza mı öyle olmuş bilemiyorum ama bugün internetlerde bulunan kopyalarda bu yazılar da okunmuyor, ancak başı sonu olmayan birtakım kelimeler seçilebiliyor. Bunun yerine sadece “Hadi Prokofyev dinleyelim o zaman” ve hikâyeler başlıyor.
Bahsettiğim kaçınılmaz olduğu ölçüde izlenilen kronoloji filmin ilk yarısına, Richter’in çocukluğundan Stalin’in öldüğü tarihe kadarki hayatını ele alan kısma daha bir hâkim. İkinci bölüm Richter’in konser vermek üzere hiç hazzetmediği Amerika’ya istemeye istemeye gidişiyle (“Keşke treni kaçırsaydım” diyor) açılmakta. Ama bu bölümleme keyfî gibi; çünkü ne Stalin’in öldüğü tarihte bir şeyler bitmiş, ne de Amerika’ya gidişiyle yeni ve tamamen bambaşka bir safhaya girilmiş. Ortada Richter’in bize anlattıklarından öte bir hikâye olmadığı fikri yine su yüzüne çıkıyor –güven uyandıran bir şey bu. Kendini anlatan ve keyfine göre, hesapsızca anlatan insan; kendi dışındaki bir şeyi, bir de ipe dize dize, malzemesini hizaya soka soka, bir şeyleri hikâye ettiğini hissettire hissettire anlatan anlatıcının beraberinde getirdiği kuşkulardan azade oluyor.
Neyse, Richter’in anlattığı hikâyelere geleyim; bana göre bunların tamamı son derece ilgi çekici hikâyeler. Birkaç tanesini merceğin altına almak isterim.
1) Prokofyev. Şahsen pek aşinalık sahibi olmadığım bu besteci ile ilgili anlattıkları çok ilginçti. Güvenilmezliğini, tekinsizliğini yakınen hissettirdi. En çok hoşuma giden, Richter’in çaldığı bir eserinin seyirciden gördüğü büyük ilgiye şaşırması ve “Niye biliyorum; benim konçerto bittikten sonra bis olarak bir Chopin noktürnü çalarsın diye geliyorlar” demesi oldu. Basitçe tevazu deyip geçmeye içim elvermiyor; buraya ufak bir hikâye dayatmadan edemeyeceğim: burada hoşuma giden, Prokofyev’e sevgi duymamı sağlayan şey kendisi ve yaptığı iş hakkında asla ve kat’a bulşite mahal vermemesi. Kendini aşırı ciddiye almayabilmesi; kıymetinin –kendi kendisi için mutlak olsa da olmasa da–insanların geri kalanı için izafi olduğunun çelebivaricenek farkında olması. Üstelik bunu az buz değil, Prokofyev olarak yapıyor. Ben gene olarak böyle insanlardan yanayım. Fakat ben de oyumu Prokofyev’in eseri yerine bis olacak Chopin noktürnünden yana kullanırdım.
2) Savaş anıları. Burada iki aktarımı bende epey yer etti: sokak hoparlörlerinden Oystrah yorumu ile Çaykovski Keman Konçertosu’nun yayınlandığı harabe olmuş şehir hakkında söyledikleri; ve yine bombardıman altında 1944 yılına giriş yaptığı otel odasından gördüğü Leningrad manzarasını anlatış şekli: “Her şey karanlık, güzel ve gizemliydi.” O yılbaşından birkaç gün sonra konser verdiği, bütün camları aynı günün sabahı yapılan bombardımanla kırılmış Filarmoni Salonu anekdotu da hatırlanabilir.
