30 Nisan 2010

Yakın Tarihten Bazı Tuhaflıklar: Surp Agop Mezarlığı

Her şey, bu sabah üçüncü köprü ile ilgili haberleri okuduktan sonra Wikipedia'daki İstanbul maddesine şöyle bir bakmamla başladı. Maddeyi okurken bir harita gördüm: 1922 yılına ait bir İstanbul planı. 'Société anonyme ottomane d'études et d'enterprises urbaines' tarafından yapılmış. (Bir yandan resmi bir kurum gibi duruyor, bir yandan da 'anonim şirket'. Tam anlayamadım.) Princeton Üniversitesi kütüphanesi tarafından internet alemine sunulan bu planlarda ilgilendiğim o kadar çok şey bir arada ki, sevinçten uçtum desem yeridir: geç dönem Osmanlı tarihi, ayrıntılı şehir planları ve haritalar, tramvay güzergâhları (lise edebiyat derslerinin favorisi Fatih-Harbiye hattı 12 numara), hatta Latin alfabesine geçişten önceki döneme ait bir fenomen olarak Türkçe kelimeleri latin harfleriyle (ama harflerin Fransızcadaki ses karşılıklarını esas alarak) yazma denemeleri!.. Ben bu planları daha uzunca bir süre kurcalarım; ama şimdi Beyoğlu-Beşiktaş dolaylarında gördüğüm bir şeylerden hareketle başladığım çok enteresan bir mini-araştırmayı yazmak istiyorum.

1922 yılında, Taksim dolaylarının çehresi bugünkünden oldukça farklı. Şimdiki Gezi Parkı'nın yerinde Taksim Kışlası bulunuyor; ki sanırım bütün futbol takipçileri, avlusunda bulunan Taksim Stadı'ndan ötürü bu büyük kışla binasını bilir. Bu kışlanın arkasında, bugün parkın devamının ve Ceylan Intercontinental otelinin bulunduğu alan, Taksim Bahçesi, ya da bahsettiğim imla ile Taxim Baghtghessi. Bugün AKM'nin bulunduğu alan ile Gümüşsuyu İnönü Caddesindeki binaları da kapsayan alanda bir gayrımüslim mezarlığı var. Aynı şekilde, Elmadağ'da da, soldaki haritada göreceğimiz gibi, büyükçe bir Ermeni mezarlığı var. Mezarlık, tam olarak Harbiye Askeri Müzesi ile, bugün İTÜ'ye bağlı olan Taşkışla arasında uzanıyor. İsmi Surp Agop Mezarlığı olan bu mezarlık, 1500lü yılların ortasından 1865 yılına kadar İstanbul Ermenilerinin ana mezarlığı konumundaymış. (Haritada Taşkışla'nın kuzeybatı çaprazında görünen T şeklindeki kırmızı yapı, Surp Agop Kilisesi; Ermeni ve Mezarlighi sözcüklerinin arasında kalan iki kutu, yıkılan Surp Krikor Lusaroviç Kilisesi; ayrıca bugün caddenin hemen karşı tarafında da Surp Agop Ermeni Hastanesi bulunuyor.) Anlatılanlara göre 1560'daki veba salgınından ötürü mezarlıkların şehir dışına (tarihi yarımada ve Galata dışına) taşımaları buyurulunca bu geniş arazi kullanılmaya başlanmış. (Bugünkü AKM'den Fındıklı'ya doğru inen çok büyük bir Müslüman mezarlığı da varmış.) 1865'de ise vebaya kolera tehditi eklenmiş ve Surp Agop Mezarlığı'na ölü defnedilmesi yasaklanıp Ermenilere -bugün de kullanılan- Şişli'deki mezarlık arazisi tahsis edilmiş. Tam olarak 23 Temmuz 1865 tarihinden sonra bu mezarlığa hiçbir ölü defnedilmediği belirtiliyor.

Sağdaki resimde de, bölgenin 2007 tarihli uydu görüntüsünü görüyoruz. Üstün Paint becerilerimi kullanarak bugün mezarlığın üzerinde bulunan binalara etiketler yerleştirdim. T: TRT İstanbul Radyosu, : En son geçen aylardaki Tayyip Erdoğan-Aydın Doğan kavgasında gündeme gelen Hilton Oteli, HY: Hyatt Regency Oteli, D: Attila İlhan'ın müdavimliğinden bildiğimiz Divan Oteli/Pastanesi oluyor. Taşkışla, Harbiye ve Surp Agop Kilisesi yerlerinde duruyor. Ayrıca 1922'de Harbiye'nin ucunda gördüğümüz tanımsız kırmızı yapının yerini (1981 yılında) Harbiye Orduevi almış. Havuzuyla, 'roof bar'ıyla süper lüks bir ortam. Mezarlık ise kabaca küçük karelerle etrafını çizdiğim alana denk geliyor. Günümüzde bu bölge kongre turizmi için allanıp pullanma sürecinde olduğundan mezarlığın dört bir yanını lüks oteller sarmış. Yol boyu uzanan yedi sekiz adet binanın da pahalı ve az çok prestij sahibi ofis binaları olduğunu söylersem yanılmış olmam galiba.


