07 Ocak 2013

Roboskililerin edebiyata intikalleri


Bazı konuların içinden çıkılamıyor. İnsan bir şeyden rahatsız oluyor, onu didikledikçe rahatsızlığının haklılığını tespit ediyor, bir düşünce atılımı yapmayı becerebiliyorsa o şeyi aşıyor, arkasında bırakıyor, yok bunu beceremiyorsa da oturduğu dalı kestiğiyle, “kendi kendini ayağından vurduğuyla” öylece kalıyor. Siyasal içerikli metinlerde dolaylama, dolaylı anlatım dediğim şey de benim için böyle bir konu.
Ümit Kıvanç’ın Roboski katliamıyla ilgili belgeselini izliyorum. Öldürülen çocuklardan birinin annesi konuşmakta. Konuşmasının bir yerinde, çocuğunun kaçaktan mazot getirmek için kullandığı bidonların hâlâ evde, gözünün önünde olduğundan bahsediyor. Anlattıklarını dinlerken birden kendimi düşünür halde yakalıyorum: her gün o bidonlarla karşı karşıya gelen kadının hikâyesinde bir hikâye çekirdeği görür gibi oluyorum. Bir plot ya da; bir dramatik çatı. Bu çatının altında bidonların hâli, ağzına geleni anlatan kadının konuşmasında olduğu gibi değil. Belirli bir merdivenin belirli bir basamağı olarak sağdan giriyorlar. Her şey hesaplı, yerli yerine dizili. Bir iş görüp, bir şeyi bir yerden bir yere getirip sonra soldan çıkacaklar. Kreşendo! En sonunda bu bidonlarla hesabını görüyor kadın, filan. Tabii kendimi böyle şeyler düşünür bulmak beni çok rahatsız ediyor; yapmamam gereken bir şey yapmış, kadına saygısızlık etmiş gibi hissediyorum. O bana ne anlatıyor, ben ne yapıyorum!
Sonra aklıma geçen sene, katliamdan bir süre sonra, bianet’te, her güne öldürülenlerden birinin hikâyesi denk gelecek şekilde yayınlanan ve katliamın yıldönümünde de toplu halde tekrar hatırlatılan ve yaratıcılarının “Roboskiye Adalet Platformu” adlı kolektif bir gizli özne olduğunu bildiğimiz “Roboski mektupları” geldi. Her mektup önce “konu edindiği” kişinin hikâyesini onun ağzından anlatıyor (“Ben Servet Encü’yüm” gibi); kişiye özgü içerik bitince de, diğer mektuplarda da tekrarlanan bir adalet çağrısıyla sonlanıyor. (Mektupların adalet çağrısı kısmı alışılmış “aydınlar dilekçesi” örneklerini hatırlatıyor. Talep beyanı, dolaylı olarak itham, otoriteye hitap, aynı zamanda da kitleye hitap, evrensel bir ses, dolaylama, vs.: “Belki kızacaksınız ama bir çift sözüm var; | Eğer beni öldüren bombalar adalet'i de öldürmediyse, | Adalet talep ediyorum... | Herkesin hakkı değil mi adalet? | Yoksa | O kocaman, pahalı bombalarını beni öldürmekte harcadığı için devletten özür dilemeli, | Hedefi şaşırmayıp beni öldürdüğü için Genelkurmay'a teşekkür mü etmeliyim!?”) Kişilerle ilgili anlatılan biyografik ayrıntılar hakiki; pek çoğunu ilgili kişilerin yakınlarının belgeselde anlattıklarından teyit etmek mümkün. Ancak belki de bu hakikatler mektuptan mektuba, mektup yazarının üslubuna, “konu edinilen” kişiye göre değişen (örneğin yaşı küçük köylüler tabiatıyla daha çocuksu, daha naif bir şekilde konuşturuluyor) kurgusal içeriklere batırıldığı, estetize edilerek aktarıldığı için; her mektubun sonunda küçük bir de hatırlatma bulunuyor: “Hikayeler bombardımanda katledilen köylülerin gerçek bilgileri kullanılarak yazılmıştır...” (Kullanılarak’ı fesatlığımdan ben italikledim.)