3) Glenn Gould ve Richter. Richter’in kendi piyanizmini yorumlayışında müthiş güzel bir basitlik var. Hocası Neuhaus’un kendisine olan katkısını “serbest bıraktı; çalışımın açılması gerekiyordu” şeklinde ifade ediyor, ya da “Çalışınızda bir evrilme oldu mu?” sorusuna “Olduysa bile farkında değildim. Ben daima tek bir doğru çalış şekli olduğunu düşündüm. Çünkü notayı okuyordum.” gibi bir cevap veriyor. Bu da bence insanı deli edebilecek bir bulşitsizlik seviyesi. Buna karşılık filmde bir de Kanadalı eksantrik piyanist Glenn Gould’un Richter’i anlattığı kısım var. Önce müzisyenleri ikiye ayırıyor; enstrümanını kötüye kullananlar, enstrümanları ile ilişkilerini gözümüze sokanlar ve sokmayanlar vs; o kadar sıkıcı geliyor ki şimdi filmi yeniden açıp ne dediğini öğrenmek dahi istemiyorum; ezcümle kendisi dışındaki bir şeyi –tamamen kendisinden çıkan keyfi bir hikâyeye bulayarak– anlatan anlatıcı olarak hindi gibi kabarıp ortalığı “analiz ve iktidara” boğmuş. İşin güzel yanı, söylediklerinin Richter’de hiçbir karşılığı yok. İşte buna film yeniden açılıp bakılır: olanca eyvallahsızlığıyla “Schubert’in Gould’un anlattıklarıyla alakası yok” filan diyor. Gould’un analiz patlatması ile Richter’in bu analizlere doğru dürüst bir cevap bile verememesi arasındaki zıtlık keyif verici.
Bir de filmin sonunda işte esas hikâye var. Richter filmin başında “Belki de ilgi çekici olan bu hatıralar artık bana lezzetli gelmiyor” diyerek şaşırtmış; film boyunca özeleştiri kılıcını tavizsiz şekilde kendisine çevirip durmasıyla böyle bir şeyin gelebileceğini biraz hissettirmişti: Aslında kendi arşivinden alınan görüntülerde gülüp milletle şakalaştığını; kendisiyle röportaj yapan gazetecileri kâh alaya aldığını, kâh da –konserleri erteleme konusu konuşulurken ekrana gelen bir görüntüde yarı aralık kapının arkasından “Kapat kapat! Hay Allah cezanızı..” dercesine kovuşu misali terslediğini; envai çeşit muziplikler yaptığını görmüştük. Ama işte kendisine dair beğeniyi hak edilmemiş buluşunu da görmüştük. İşte bu konunun sonu şöyle bağlandı: Haydn-Mozart kıyasından, Mozart’la ilgili yaşadığı sorunlardan birden kendisine geçti. Bütün o tuhaf mizacına karşın serinkanlı tabiatlı olduğunu, yaptığı iş hakkında nesnel bir bakış geliştirebildiğini söyledi. Sinir sistemiyle ya da işitme yetisiyle ilgili bir sorundan ötürü artık notaları doğru algılayıp üretememek gibi bir felâketle karşı karşıya kaldığından, duyuşunun akortunun bozulduğundan, artık piyano çalmaktan korktuğundan, bu yüzden emekliye ayrılmış olduğundan bahsetti. Bu esnada bir Chopin etüdünü çalmaya çalışıp doğru dürüst çalamıyor, kendi deyimiyle “büsbütün başka bir şeye dönüştürüyordu”. Yönetmen incelik edip bu görüntünün görüntüsünü ekrana vermedi, piyano çalan bir fotoğrafının üzerine sesi düşürdü sadece. Ardından da birkaç sene öncesine ait bir resital kaydından aynı etüdü izlettirdi. Kendisinin beğendiği, fakat eleştirmenlerin beğenmediği bir performansmış o resitaldeki. Bence gayet güzeldi.