Peki ne olmuş da Surp Agop Mezarlığı bu hale gelmiş? Görünüşe göre 1865'ten sonra yeni ölü defnedilmeyen mezarlığın arazisinin mülkiyeti, 1930'lar boyunca sürmüş uzunca bir davanın sonunda Kiliseden alınmış. Anladığım kadarıyla dava boyunca Belediye ve ilgili diğer bürokratik kuruluşlar, istimlakın daha sorunsuz olması için ısrarla mezarlığı sahipsiz-metruk statüsünde gösteriyorlar; Kilise ise iddiasını bir türlü yargıya kabul ettiremiyor ve devir sağlanıyor. O dönemde yaptırılan şehir planlarında bu arazi -yanılmıyorsam- düşünülen büyük parka dahil. Park Harbiye'den Maçka'ya kadar kesintisiz şekilde uzanıyor. Fakat 1949'da Radyoevi, 1951'de Hilton derken park planı badem oluyor ve mezarlık arazisi de arada güme gidiyor. Divan Oteli'nin bulunduğu kısım örneğin Vehbi Koç tarafından başlangıçta çalışanlarına bir misafirhane inşa etmek için alınmış. Cadde boyu Radyoevine kadar olan yedi sekiz bina da bir şekilde aynı dönemde satılmış olmalı. Nitekim İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin internet sitesindeki uydu görüntülerinde 1966'ya gelindiğinde bina mevcudunun kabaca bugünkü halini aldığı görülüyor.


Burada mezarlıkların istimlâkının ve tahribinin yalnızca Ermenilerin başına geldiğini iddia etmiyorum. Yukarıda bahsettiğim gibi bugün üzerinde yerleşim yeri olan eski Müslüman mezarlıkları da var. Dahası, bu sadece Türkiye/Osmanlı tarihinde görünen bir olay da değil. Hatta İslam faktöründen ötürü teoride belki de son olması gereken yer Osmanlı Devleti. Aklıma Modest Musorgski'nin Bir Sergiden Tablolar'ı vesilesiyle öğrendiğim Paris'in katakompları geliyor. İstanbul'daki hikâye gibi benzeri sağlık-hijyen problemleri çıkınca bazı mezarlıkları kapatıp çıkan kemikleri maden ocağına istiflemişler. Mezar yerlerinin, belki de ölüp gitmiş insanların kemiklerinin üzerinde yükselen oteller, havuzlar, apartımanlar rahatsız edici görünse de yine de bu mezarlıkların istimlâkı bana ilk bakışta ilkesel düzeyde karşı çıkılıp çıkılamayacağı biraz muğlâk görünen bir konu. Gerçekten bir şehir için böyle bir ihtiyaç olabilir, Allahın dağı bayırı bitmiştir, genişlenemiyordur; yani illâ Surp Agop örneğinde olduğu gibi şehrin göbeğindeki müthiş rantabl arazinin balının kaymağının hüpletilmesi söz konusu olmayabilir, bilemiyorum. Ama Surp Agop'un istimlâkı davasına dair bazı ayrıntılar var ki, işte orada insan, azınlık düşmanı bir siyasetin pis kokularını duyuyor. Aşağıdaki kaynaktan hikayeyi özetleyip yazıyı bitiriyorum.

Şurada mezarlığın tarihine dair ayrıntılı bir yazı mevcut. Yazının tamamını okumanızı öneririm ama davanın seyrini özetlemeye çalışayım. Burada anlatıldığına göre Belediye, 1931 tarihinde bu metruk mezarlığın arsasının "Sultan Bayazıt Veli" adlı bir vakfa ait olduğunu ve kendisine devrolunması gerektiğini iddia ederek tapu idaresine başvurur. Cemaat de mezarlığın metruk olmayıp yalnızca sağlık nedeniyle terk edildiğini ve arsa mülkiyetinin de Kanuni döneminden beri Ermenilerde bulunduğunu gösteren belgelerle idareye gider. İdare Belediye lehine karar verince konu mahkemeye yansır. Belediye avukatları önce mahkemenin yetkisiz olduğunu savunur, ama mahkeme davayı görüşmeye başlayınca Türkiye Ermeni cemaatinin ve Ermeni Patrikhânesi'nin hukuken mevcut olmadığını iddia ederler. İddialarına dayanak da Temmuz 1915 tarihli bir kabine kararıdır; karar İstanbul'daki Ermeni patriğinin Kudüs'e sürüldüğünü ve Türkiye'de artık böyle bir tüzel kişiliğin bulunmadığını ispatlıyordur iddialarına göre. (Not: İnternette onca arama yaptım, verilen tarihte Osmanlı bakanlar kurulundan çıkan bir şey bulamadım.) Bu iddia da çürütülünce dava devam eder. Arada araziye talip bir de Ayas Paşa Vakfı çıkar. Mahkemenin başvurduğu bir bilirkişi heyeti, arsanın Sultan Bayazıt Vakfı'na ait olduğu görüşünü sunar ve bu görüşe itibarla Mahkeme Cemaatin arsa üzerindeki iddiasını reddedip mezarlığı Belediye'ye devreder. Cemaat davayı temyize götürür, bir sonuç alamaz, arada 1933 adliye yangını çıkar, mahkemeler durur. Mahkemeler yeniden işlemeye başladığında Cemaat bir kere daha Yargıtay'ı zorlar. Ama arada Belediye arsaların değerlerini ölçtürmüş, kendi adına tapu çıkarma işlemine de başlamıştır. Yargıtay'daki davalardan bir şey çıkmaz çıkmasına ama süreç içinde bu sefer Belediye, uzayan davalar nedeniyle arsaların değersizleştiği ve kamunun zarara uğratıldığı iddiasıyla Ermeni cemaatine tazminat davası açar. Bu dava da uzayıp gitmekteyken araya İçişleri Bakanı'nın emriyle Vali filan girer. Cemaat ile belediyenin uzlaşarak davaların düşmesi sağlanır. Uzlaşma sonunda Surp Agop Mezarlığının arsası (850 bin metrekare) Belediye'ye, üzerindeki binalar da (6 bin metrekare) Cemaate bırakılır ve Cemaat 1937 fiyatıyla 3200 lira mahkeme masrafını öder.