Bu mektuplar, silkindirip kendine getirttirerekten bilinçlendirme maksatlı metinlerin ezici çoğunluğu gibi bana iç sıkıntısı veriyor. Canımı sıkan şey, okurken, yanıtını bulamadığım şöyle şöyle soruların ortaya çıkması: Neden bu yaşantılar hikâye edilir? Neden doğrudan doğruya ifade edilmez, aktarılmaz da hep bir dolaylı hale koyulur? Okuduklarımız neden doğrudan doğruya aklımızın düşünen, tefekkür eden kısmına atabileceğimiz, orada bir çeşit işlemlere sokup çıkaracağımız hammaddeler şekilde sunulmazlar da; önce illâ bir estetik hisler/hazlar diyarına uğratılır, öncelikle (bazen de sadece) gönül tellerimizi titretecekleri edebi bir kılığa büründürülürler? (Böyle bir ayrım varsa tabii!) “Vurgun yemiş bir dalgıç gibi kalakaldım karanlık denizinde, ölümün kıyısına uzandım, usulca... ‘Otuz dördümüzün’ kanı döküldü, ‘otuz dört’ can ırmağı olduk, karıştık toprağa... Güller geceleyin açar diyordu annem, kan çiçekleri gibi al al olduk hepimiz...” Neden vurgun yemiş dalgıçlar, neden karanlık denizleri, neden ölümün kıyılarına uzanmalar, neden gece açan güller? Bütün bunların Roboski’ye adalet ile nasıl bir ilgisi, bu konuda nasıl bir geçerliliği var? Kamuoyuna sunulmanın yanı sıra “Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Adalet bakanlığı ve İçişleri Bakanlığına faks ve mail yoluyla gönderil[en]” bu mektuplarda doğrudan doğruya sadede gelmek yerine söz bu şekilde tatlı tatlı çevrildiğinde fazladan nasıl bir etki yaratıldığı düşünülüyor? İşte bunları anlayamıyorum.
Burada oyuncularla ilgili rahatsızlığım da nüksediyor tabii. Dalgıççı karanlıkdenizci geceaçangülcü ile hayatını hikâye ettiği kaçakçı arasındaki ilişki sıkıntılı geliyor. Güç bu iki özneye o kadar asimetrik şekilde dağılmış ki iki özneden söz edebilmek dahi mümkün değil. Hikâyeci de alanlar, daireler arasında serbestçe dolaşıyor. Gidiyor biraz dinleyerek kaçakçının esrarına vakıf oluyor; ve hemen onu hikâyematiğinden geçirerek, hikâyeleşmemiş halinin eksikliklerinden arındırarak ifade ediyor. Kimi biyografik ayrıntıların belgeselde gördüğümüz kopuk, yanlışça dizili, anlatım bozukluklarıyla malûl hali ile bu mektuplarda gördüğümüz parıltılı hali arasındaki fark, bu hikâyematiğin hüneri işte. (Yeri gelmişken, hikâyecinin gidip adamın hayatının esrarını çekmesi olayının Roboski olayı özelindeki etkilerine değinen şu yazıyı da dikkatinize sunarım.) 
Üstelik bana kalırsa, bu ilişki oyuncu ile oynadığı hamal arasındaki ilişkiden daha da sıkıntılı. Çünkü bu sefer işin içindeki siyasal boyut çok daha acil, çok daha gerekli, çok daha somut, çok daha doğrudan, çok daha belirgin. Oyuncunun yapması gerekenlerden daha aciliyetli "yapılması gerekenler" söz konusu. Bu mektuplar yalnızca edebiyat dairesinin içinde kalan bir şeyler olsaydı, çok sorun olmazdı (tiyatronun kimi kısımları daha bir bu daire içinde). Anlatırdı hikâyesini, dinlerdik. Fakat Roboski olayı edebi bir soyutlama veya bir kurgu değil. Gerçek ölüler, gerçek acılar. Hakkında bir şeyler yapılması gereken, o kusturan tabirle “üzerinden siyaset” yapılması gereken bir olay. Edebiyatı bilemediğim kimi gerekçelerle, kimi iddialarla siyaset deplasmanında sahaya sürüyorsunuz. Bu nedenle aklıma gelen şu şeyi de yazacak gibi oluyorum: ‘Olayın genel vaziyet şeklinde’ bir tür “kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik” havası var.