Filmin en sonuna denk gelen dakikalarda mutsuzluğu iyice yüzünden okunuyordu. Devam etti: Rahatsız olduğu bir çok şey varmış. Müzikten değil, genel olarak hayattan rahatsızmış. Dikkat dağıtan şeylerden, yüzeysel şeylerden. Bunları söylerken önce çok hafifçe gülüyordu, sonra yavaş yavaş bu istihzalı gülüşü kayboldu. Filmin en son repliği olarak defterinden her şeyin gelip dayandığı mevzuu okudu: “‘Kendimi sevmiyorum.’ Evet, bu.”
Burada bence "Her ağacın kurdu özünden olur" gibi bir olay var. Belli ki, ömrü boyunca sanatını sürekli en tepeye doğru itecek, etrafında dolanıp duran envai çeşit bulşite bulaştırmadan saf haliyle koruyabilmesini sağlayacak şekilde "muayyen bir hadde" tutmayı başardığı bu temel özelliği, elinde olmayan nedenlerle sanatını yitirmesini takiben Richter'i içinden çıkamadığı bir depresyona itmiş. Bileği taşı en nihayet sivrilttiği kılıcı kırıp işe yaramaz hale getirmiş.
--
Bruno Monsaingeon, internet sitesine, "Filmin çekimlerinin en sonunda" notuyla beraber Richter'le bir fotoğraflarını koymuş. Bu, her şeyin gelip dayandığı mevzuu defterinden okuduğu ana değil, filmde onun hemen peşinde gördüğümüz ve Richter'in çökmüş halde eliyle yüzünü kapadığı ana ait bir görüntü (kıyafet farkından anlaşılabilir). Herhalde kendisini teselli etmek için yanına gelen Monsaingeon'a çok değişik bir şekilde; bendeki aksini, bakınca "görüp işittiklerimi" dile getirmeye çalışıp da sakatlamaya içimin elvermediği çok değişik bir ifadeyle bakıyor:
--
Bir not: Yazıyı tamamladıktan sonra internette biraz daha dolandığımda Monsaingeon'u bu filmin genelinde, bilhassa da bahsettiğim şekildeki finalinde Richter'i doğru şekilde yansıtmamakla suçlayanlar olduğunu gördüm. Örneğin "Kendimi sevmiyorum" şeklindeki yargının aslında genel bir yargı olmayıp tek bir konserden, özel bir durumdan bahsediyor olabileceğini söyleyenler var. Yine başkaları da, Richter'i tanımış olanlar içinde, filmdeki Richter ile kendi bildikleri Richter'in epey farklı olduğunu söyleyenler olduğunu kaydetmiş. Buna göre Monsaingeon haksızlık ederek asıl Richter'e böyle memnuniyetsiz, tuhaf, eksantrik, depresif bir kılık giydirmiş, yani yukarıda ifade ettiğim parametrelere uyarlayacak olursak, insafsızcasına hikayeye katık etmiş. Hangisi doğru? Bilemiyorum doğal olarak. Belki de filmde gösterileni sanatını yitirmiş, ömrünün son yılı içindeki bir adamın geriye dönüp bütün hayatını o andaki özel umutsuzluk hissi penceresinden bakarak anlatması şeklinde değerlendirmek gerekir. Öbür türlüsü, üstelik bu kadar da filmde hikaye yok diye sevinmişken, aslında hikayelerin en sinsisinin iş başında olduğunu öğrenmek gibi bir şey oluyor. Bu seçenek doğruysa bu yazıyı da aksi yöndeki bütün çabalara karşın her seferinde su yüzüne çıkan hikâyelere kanma inadının diğer bir nişanesi olarak değerlendirebiliriz.
07 Ocak 2013
Roboskililerin edebiyata intikalleri
Bazı konuların içinden çıkılamıyor. İnsan bir şeyden rahatsız oluyor, onu
didikledikçe rahatsızlığının haklılığını tespit ediyor, bir düşünce atılımı
yapmayı becerebiliyorsa o şeyi aşıyor, arkasında bırakıyor, yok bunu
beceremiyorsa da oturduğu dalı kestiğiyle, “kendi kendini ayağından vurduğuyla”
öylece kalıyor. Siyasal içerikli metinlerde dolaylama, dolaylı anlatım dediğim şey de benim için böyle bir
konu.
Ümit Kıvanç’ın Roboski katliamıyla ilgili belgeselini izliyorum. Öldürülen
çocuklardan birinin annesi konuşmakta. Konuşmasının bir yerinde, çocuğunun
kaçaktan mazot getirmek için kullandığı bidonların hâlâ evde, gözünün önünde
olduğundan bahsediyor. Anlattıklarını dinlerken birden kendimi düşünür halde
yakalıyorum: her gün o bidonlarla karşı karşıya gelen kadının hikâyesinde bir hikâye çekirdeği görür gibi oluyorum.
Bir plot ya da; bir dramatik çatı. Bu
çatının altında bidonların hâli, ağzına geleni anlatan kadının konuşmasında
olduğu gibi değil. Belirli bir merdivenin belirli bir basamağı olarak sağdan
giriyorlar. Her şey hesaplı, yerli yerine dizili. Bir iş görüp, bir şeyi bir
yerden bir yere getirip sonra soldan çıkacaklar. Kreşendo! En sonunda bu
bidonlarla hesabını görüyor kadın, filan. Tabii kendimi böyle şeyler düşünür
bulmak beni çok rahatsız ediyor; yapmamam gereken bir şey yapmış, kadına saygısızlık
etmiş gibi hissediyorum. O bana ne anlatıyor, ben ne yapıyorum!
Sonra aklıma geçen sene, katliamdan bir süre sonra, bianet’te, her güne
öldürülenlerden birinin hikâyesi denk gelecek şekilde yayınlanan ve katliamın
yıldönümünde de toplu halde tekrar hatırlatılan ve yaratıcılarının “Roboskiye
Adalet Platformu” adlı kolektif bir gizli özne olduğunu bildiğimiz “Roboski mektupları”
geldi. Her mektup önce “konu edindiği” kişinin hikâyesini onun ağzından
anlatıyor (“Ben Servet Encü’yüm” gibi); kişiye özgü içerik bitince de, diğer
mektuplarda da tekrarlanan bir adalet çağrısıyla sonlanıyor. (Mektupların adalet çağrısı kısmı alışılmış “aydınlar dilekçesi”
örneklerini hatırlatıyor. Talep beyanı, dolaylı olarak itham, otoriteye hitap,
aynı zamanda da kitleye hitap, evrensel bir ses, dolaylama, vs.: “Belki kızacaksınız ama bir çift sözüm var; | Eğer
beni öldüren bombalar adalet'i de öldürmediyse, | Adalet talep ediyorum... |
Herkesin hakkı değil mi adalet? | Yoksa | O kocaman, pahalı bombalarını beni
öldürmekte harcadığı için devletten özür dilemeli, | Hedefi şaşırmayıp beni
öldürdüğü için Genelkurmay'a teşekkür mü etmeliyim!?”) Kişilerle ilgili
anlatılan biyografik ayrıntılar hakiki; pek çoğunu ilgili kişilerin
yakınlarının belgeselde anlattıklarından teyit etmek mümkün. Ancak belki de bu
hakikatler mektuptan mektuba, mektup yazarının üslubuna, “konu edinilen” kişiye
göre değişen (örneğin yaşı küçük köylüler tabiatıyla daha çocuksu, daha naif
bir şekilde konuşturuluyor) kurgusal içeriklere batırıldığı, estetize edilerek
aktarıldığı için; her mektubun sonunda küçük bir de hatırlatma bulunuyor: “Hikayeler
bombardımanda katledilen köylülerin gerçek bilgileri kullanılarak yazılmıştır...” (Kullanılarak’ı fesatlığımdan ben
italikledim.)
Bu mektuplar, silkindirip kendine getirttirerekten bilinçlendirme maksatlı
metinlerin ezici çoğunluğu gibi bana iç sıkıntısı veriyor. Canımı sıkan şey,
okurken, yanıtını bulamadığım şöyle şöyle soruların ortaya çıkması: Neden bu
yaşantılar hikâye edilir? Neden doğrudan doğruya ifade edilmez, aktarılmaz da
hep bir dolaylı hale koyulur? Okuduklarımız neden doğrudan doğruya aklımızın
düşünen, tefekkür eden kısmına atabileceğimiz, orada bir çeşit işlemlere sokup
çıkaracağımız hammaddeler şekilde sunulmazlar da; önce illâ bir estetik
hisler/hazlar diyarına uğratılır, öncelikle (bazen de sadece) gönül tellerimizi
titretecekleri edebi bir kılığa büründürülürler? (Böyle bir ayrım varsa tabii!)
“Vurgun yemiş bir dalgıç gibi kalakaldım
karanlık denizinde, ölümün kıyısına uzandım, usulca... ‘Otuz dördümüzün’ kanı
döküldü, ‘otuz dört’ can ırmağı olduk, karıştık toprağa... Güller geceleyin
açar diyordu annem, kan çiçekleri gibi al al olduk hepimiz...” Neden vurgun
yemiş dalgıçlar, neden karanlık denizleri, neden ölümün kıyılarına uzanmalar,
neden gece açan güller? Bütün bunların Roboski’ye adalet ile nasıl bir ilgisi,
bu konuda nasıl bir geçerliliği var? Kamuoyuna sunulmanın yanı sıra “Cumhurbaşkanlığı,
Başbakanlık, Adalet bakanlığı ve İçişleri Bakanlığına faks ve mail yoluyla
gönderil[en]” bu mektuplarda doğrudan doğruya sadede gelmek yerine söz bu
şekilde tatlı tatlı çevrildiğinde fazladan nasıl bir etki yaratıldığı
düşünülüyor? İşte bunları anlayamıyorum.
Burada oyuncularla ilgili rahatsızlığım da nüksediyor tabii. Dalgıççı
karanlıkdenizci geceaçangülcü ile hayatını hikâye ettiği kaçakçı arasındaki
ilişki sıkıntılı geliyor. Güç bu iki özneye o kadar asimetrik şekilde dağılmış
ki iki özneden söz edebilmek dahi mümkün değil. Hikâyeci de alanlar, daireler
arasında serbestçe dolaşıyor. Gidiyor biraz dinleyerek kaçakçının esrarına
vakıf oluyor; ve hemen onu hikâyematiğinden geçirerek, hikâyeleşmemiş halinin
eksikliklerinden arındırarak ifade ediyor. Kimi biyografik ayrıntıların
belgeselde gördüğümüz kopuk, yanlışça dizili, anlatım bozukluklarıyla malûl
hali ile bu mektuplarda gördüğümüz parıltılı hali arasındaki fark, bu
hikâyematiğin hüneri işte. (Yeri gelmişken, hikâyecinin gidip adamın hayatının esrarını çekmesi olayının Roboski olayı özelindeki etkilerine değinen şu yazıyı da dikkatinize sunarım.)
Üstelik bana kalırsa, bu ilişki oyuncu ile oynadığı
hamal arasındaki ilişkiden daha da sıkıntılı. Çünkü bu sefer işin içindeki
siyasal boyut çok daha acil, çok daha gerekli, çok daha somut, çok daha
doğrudan, çok daha belirgin. Oyuncunun yapması gerekenlerden daha aciliyetli "yapılması gerekenler" söz konusu. Bu mektuplar yalnızca edebiyat dairesinin içinde
kalan bir şeyler olsaydı, çok sorun olmazdı (tiyatronun kimi kısımları daha bir
bu daire içinde). Anlatırdı hikâyesini, dinlerdik. Fakat Roboski olayı edebi bir
soyutlama veya bir kurgu değil. Gerçek ölüler, gerçek acılar. Hakkında bir
şeyler yapılması gereken, o kusturan tabirle “üzerinden siyaset” yapılması
gereken bir olay. Edebiyatı bilemediğim kimi gerekçelerle, kimi iddialarla
siyaset deplasmanında sahaya sürüyorsunuz. Bu nedenle aklıma gelen şu şeyi de
yazacak gibi oluyorum: ‘Olayın genel vaziyet şeklinde’ bir tür “kimimiz öldük,
kimimiz nutuk söyledik” havası var.
Hikâyeci ile ilgili bir hususu not etmeden geçemeyeceğim. Roboskiye Adalet
Platformu’nun kolektif bir özne olması; bizim bu ekibin kimlerden müteşekkil
olduğunu bilmememiz bir bakıma yeni bir şey. Özneyi geçmişte gördüğümüz yazar,
entelektüel, düşünce üstadı, kutup yıldızı feylesof tiplemelerinin egoizminden kurtaran
bir şey. Aynı mektupları bir de altlarında imzalarıyla, o imzaların getireceği envai
çeşit anlamla birlikte de sunabilirlerdi. Bunu yapmamaları entelektüeller
sosyolojisi bakımından dikkat çekici, “yeni davranışlar” kafilesinden bir tür
davranış. Gelgelelim bu ne kadar düşünülmüş, ne şekilde düşünülmüş, Platform
içinde ne şekillerde anlamlandırılan bir şey bilemiyoruz. Ayrıca esas
tartışmamız bakımından çok kayda değer farklılıklar yaratan bir davranış da
değil bu maalesef.
Belgesel görüntülerinin dolaysız olduğunu söyleyecek değilim; orada da
asgari de olsa bir kurgunun, bir çatının bulunduğunun farkındayım; fakat
konuşanların kendilerini anlatması ve ezici kısmında da edebiyat şehvetinden
edebileştirme hevesinden pek eser olmaması benim üzerimde çok daha etkili oldu.
Ben belgeseli mektuplardan daha önemli gördüm, daha değerli buldum.
Sonuç olarak, kendisinden aşağıda birinin edebiyatını yapmayı, kendi başına
bile allahlık bir durum olan kendi kendinin edebiyatını yapmaktan daha aşağıda
görüyorum galiba. Şöyle uzaktan alakalı bir alıntı ile bitirelim, Turgut Özben diyor ki:
Evet! Diyorum ki; meselelerimizi çözmek için edebi değil teknik bir üslup seçersek, kendimize verdiğimiz serbestliği iyi kullanmış oluruz ve demokrasi gibi bunu da kendimize benzetmeyiz. Teknik bir üslup seçmeliyiz; çünkü bizler teknisyeniz. Duygularını ifade edebilmek için bakkal, bakkal gibi, bahçıvan da bahçıvan gibi düşünebilseler; kendilerine yakışacak bir ifade coşkunluğuna kavuşacak zamanı bulabilselerdi; bütün şehir, gereksiz edebiyattan temizlenmiş olurdu. Yazık ki her zaman birinci sınıf bir bakkal, dördüncü sınıf bir edebiyatçının üslubuna özendiği için, onu kullanmak zorunda kaldığı için, edebiyatçılar tarafından edebi bakımdan hor görülmektedir. Biz, yani bu dünyanın iki sahibi sen ve ben, bu oyuna gelmeyecek kadar yeterliyiz. Birinci sınıf matematikçi olma yolunda bulunan bu iki müstesna genç, lisede matematikten belge almış bir edebiyatçının hakimiyetine boyun eğemez. Napolyon gibi gururla söyleyebiliriz: 'Bizim asaletimiz, bizimle başlar.' Anlaşılmamak korkusuna gelince: bir edebiyatçının meseleleri de -günlük yaşantının nakledilmesi dışında- halk için, bir matematikçinin denklemleri kadar, belki daha da soyut kalır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)