1938 yılında Belediye, "boş arsadan" istenen mezarların 15 gün içinde taşınabileceğini bildirir. Az sayıda mezarın taşınmasının ardından mezarlık tamamen Fahrettin Kerim Gökay ile Conrad Hilton'un üzerinde görüştüğü "sahaya" dönüşmüş durumdadır. "Belediye “Emval-i Metruke” lerle aynı sonu paylaşan ve bugün varlığı hakkında çok az kişinin bilgi sahibi olduğu mezarlığın, olayların sessiz tanıkları olan sahipsiz mezar taşlarını Park’ın basamaklarının yapımında ve büyük oranda Eminönü meydanının tamirinde kullanır." Arsa için olaylar daha çoook gelişecektir.

16 Nisan 2010

Politikada 45 Yıl - Yakup Kadri Karaosmanoğlu


Politikada 45 Yıl - Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri gerçi erken dönem Cumhuriyet tarihinde hiç sözü edilmeyen bir yazar değil. Fakat genelde söz kendisine ancak iki vesileyle geliyor: birincisi, "Anadolu Mezalimini Tahkik Komisyonu" ile birlikte çalışırken yaptığı gözlemlerle yazdığı Yaban (1932) romanı; ikincisi de önde gelen simalarından olduğu Kadro dergisi (1932-34). Birkaç yazıdır gündemde olan 'değerlendirmelerin klişeleşmesi' konusu elbette bu iki Yakup Kadri bahsi için de geçerli. Erken cumhuriyet döneminin ana unsurlarından olan modernleşmeci elit-halk ikileminden bahsederken mutlaka ve yalnızca Yaban'dan, devrimlerin yeterince kökleşmediğinin düşünüldüğü bunalımlı bir dönemin kimlik arayışlarından bahsederken de mutlaka ve yalnızca -Ülkü dergisiyle birlikte- Kadro'dan bahseder siyaset bilimcilerimiz. Oysa Yakup Kadri'nin düşünce ve siyaset alanlarındaki etkinliği çok daha uzun bir süreyi ve çok daha derin bir angajmanı kapsıyor. Ayrıca kendisi bu sürecin hemen hemen her evresine dair bir şeyler yazıp çizmiş, değerlendirmelerde bulunmuş ve ayrıntılar açıklamış. Böyle zengin bir kaynaktan herkesin yalnızca iki bardak su içebilmesi yine üzücü bir durum.

Bu zengin kaynaktan olmak üzere bu kitapta da, Yakup Kadri'nin 1920'lerin başından 1960'ların başına kadar süren formal siyaset ve gazetecilik kariyerini konu ediliyor. Yakup Kadri kitabın çerçevesini formal politika ile sınırlamak gibi bir stratejiye başvurarak o tarihten önce olup bitenler hakkında konuşmamayı tercih etmiş; 1922 bölümünde işgal altındaki İstanbul'daki genel durum hakkında zengin gözlemleri bulunsa da bence bu bir eksiklik. Formal politikanın içinde bulunmasa da dönemin nabzını iyi tuttuğu ve ayrıntılarına vakıf olduğu her halinden belli; ama pek konuşmamayı tercih etmiş. (Belki Sodom ve Gomore kitabında daha ayrıntılı değiniyordur, onu bilemeyeceğim.) 

Kitabın başrolünde aslında Yakup Kadri'nin kendisi değil, İsmet İnönü var. Yazar anılarını aktardığı süre boyunca sürekli siyaset sahnesinin orta yerine gelip kurulan İSMET PAŞA MESELESİ'ni tahlil ediyor. 1923'te, 1930'ların başında, 1938'de, 1951-52'de ve son olarak 27 Mayıs 1960'tan hemen sonra hep mesele İsmet Paşa'nın ne olacağı, nasıl davranacağı, ne diyeceği. Kitabın hiçbir yerinde açıktan açığa tanımlanmamış olmakla birlikte, hem bu kırılma noktalarına, hem de genel olarak Yakup Kadri'nin söz konusu 45 yıla bakışını temelden belirleyen bir ayrım var: küçük politika/büyük politika. Yakup Kadri büyük devrim davasını büyük bir politika misyonu olarak, bu davanın -bazen Atatürk de dahil olmak üzere- başta gelenlerinin birbirleriyle olan iktidar kavgasının epizotlarını ise küçük politika oyunları olarak görüyor. Belki söylemek bile gereksiz ama "küçük politika" olarak nitelediği şeyleri küçümsüyor, hayal kırıcı buluyor. Gençlik yıllarının büyük kahramanlarının bir bir küçük politika yollarına saptığı anekdotları hayıflanır bir tonla yâdediyor. Bu "küçük politika" konuları içinde günümüzde akçalı işler diye nitelediğimiz kısmı (milletvekilliği, bakanlık yapmış önemli siyasi simaların kurulan şirketlerde yönetim kurullarına gelmeleri ve siyasi nüfuzlarını kullanarak ekonomik çıkar birikimi sağlamaları, arsa kapatmalar vesaire) bir kenara bırakalım. Geri kalan kısım, erken cumhuriyet dönemine dair bize hazine değerinde bazı "insight"lar sunuyor. Bu kitabın kıymet-i harbiyesi de burada.

Yakup Kadri'nin "küçük siyaset" diye niteleyip 'kadro'sunun bireylerine yakıştıramadığı şeyler, genel olarak siyasetin ve özel olarak da Türkiye tarihinin esas gerçeği. Bu gerçeğin içinde çok büyük, çok derinlikli, çok verimli düşüncelere, sonuna kadar peşinde koşulan ideallere ve bunların faili mitolojik kahramanlara pek yer yok. Bu gerçek bunların yerine, güç mücadelelerini, çetin çekişmeleri, yalanları/dolanları/kandırmaları, hatta ayak oyunlarını kapsıyor. Siyaset hep 'küçük politika', burada ve her yerde. Üzerindeki büyük politika kılıfı, söylemden ibaret ve küçük politikayı gizleme amacıyla olaya giydiriliyor. Örneğin Serbest Fırka'nın kurulmasıyla sonuçlanan süreçte, Namık Kemal'den ilhamla benimsenmiş "fikir tartışmalarından hakikatın şimşeğinin ışığı parlar" gibi aşkın bir prensibe bağlılıktan ziyade, Takrir-i Sükûn ortamında otoritesini sağlamlaşıp politikasını şahsileştiren İsmet Paşa'nın frenlenmesi gibi bir maksat söz konusu. Benzeri şekilde, bugün Nutuk ilhamlı resmi mitolojide gericilikle, ihanetle suçlanan cumhuriyet karşıtı İstanbul gazetecilerinin bu karşıtlıktaki derdi ilmî bir karşılaştırmalı siyaset tartışmasına girmek değil, cumhuriyet ilan edilince iktidar alanını genişletecek olan belirli bir kadroya karşı çıkmak. Döneme dair çoğu konu "iki-yüzlü".

Fakat Yakup Kadri bunları ve benzeri ayrıntıları anlatırken sürekli yukarıda bahsettiğim büyük-küçük politika ikilisini aklının bir yanında tuttuğu için, sonuçta kitaba bir pesimizm hakim olmuş. İşte Yakup Kadri'nin büyük politika ideallerinden kaynaklı hayal kırıklıklarını ayıkladığımız zaman, geriye dönemin gerçekçi bir tasviri kalıyor ki, bu gerçekçi tasvir, 1908'den beri buralarda aslında nelerin olup bittiğine dair giderek artan toplumsal bilgi talebinin bir kısmına olsun yanıt verebilecektir. Kitabın arkasındaki kısa tanıtım paragrafında Atilla Özkırımlı'nın dediği gibi, "Bu değerlendirme, Yakup Kadri'nin olaylara bakışıyla biçimlenmiş olsa bile, onun sormadığı başka sorulara yol açmakta, hattâ bu soruların yanıtlarının ipuçlarını da vermektedir."

11 Nisan 2010

Pazar yazısı

Tatil günü olmasından yararlanarak "bits and pieces" usûlüne yönelmeye ve bunu yaparken büyük gazeteci Fatih Çekirge'ye öykünmeye karar verdim.

Birinci Yazı

Benim "gündemden hikâye-onu izleyen yorum", "gündemden hikâye-onu izleyen yorum" şeklindeki söylem üretimi ve dolaştırımı formatına -özellikle de bunun yaygın medya organlarında gerçekleşen biçimlerine- dair bazı sorunlarım var. Yorum Farkı, Radikal İki, Telegol, görüntülüsü-basılısı-işitseli filan pek fark etmiyor. Üzerine düşünmeye başlayınca, geçen günkü yazının sonunda belirttiğim şekilde, düşüncem birkaç akademik referans tarafından ele geçiriliyor. Bourdieu, doxa, falan filan. Ama biliyorum ki benim için bu konuda soğuk bilgi arayışının ve kavrama çabasının ötesinde, yoğun bir duygu durumu söz konusu. Koca bir ülkenin tüm "düşünce hayatının" bu formata esir hâle gelmiş olması, nice koç yiğitlerin ufkunun Radikal 2 olması, üzüldüğüm bir durum. Ama oturmuş mekanizma şu yukarıdaki fotoğrafta solda kalan arkadaşı bir-iki sene içinde hiçkimselikten şu anda sahip olduğu megamedyatikliğe zıplatabiliyorsa, herkesin bu opsiyona yatırım yapması şaşırtıcı olmaktan da çıkıyor elbet. 


Şimdilik yalnızca kendi içimde zaman zaman ortaya çıkan bu tarz eğilimleri tespit edip behemehal başlarını ezmeye gücüm yetiyor. Yalnızca birkaç kişiye ulaşan bu blogun dahi henüz-gazetesini-bulamamış-civanbaht-bir-köşe-yazarı-adayının-parlak-köşesine dönmemesi için elimden geleni yapıyorum. Arada da mümkün mertebe depoyu bu formatın eleştirileriyle tahkim ediyorum ki, gündemi yorumlayan adam heveslerinin yenilgisi kesin olsun. Bu meyandan olmak üzere, şu anda "profesyonel"saiklerle elimde bulunan Régis Debray'den ve ülkemizden bir vakayı anlatması bakımından geçenlerde okuduğum Sabah Grubunun Öyküsü: Amiral Battı (Can Ataklı'nın Tanıklığıyla) (Metis Yayınları, 2001) kitabından söz edebilirim. Bits and pieces usûlü pazar yazısı olduğundan ayrıntısına girmiyorum ama..


Ya da biraz gireyim. Ama şurdan gireyim: Can Ataklı, bu kitapta, iktidarın sarhoşluğuyla kayışı koparan, bütün insani duygularını yitiren kötü polis Zafer Mutlu'nun zıddı olarak, yine de kendisi olarak kalabilmiş, doğrucu, dürüst gazeteci olarak tezahür ediyor. Ben kendisini de pek tanımıyordum ama bu kitabın yayınlanmasının sonrasına denk düşen bölümde, Uzan grubunun yükselişi ve çöküşüyle paralel giden bir medya serüveni olmuş Star TV'de. Yüzyılların klişesi olan eleştirdiğine saplanıp kalmanın güzel örneklerini verdiğine dair bazı şeyler okudum orda burda. Arada kısa bir duraklamanın ardından, Vatan'a geçmiş. Tam bir Vatan köşe yazarı şimdilerde.


İkinci Yazı



'Eş durumu' ve eşin işi durumu çakıştı ve cumartesi gecesini (dün geceyi) bu fotoğraftaki adamın, yani dünyaca ünlü (olduğu söylenen) dicey David Guetta'nın konserinde geçirdik. Yaptığı müzik last.fm etiketlerine şöyle yansımış. En ön plandakiler: club, dance, electronic, techno, house filan. Aynen bu fotoğraftaki yere benzeyen bir yerdi. Adam sahneye gece 12 gibi çıktı ve sabah üçe kadar müzik yaptı. Aynen bu fotoğraftaki kadar, ama çok daha ateşli bir kitle de o saate kadar dans etti. Bu yazının ulaştığı milyonlarca kişi içinde beni birazcık tanıyor olanlarınız, bu etkinlik ile benim ne kadar absürd bir kombinasyon oluşturduğumuzu tahmin edebiliyordur. 


Salonda böyle bir yerleşim düzeni vardı. Biletler bir süre indirimle satılmış ama son günlerdeki fiyatlar şöyleymiş: Normal ayakta alan 112 TL, VIP alanı 215 TL, VIP'nin önündeki yuvarlak noktalar (ki etrafında ayakta dikilinen 6 kişilik koktely masaları oluyorlar) 1000 TL, onların önündeki beyaz kareler (ki küçük koltuklardan oluşan 8 kişilik 'localar' oluyorlar) sahneye yakınlığa göre 2000, 2500 veya 3000 TL. Hediyesi de votka, çerez filan. Bunun dışındakiler için yeme içme durumları tanesi 5 TL olan ve sadece 5, 10 veya 20 tane alınabilen markalarla hallediliyordu; ki su, iki markaydı. Hesapladım tabii: toplam hasılatın 500 bin TL'den hayli fazla olması lazım.