Hikâyeci ile ilgili bir hususu not etmeden geçemeyeceğim. Roboskiye Adalet Platformu’nun kolektif bir özne olması; bizim bu ekibin kimlerden müteşekkil olduğunu bilmememiz bir bakıma yeni bir şey. Özneyi geçmişte gördüğümüz yazar, entelektüel, düşünce üstadı, kutup yıldızı feylesof tiplemelerinin egoizminden kurtaran bir şey. Aynı mektupları bir de altlarında imzalarıyla, o imzaların getireceği envai çeşit anlamla birlikte de sunabilirlerdi. Bunu yapmamaları entelektüeller sosyolojisi bakımından dikkat çekici, “yeni davranışlar” kafilesinden bir tür davranış. Gelgelelim bu ne kadar düşünülmüş, ne şekilde düşünülmüş, Platform içinde ne şekillerde anlamlandırılan bir şey bilemiyoruz. Ayrıca esas tartışmamız bakımından çok kayda değer farklılıklar yaratan bir davranış da değil bu maalesef.    
Belgesel görüntülerinin dolaysız olduğunu söyleyecek değilim; orada da asgari de olsa bir kurgunun, bir çatının bulunduğunun farkındayım; fakat konuşanların kendilerini anlatması ve ezici kısmında da edebiyat şehvetinden edebileştirme hevesinden pek eser olmaması benim üzerimde çok daha etkili oldu. Ben belgeseli mektuplardan daha önemli gördüm, daha değerli buldum.
Sonuç olarak, kendisinden aşağıda birinin edebiyatını yapmayı, kendi başına bile allahlık bir durum olan kendi kendinin edebiyatını yapmaktan daha aşağıda görüyorum galiba. Şöyle uzaktan alakalı bir alıntı ile bitirelim, Turgut Özben diyor ki:
Evet! Diyorum ki; meselelerimizi çözmek için edebi değil teknik bir üslup seçersek, kendimize verdiğimiz serbestliği iyi kullanmış oluruz ve demokrasi gibi bunu da kendimize benzetmeyiz. Teknik bir üslup seçmeliyiz; çünkü bizler teknisyeniz. Duygularını ifade edebilmek için bakkal, bakkal gibi, bahçıvan da bahçıvan gibi düşünebilseler; kendilerine yakışacak bir ifade coşkunluğuna kavuşacak zamanı bulabilselerdi; bütün şehir, gereksiz edebiyattan temizlenmiş olurdu. Yazık ki her zaman birinci sınıf bir bakkal, dördüncü sınıf bir edebiyatçının üslubuna özendiği için, onu kullanmak zorunda kaldığı için, edebiyatçılar tarafından edebi bakımdan hor görülmektedir. Biz, yani bu dünyanın iki sahibi sen ve ben, bu oyuna gelmeyecek kadar yeterliyiz. Birinci sınıf matematikçi olma yolunda bulunan bu iki müstesna genç, lisede matematikten belge almış bir edebiyatçının hakimiyetine boyun eğemez. Napolyon gibi gururla söyleyebiliriz: 'Bizim asaletimiz, bizimle başlar.' Anlaşılmamak korkusuna gelince: bir edebiyatçının meseleleri de -günlük yaşantının nakledilmesi dışında- halk için, bir matematikçinin denklemleri kadar, belki daha da soyut kalır.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails