Bazı konuların içinden çıkılamıyor. İnsan bir şeyden rahatsız oluyor, onu
didikledikçe rahatsızlığının haklılığını tespit ediyor, bir düşünce atılımı
yapmayı becerebiliyorsa o şeyi aşıyor, arkasında bırakıyor, yok bunu
beceremiyorsa da oturduğu dalı kestiğiyle, “kendi kendini ayağından vurduğuyla”
öylece kalıyor. Siyasal içerikli metinlerde dolaylama, dolaylı anlatım dediğim şey de benim için böyle bir
konu.
Ümit Kıvanç’ın Roboski katliamıyla ilgili belgeselini izliyorum. Öldürülen
çocuklardan birinin annesi konuşmakta. Konuşmasının bir yerinde, çocuğunun
kaçaktan mazot getirmek için kullandığı bidonların hâlâ evde, gözünün önünde
olduğundan bahsediyor. Anlattıklarını dinlerken birden kendimi düşünür halde
yakalıyorum: her gün o bidonlarla karşı karşıya gelen kadının hikâyesinde bir hikâye çekirdeği görür gibi oluyorum.
Bir plot ya da; bir dramatik çatı. Bu
çatının altında bidonların hâli, ağzına geleni anlatan kadının konuşmasında
olduğu gibi değil. Belirli bir merdivenin belirli bir basamağı olarak sağdan
giriyorlar. Her şey hesaplı, yerli yerine dizili. Bir iş görüp, bir şeyi bir
yerden bir yere getirip sonra soldan çıkacaklar. Kreşendo! En sonunda bu
bidonlarla hesabını görüyor kadın, filan. Tabii kendimi böyle şeyler düşünür
bulmak beni çok rahatsız ediyor; yapmamam gereken bir şey yapmış, kadına saygısızlık
etmiş gibi hissediyorum. O bana ne anlatıyor, ben ne yapıyorum!
Sonra aklıma geçen sene, katliamdan bir süre sonra, bianet’te, her güne
öldürülenlerden birinin hikâyesi denk gelecek şekilde yayınlanan ve katliamın
yıldönümünde de toplu halde tekrar hatırlatılan ve yaratıcılarının “Roboskiye
Adalet Platformu” adlı kolektif bir gizli özne olduğunu bildiğimiz “Roboski mektupları”
geldi. Her mektup önce “konu edindiği” kişinin hikâyesini onun ağzından
anlatıyor (“Ben Servet Encü’yüm” gibi); kişiye özgü içerik bitince de, diğer
mektuplarda da tekrarlanan bir adalet çağrısıyla sonlanıyor. (Mektupların adalet çağrısı kısmı alışılmış “aydınlar dilekçesi”
örneklerini hatırlatıyor. Talep beyanı, dolaylı olarak itham, otoriteye hitap,
aynı zamanda da kitleye hitap, evrensel bir ses, dolaylama, vs.: “Belki kızacaksınız ama bir çift sözüm var; | Eğer
beni öldüren bombalar adalet'i de öldürmediyse, | Adalet talep ediyorum... |
Herkesin hakkı değil mi adalet? | Yoksa | O kocaman, pahalı bombalarını beni
öldürmekte harcadığı için devletten özür dilemeli, | Hedefi şaşırmayıp beni
öldürdüğü için Genelkurmay'a teşekkür mü etmeliyim!?”) Kişilerle ilgili
anlatılan biyografik ayrıntılar hakiki; pek çoğunu ilgili kişilerin
yakınlarının belgeselde anlattıklarından teyit etmek mümkün. Ancak belki de bu
hakikatler mektuptan mektuba, mektup yazarının üslubuna, “konu edinilen” kişiye
göre değişen (örneğin yaşı küçük köylüler tabiatıyla daha çocuksu, daha naif
bir şekilde konuşturuluyor) kurgusal içeriklere batırıldığı, estetize edilerek
aktarıldığı için; her mektubun sonunda küçük bir de hatırlatma bulunuyor: “Hikayeler
bombardımanda katledilen köylülerin gerçek bilgileri kullanılarak yazılmıştır...” (Kullanılarak’ı fesatlığımdan ben
italikledim.)
Bu mektuplar, silkindirip kendine getirttirerekten bilinçlendirme maksatlı
metinlerin ezici çoğunluğu gibi bana iç sıkıntısı veriyor. Canımı sıkan şey,
okurken, yanıtını bulamadığım şöyle şöyle soruların ortaya çıkması: Neden bu
yaşantılar hikâye edilir? Neden doğrudan doğruya ifade edilmez, aktarılmaz da
hep bir dolaylı hale koyulur? Okuduklarımız neden doğrudan doğruya aklımızın
düşünen, tefekkür eden kısmına atabileceğimiz, orada bir çeşit işlemlere sokup
çıkaracağımız hammaddeler şekilde sunulmazlar da; önce illâ bir estetik
hisler/hazlar diyarına uğratılır, öncelikle (bazen de sadece) gönül tellerimizi
titretecekleri edebi bir kılığa büründürülürler? (Böyle bir ayrım varsa tabii!)
“Vurgun yemiş bir dalgıç gibi kalakaldım
karanlık denizinde, ölümün kıyısına uzandım, usulca... ‘Otuz dördümüzün’ kanı
döküldü, ‘otuz dört’ can ırmağı olduk, karıştık toprağa... Güller geceleyin
açar diyordu annem, kan çiçekleri gibi al al olduk hepimiz...” Neden vurgun
yemiş dalgıçlar, neden karanlık denizleri, neden ölümün kıyılarına uzanmalar,
neden gece açan güller? Bütün bunların Roboski’ye adalet ile nasıl bir ilgisi,
bu konuda nasıl bir geçerliliği var? Kamuoyuna sunulmanın yanı sıra “Cumhurbaşkanlığı,
Başbakanlık, Adalet bakanlığı ve İçişleri Bakanlığına faks ve mail yoluyla
gönderil[en]” bu mektuplarda doğrudan doğruya sadede gelmek yerine söz bu
şekilde tatlı tatlı çevrildiğinde fazladan nasıl bir etki yaratıldığı
düşünülüyor? İşte bunları anlayamıyorum.
Burada oyuncularla ilgili rahatsızlığım da nüksediyor tabii. Dalgıççı
karanlıkdenizci geceaçangülcü ile hayatını hikâye ettiği kaçakçı arasındaki
ilişki sıkıntılı geliyor. Güç bu iki özneye o kadar asimetrik şekilde dağılmış
ki iki özneden söz edebilmek dahi mümkün değil. Hikâyeci de alanlar, daireler
arasında serbestçe dolaşıyor. Gidiyor biraz dinleyerek kaçakçının esrarına
vakıf oluyor; ve hemen onu hikâyematiğinden geçirerek, hikâyeleşmemiş halinin
eksikliklerinden arındırarak ifade ediyor. Kimi biyografik ayrıntıların
belgeselde gördüğümüz kopuk, yanlışça dizili, anlatım bozukluklarıyla malûl
hali ile bu mektuplarda gördüğümüz parıltılı hali arasındaki fark, bu
hikâyematiğin hüneri işte. (Yeri gelmişken, hikâyecinin gidip adamın hayatının esrarını çekmesi olayının Roboski olayı özelindeki etkilerine değinen şu yazıyı da dikkatinize sunarım.)
Üstelik bana kalırsa, bu ilişki oyuncu ile oynadığı
hamal arasındaki ilişkiden daha da sıkıntılı. Çünkü bu sefer işin içindeki
siyasal boyut çok daha acil, çok daha gerekli, çok daha somut, çok daha
doğrudan, çok daha belirgin. Oyuncunun yapması gerekenlerden daha aciliyetli "yapılması gerekenler" söz konusu. Bu mektuplar yalnızca edebiyat dairesinin içinde
kalan bir şeyler olsaydı, çok sorun olmazdı (tiyatronun kimi kısımları daha bir
bu daire içinde). Anlatırdı hikâyesini, dinlerdik. Fakat Roboski olayı edebi bir
soyutlama veya bir kurgu değil. Gerçek ölüler, gerçek acılar. Hakkında bir
şeyler yapılması gereken, o kusturan tabirle “üzerinden siyaset” yapılması
gereken bir olay. Edebiyatı bilemediğim kimi gerekçelerle, kimi iddialarla
siyaset deplasmanında sahaya sürüyorsunuz. Bu nedenle aklıma gelen şu şeyi de
yazacak gibi oluyorum: ‘Olayın genel vaziyet şeklinde’ bir tür “kimimiz öldük,
kimimiz nutuk söyledik” havası var.
Hikâyeci ile ilgili bir hususu not etmeden geçemeyeceğim. Roboskiye Adalet
Platformu’nun kolektif bir özne olması; bizim bu ekibin kimlerden müteşekkil
olduğunu bilmememiz bir bakıma yeni bir şey. Özneyi geçmişte gördüğümüz yazar,
entelektüel, düşünce üstadı, kutup yıldızı feylesof tiplemelerinin egoizminden kurtaran
bir şey. Aynı mektupları bir de altlarında imzalarıyla, o imzaların getireceği envai
çeşit anlamla birlikte de sunabilirlerdi. Bunu yapmamaları entelektüeller
sosyolojisi bakımından dikkat çekici, “yeni davranışlar” kafilesinden bir tür
davranış. Gelgelelim bu ne kadar düşünülmüş, ne şekilde düşünülmüş, Platform
içinde ne şekillerde anlamlandırılan bir şey bilemiyoruz. Ayrıca esas
tartışmamız bakımından çok kayda değer farklılıklar yaratan bir davranış da
değil bu maalesef.
Belgesel görüntülerinin dolaysız olduğunu söyleyecek değilim; orada da
asgari de olsa bir kurgunun, bir çatının bulunduğunun farkındayım; fakat
konuşanların kendilerini anlatması ve ezici kısmında da edebiyat şehvetinden
edebileştirme hevesinden pek eser olmaması benim üzerimde çok daha etkili oldu.
Ben belgeseli mektuplardan daha önemli gördüm, daha değerli buldum.
Sonuç olarak, kendisinden aşağıda birinin edebiyatını yapmayı, kendi başına
bile allahlık bir durum olan kendi kendinin edebiyatını yapmaktan daha aşağıda
görüyorum galiba. Şöyle uzaktan alakalı bir alıntı ile bitirelim, Turgut Özben diyor ki:
Evet! Diyorum ki; meselelerimizi çözmek için edebi değil teknik bir üslup seçersek, kendimize verdiğimiz serbestliği iyi kullanmış oluruz ve demokrasi gibi bunu da kendimize benzetmeyiz. Teknik bir üslup seçmeliyiz; çünkü bizler teknisyeniz. Duygularını ifade edebilmek için bakkal, bakkal gibi, bahçıvan da bahçıvan gibi düşünebilseler; kendilerine yakışacak bir ifade coşkunluğuna kavuşacak zamanı bulabilselerdi; bütün şehir, gereksiz edebiyattan temizlenmiş olurdu. Yazık ki her zaman birinci sınıf bir bakkal, dördüncü sınıf bir edebiyatçının üslubuna özendiği için, onu kullanmak zorunda kaldığı için, edebiyatçılar tarafından edebi bakımdan hor görülmektedir. Biz, yani bu dünyanın iki sahibi sen ve ben, bu oyuna gelmeyecek kadar yeterliyiz. Birinci sınıf matematikçi olma yolunda bulunan bu iki müstesna genç, lisede matematikten belge almış bir edebiyatçının hakimiyetine boyun eğemez. Napolyon gibi gururla söyleyebiliriz: 'Bizim asaletimiz, bizimle başlar.' Anlaşılmamak korkusuna gelince: bir edebiyatçının meseleleri de -günlük yaşantının nakledilmesi dışında- halk için, bir matematikçinin denklemleri kadar, belki daha da soyut kalır.