Resimde görülen locaların hemen hemen tamamı, Ankara'da olsa "Bilkent'lerle" diyeceğim ve başka bir ek tasvire de gerek duymayacağım geç-ergen/genç tiplemelerle doluydu. (Ama bu memleketin Bilkent'leri de Ankara'nın Bilkent'lerini küçük masum şımarıklar olarak gösterecek kadar "başka" oluyorlar. Böyle bir akşam ve böyle bir kitle Ankara'da asla toplanamazdı.) Ortam bir noktadan sonra tam Vakit gazetesinin yitik gençlik haberlerindeki günah yuvalarına döndü. İçerideki müziğin şiddetine ve içeriğine katlanamadığımızda ara ara çıktığımız sigara içme alanında feciii şekilde dağıtan onlarca genç gördük. Etrafa kusanlar, kendini ordan oraya atanlar, dev şemsiyelerin çubuklarıyla pole dancing yapanlar, içirdikleri kızların durumlarından istifade edenler filan. Tam Allahlık. Hepsi de binlerle ifade edilen klasmandan arkadaşlar. Hatta sonradan o koltuklara def-i hâcet edenler bile olmuş. Fenaydı. Öyle pek "gençler, dağıtsınlar, sonradan akıllanırlar" diye de düşünemedim. Ülkemizin adam olmayacağının garantilendiği zaman dilimini epeyce bir ileriye atmış oldum kendi kendime.

Ama Guetta'nın sahnesindeki ışık oyunlarını kumanda eden hiperaktif elemanı izlemek enteresandı. 

Üçüncü Yazı

Bu konser olayının esas kötü yanı, Real Madrid-Barcelona maçını izleyememem oldu. Oysa planları önceden yapmıştım. Sabah kalktığımda da maçın nasıl bittiğini bilmiyordum. Ama herhangi bir kanalının son bir haftadaki herhangi bir programını banttan izleyebileceğimi vadeden Tivibu'nun beni yarı yolda bırakması sonucu, mecburen özetlere baktım. Barcelona kazanmış. Bahis hesabıımda para kalmış olsaydı seçeceğim iki seçenekten biri olan "kırmızı kart olur" olmamış, "Pedro gol atar" ise olmuş. Ekşi sözlükte yine Rıdvan'dan şikâyet var. Hesabımı 6 aylığına kapattığımdan katılamadım ama ben de iki üç sallamıştım zamanında. Ama bu el-classico olayıyla gündeme gelen Avrupabilmezlik değildi beni sinir eden.

İstanbul'un bütün stadlarında maç izleme serisinin son halkasını tamamlama isteği Fenerbahçe tribünlerinde olma isteksizliğiyle birleşince Şükrü Saraçoğlu Stadı'nın deplasman tribününde bulunabileceğim bir takımın maçına denk getirip bu sezonun ilk yarısındaki Fenerbahçe-Gençlerbirliği maçına gitmiştim. (Benimle birlikte 12-13 kişi vardı GB tribününde.) Maç, Fenerbahçe'nin Galatasaray maçından önceki son iç saha maçıydı ve Fenerbahçe ilk yarısında çok iyi oynadığı bu maçı 3-0 kazanmıştı. Dönüş yolunda radyodan Rıdvan'ı dinliyordum. Yüzünü göremesem de adamın sesinden, durumdan ne kadar haz duyduğu anlaşılabiliyordu. Net haz. Alex coşmuş, Fenerbahçe farkı açmış, arada da Gençlerbirliği'nin iyi olduğuna dair birkaç söz; ama o da ancak Fenerbahçe'yi dolaylı olarak yüceltme amaçlı. Sonra Fenerbahçe Galatasaray maçını kazandıktan sonra bir bocalama dönemine girdi. Bu dönemin Rıdvan'ı ise gözle görülür şekilde değişti. Cenaze evinden bildirir gibi bir ses tonu. Ana belirleyici Fenerbahçe'nin durumu oluyor, onunla bağlantılı olarak rakiplerin iyi veya kötü olması da Rıdvan'da ufak dalgalanmalar yaratıyor. Bütün takımları değerlendiriş biçimi, işin en başında Fenerbahçe'nin durumuna göre belirleniyor.

Bunu söyleyince, Rıdvan'ın taraf olduğunun zaten aşikâr olduğunu, istemezsek izlemeyebileceğimizi filan söylüyorlar. Benim için şahsen bu durum sorun değil; çünkü ben zaten kendisini NTVSpor.net'e koyulan kliplerden izlesem de, ülkede oynanan futbola ve takımlara ilişkin düşüncelerimi Rıdvan'ın söylediklerine dayanarak oluşturmuyorum. Ama bunu böyle yapan ve sonra da takımlarının teknik ekiplerine veya yönetimlerine o görüşler üzerinden devşirdikleri baskılarla gelen milyonlarca taraftar olduğu söylenebilir. Bu noktada işte kanaat önderinin tarafgir olmaması ihtiyacı bence meşrulanmış oluyor. Evet, istemeyen izlemeyebilir ama neden taraftarın kanaati ağırlıkla, yorumlarının sarahati Fenerbahçe'nin durumuna göre değişkenlik gösteren bir kaynaktan beslenerek şekillendirilsin? Bak buradan birinci yazıdaki sorun yaşadığım kısıma da köprü çıkılabilir belki ama Pazar yazısı diye yapmıyorum. 

Bu anlamda bence Adnan Aybaba'lı, Ziya Şengül'lü, Turgay Şeren'li kadro daha adil bir kanaat şekillendirme kadrosuydu. En azından hepsi birbirini götürüp ortalığı tam bir kaosa sürüklüyordu. Şimdiyse tek yorumcu Rıdvan çıkıyor; bunun anlamı ne? Bu adam hepsini yorumlamaya tek başına muktedirdir. Ama olmuyor işte. O yüzden belki yanına bazı dengeleyiciler koymak gerek. Adnan Aybaba hakikaten uyar da, onun Galatasaray versiyonu şimdi aklıma gelmedi.

06 Nisan 2010

Yanlış Cumhuriyet - Sevan Nişanyan


Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru - Sevan Nişanyan

Kitabı bitirince aklıma önce Emre Kongar'ın Tarihimizle Yüzleşmek (Remzi Kitabevi, 2006) adlı sade suya tirit kitabı geldi. Bir kitapçıda, bu kitabın ya "Abdülhamit Ulu Hakan mıydı, Kızıl Sultan mıydı?" kısmını, ya da "Ermeni olayları soykırım mıydı?" kısmını okuyup eğlenmiştim. Abdülhamit ile ilgili sorunun soruluşu şekli, seçilen kelimeler bile yaklaşık yüz senelik. (Yanıtını da hatırlatayım: "Abdülhamit ne Ulu Hakan'dır, ne de Kızıl Sultan'dır. İkisinin de ötesinde bir bakışla bakmak gerekir" gibi bir şey. O bakış hiç gelmez ama! Tarihle yüzleşme iddiasındaki Kongar, kitabında en bayat klişeleri böyle art arda dizip geçiyordu.) Zaten tarihle değil, tarihimizle yüzleşiliyorsa, anlayacaksın ki apology apology üstüne binmiş geliyor; her hikayenin sonunda hep Türkler iyi güzel doğru oluyor. Neyse, o da öyle bir kitaptı işte. (Kongar konuyla ilgisiz ama daha beterini söyleyeyim: Nişanyan'ın kitabının en azından bir kısmını, mega Kemalist Sina Akşin'in Türkiye'nin Önünde Üç Model (Telos Yayınları, 1997) kitabıyla birlikte okudum; elim ayağım birbirine dolandı.)

Nişanyan'ın kitabı ise, en azından, onunla kıyaslanamayacak kadar derin bir "tarihimizle" yüzleşme sürecine davet niteliğinde. Kitap, -hepimizin alışkın olduğu 'Türk devrimi'nin istisnailiği iddiasına karşı- Türkiye Cumhuriyeti'ni, içine doğduğu uluslararası bağlama oturtan bir bölümü izleyen ve yedi ana başlık altında (Demokrasi ve Cumhuriyet, Kul Kültürü, İnkılaplar, Batılılaşma, Laiklik, Ulusçuluk ve Milli Mücadele) soruşturulan sorulardan oluşuyor. Aşağıdaki belgede bu soruları görebilirsiniz Soruları taratmayı ben de düşünmüştüm ama zaten TBMM Kütüphanesinin internet sitesinde bulunuyormuş. Her sorunun, resmi "tarihimiz"in ilk anda çağrıştırdığı yanıtların tam aksi istikamette yanıtlandığını söylersem herhalde kitabın genel havası meydana çıkar. 


Kitabın ana duruşunu da, kitabı kuşa çevirme pahasına özetlemeye çalışayım: Cumhuriyet'in iddiasının aksine, Osmanlı Devleti'nin ömrünün son yüzyılına damga vurmuş olan Batılılaşma hareketi, birtakım somut yararları görünen ve ağır aksak da olsa kendi yolunda ilerleyen bir süreçti. Eğitim, sağlık, altyapı, devlet teşkilatlanması gibi temel göstergelerde gerçekleştirilen atılımların yanı sıra, özellikle de İkinci Meşrutiyet'in ilanından İttihatçıların sistemin başına geçmelerine kadar olan evrede, Batı uygarlığının siyasi kültürüne ait kurum ve idealler de kör topal da olsa kurulmaya başlamıştı. (Bu sonuncuların meyanında şunları sayıyor: "hukukun üstünlüğü, güçler ayrımı, mülkiyetin dokunulmazlığı, dinin ve bilim kurumlarının devlet müdahalesinden masuniyeti, [...] basın özgürlüğü, parlamenter yönetim, serbest seçimler, demokrasi" [sf. 291]). Ancak İttihat ve Terakki'nin siyaset sahnesine çıkıp hakimiyeti ele geçirmesiyle başlayan, savaşlardan ve envai çeşit badirelerden geçip Mustafa Kemal'in iktidarını tahkim etmesiyle biten sürecin sonunda, bu yüz yıllık yolculuk durdurulmuş oldu. Dahası, Mustafa Kemal'in kurduğu rejim, aksi yöndeki bütün o tumturaklı propagandaya rağmen, hemen hemen her bakımdan, bu sürecin "kazanımlarını" tahrip etti. Bu rejimin, hem kendi hakkındaki, hem de kendisinden önce olup bitenler hakkındaki iddiaları neredeyse tamamen yanlıştır ve bugün (hem Kemalist cumhuriyet, hem de onun öncesi, sonrası, sağı-solu hakkındaki) bu iddialar hâlâ hakim söylem durumunda olduğu için, günümüzde yaşanan birtakım sosyal ve siyasi sorunların da kökenini teşkil etmektedirler.

Yazmaya başlamadan önce tahmin ettiğimden de kötü bir kuşa çevirme oldu. Kalıptan çıkmış Cumhuriyet çocuğu olmayan herkes için az çok tanıdık gelebilecek bir program gibi görünüyor yaptığım özetten; fakat iş o kadar basit değil. Hem bu savların ayrıntılanması gayet eli yüzü düzgün olmuş; hem de bu kitabı önemli kılan çok başka bir durum var: paradigma-dışılık. Böylelikle kitabın sunduğu içerik, gayrıresmi tarih literatürüne aşina olmayanların yanında, bu literatürden az çok parçalar görmüş olanlara da yeni açılımlar vadetmiş oluyor.

Kitabın sıradışılığı konusunu bir örnekle açıklayayım. Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi herkesin malûmudur. Bugün kimse bu iki fikri ciddiye almak, içeriğini samimiyetle savunmak pozisyonunda değildir. Ama üniversitelerin ilgili bölümlerinde verilen siyasi tarih dersleri esnasında söz bu fikirlere geldiğinde yapılan ve ilk bakışta göze biraz eleştirel düşünce mahsulüymüş gibi gelen değerlendirme, klişeleşmiştir. Bu değerlendirmenin çok kabaca özeti "Evet, bunların iler-tutar yanı olmadığını biliyoruz, fakat yine de bu teorileri, savaşlardan yeni çıkmış bir millete moral aşılamak ve onun medeni dünyanın bir parçası olduğu iddiasında bulunmak için düşünülmüş söylemler olarak değerlendirmeliyiz" şeklinde. Bendeniz üniversite eğitimim boyunca çeşitli siyasi yönelimlere ve tarihi-değerlendiriş-tarzlarına sahip en az üç farklı hocadan bu söylemi dinlemişimdir. Kamuoyundaki profili bu hocaların hepsinden daha 'farklı' bir yerde bulunan Baskın Oran'ın da bu klişe değerlendirmeyi işlediği bir metni, Nişanyan tarafından kitapta ilgili sorunun başına epigraf olarak konulmuştur. Bütün bunları düşününce insan, zaman zaman "işte eleştirel düşünce örneği böyle olur" sosuyla sunulan bu söylemin, aslında tam tersine, körleştirici etkiye sahip paradigma durumuna geldiği kanaatine varıyor. Bugün Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi'ni değerlendirmenin maalesef tek bir yolu var gibi görünüyor. Akademik alanda meskûn değerlendiricilerin eleştirelliğinden bağımsız bir şekilde bu böyle. Nereyi açıp bakarsanız millete moral verme apology'sini görürsünüz; çünkü bu konuyu düşünce biçimi, kemikleşmiştir. Akademik çalışmaların "devlerin omzunda yükselme" şeklinde özetlenen tavrının, tembellikle birleşerek insanın önüne duvarlar çekmesi, söylenenleri kapalıdevreleştirmesi söz konusudur ve bu da bunun bir örneğidir.

Nişanyan bu noktada soldan girer ve şöyle sorar: Millete moral vermek, onu medeniyet yolunda motive etmek için bilimin böyle ayaklar altına alınması ahlakî midir? Millete moral vermek amacıyla siyasi otoritenin buyruğuna giren bir bilim, ne kadar bilimsel olabilir? Ve siyasi programına bilimi böyle kul köle eden bir otorite, nasıl olur da akılcılığın, bilimselliğin tek yerel bayii sayılabilir? Bu örnek konuda bu sorulara, bilip gördüğüm kadarıyla başka bir yerde rastlamak mümkün değil. İşte bu durum, bu kitabı özel yapıyor. Yanlış Cumhuriyet bende böyle bir açılım yarattı. Kitapta bunun gibi gayrıresmi olmakla birlikte klişeleşmemiş ve kemikleşmemiş sürüyle düşünce bulunduğunu, üstelik bu düşüncelerin "gidiş yollarının" da ilginç olduğunu (yani söylemlerin, refahın konut inşasıyla ölçülmesi örneğinde olduğu gibi, tartışmalı bulunabilecek olsa da yine de gayet ilgi çekici şekillerde kurulduğunu) rahatlıkla söyleyebilirim. Daha önceden düşünülmüşse bile hiç bu şekilde düşünülmediği kesin olan düşüncelerden oluşan bir kitap Yanlış Cumhuriyet.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails