16 Kasım 2012

Açlık grevi

Hani envai çeşit insan, bu konuyla ilgili fikir belirtirken “bu onayladığım bir yöntem değil ama” diye cümleye başladıktan sonra açlık grevcilerine olan desteğini ifade ediyor ya; işte ben bu insanların onaylamadıkları bir şeyi onaylamak için neden bu kadar istekli olduğunu anlayamıyor, formülün “bu onayladığım bir yöntem değil” kısmından ileriye geçemiyorum. Hatta dahası, “Kendi payıma, talep olunan şeylerle ilgili kategorik bir sıkıntı yaşamıyorum ama bu taleplerin ucuna insanların hayatlarını iliştirmiş olması, bu taleplerin karşılanmaması halinde birilerinin ölümüyle sonuçlanacak olması bana ters geliyor” filan gibi bir şey diyesim geliyor. Bunun öncelikle kişisel bir nedeni var: bir kişi neyi hayatı pahasına isteyebilir, hangi talebin bedeli talibin hayatı olabilir, türü sorulara bir cevap veremiyorum. Ne bir dil, ne de hele bir liderin vaziyeti bu terazinin iki kefesini denkleştirmeye yetecek ağırlıkta bence. Ama bu, dediğim gibi, kişisel bir yaklaşım. Başkaları böyle görmek zorunda değil, dünya mutlaksız kaypak rölativistlerden oluşmuyor. (Bununla birlikte, benden, şahsımdan herhangi bir tavır almam, herhangi bir davranışta bulunmam beklenseydi herhalde bu görüşüm uyarınca davranırdım.) Bir kişi talepleri için böyle bir irade sergileyecekse sergiler. Fakat açlık grevi bana sırf kişisel eğilimlerime ters geldiği için ters gelmiyor. Bana göre bir tarafa taleplerini, bir tarafa da hayatını koyup teraziyi başkalarına teslim etme eylemi, iletişimi ve siyaseti bitiren bir eylem; bu bakımdan tehlikeli buluyorum. Kamuoyunda işin bu kısmı “şantaj” terimi etrafında dönen tartışma tarafından yutulup soğuruluyor. Bu bir şantaj mı? Bilmiyorum. Ama çok liberal-demokratik-ılımlı görünmeyecekse şöyle bir resim tasvir etmek isterim: Bir iletişim alanı var, bu alanda bir şeylere karar verilecek, kişilerden biri aniden iletişim alanının dışına çıkıyor, kendisini muhatabından gelecek sözlere kapatarak dışarıdan tek bir söz gönderiyor ve bu sözünün onun istediği gibi alınıp alınmayacağına göre bu kişi ölecek ya da yaşayacak. Ya da bir iletişim alanı yok, alanın kurulması ve işlemesi için böyle bir başlangıç deneniyor. Hiçbir talep tamamen karşılanmaz, hiçbir söz aynen alınmaz, sen talep karşılayıcılardan olsan sen de öyle yapacaksın, bu alan bir at pazarıdır, kim kime, dum duma; at izi, it izi; gücü yeten gücünü yetirdiğine kemendi atar, bu böyledir, diyemiyoruz ona; soru tek, şık iki tane, ya yaşayacak ya ölecek. Ne taraflarından biri olmak (ve aslında) ne de karşımda görmek isteyeceğim bir tartım bu. Bir adım ötesine gidip açlık grevcisine bir de fatura kestiğim, kimsenin böyle bir iletişim tarzını getirip kendi halinde duran insanın önüne bırakma, onu afallatma hakkına sahip olmadığını düşündüğüm de oluyor ama görüşüm budur diye bunu yazamayacağım şu anda. Çünkü bu afallatmayı zaten açlık grevcisi yapmıyor büyük ölçüde. Onun dıdısının dıdısının goygoycusunun çeribaşısı yapıyor.

Gördüğüm bazı metinlerde sözün bittiği yer, bütün çarelerin tükendiği an, geriye kalan son enstrüman laflarıdır dönüyor. Buna göre, bahsettiğimiz alanın dışına çıkma, oradan buyurma anının hemen öncesinde bulunan sözün bittiği yer durağında, artık geriye bir tek bu çare kalmış. Çok büyük bir ihtimalle ben daha iradesiz çıkar, öyle bir yere bu insanların tamamından çok daha önce ulaşırdım; amma şu gün şu durumda, bana, bir ilke olacaksa, bu ilke öyle bir yerin olmadığını, sözün hiçbir zaman bitmediğini, bitemeyeceğini kabul etmek olmalı gibi geliyor. Bunu kendi kendime tekrarlaya tekrarlaya dilimde tüy bitti; buraya bir vesileyle de bu düşüncemi not düşmüştüm diye hatırlıyorum: Sözün dışı yok, söz dışında bir mecra, bir araç yok. (Çünkü ayrı bir kulvarda da beden üzerine, bedenin açlık grevine girilerek kullanılması üzerine de beyin fırtınaları kopup duruyor; ama hiçbiriniz sandığınız kadar dolaysız değilsiniz. Hatta açlık grevcisi öyle olmasa bile siz tamamen sözden ibaretsiniz.) Yanı başımda en yalın haliyle bir beden ölmüyor, çıplak gerçek bu filan değil. Yanı başımda “kendi gündemim” haline getirmeye çalıştığım somut bir şeyler var; bir de, sözler uçuşuyor. Kendimi öldürüyorum sözü, kendini öldürüyor sözü, hayır öldürmüyor sözü, bırak öldürsün sözü, hayır öldürmesin sözü, elbette BEN de öldürmesin diyenlerdenim sözü, vesaire. Söz olunca, açlık grevi eyleminin farkı, alameti farikası da bulanıp gidiyor. Eylemlerden bir eylem, sözlerden bir söz. Açlık grevi benim için dolaysız, doğrudan, söz ile ilgili alavere dalaverelerden ötede duran, benimle çok başka bir frekanstan bağlantı kuran bir şey değil. “Yani tamam ama bu da açlık grevi artık!” gibi bir şey değil. Ben ne açlık grevi yapanım, ne de kendisi ile iletişim kesilerek açlık grevi başlatılan ya da açlık grevi ile kendisiyle iletişim kurmaya çalışılan muhatap. Ben, hakkında şu da bu söz için harekete geçsin de, o muhataba dünya dar olsun denilen kişi oluyorum. Açlık grevini de bir haber, bir tvit, bir manşet, bir öfkeli j’accuse’lü yazı gibi bir şey olarak tecrübe ediyorum. Yani yine bir söz ile.

[[Yani, açlık grevcisi geriye tek enstrümanı bedeni kalmış bir kişi değil. Hadi madem bu parantezin içine hapsedip geçeyim: bütün bu hikâyenin, bütün bu eylemin, söze dayalı olmak; aktarılan, taşınan, yayılan söze dayalı olmak; yani direksiyonu medyaya bırakmış, kendisini medyanın insafına terk etmiş olmak; bedenin ve bedeni öldürmeye karar veren iradenin yanı sıra daha bir dolu enstrüman ve irade gerektirmek gibi bir çetrefil yönü var.]]

Lafı açlık grevinden açlık grevi hakkında düşünüp konuşanlara getirmeye çalışmam bu yüzden.

Bu sanıyorum diğer insanlar için de böyle olacaktır; yani diğer insanlar da açlık grevini çıplak gerçeği ile doğrudan değil, sözü-söylemleri ile dolaylı olarak tecrübe edecektir. Burada açlık grevlerine karşı göstermeleri gereken duyarlılığı göstermedikleri için, harekete geçmedikleri için; duyarlılık gösterseler, harekete geçseler ne yapabilecekleri düşünülmeden yüklenilen insanları kastediyorum. J’accuse’cüler bu kişilere kızıyorlar; ölümün doğrudan doğruya kapıda beklediği şu anda dahi, normalde grevcilerle aralarına ayrımlar koyan, farklarını yaratan ve her biri de önünde sonunda sözlerden kaynaklanan envai çeşit ıvır zıvırı bir yana koyamadıkları; "böyle uç bir durumda" insan vicdanının emredeceği yegâne karşılığı bulup veremedikleri için. J’accuse’cü gibi yapsalar, onun gibi olabilseler ya? Ama yapamıyorlar ya da yapmıyorlar ve ithamları hak ediyorlar! Ama j’accuse’cü yanılıyor. Kızdığı insanlar da tabiatıyla açlık grevini sözler olarak tecrübe ediyor, sözlere verdikleri tepkiler ile ele alıp değerlendiriyorlar. Lütfen j’accuse’cü, kimseden, hiçbir zaman sözün ötesine geçip/ıvırı zıvırı bırakıp/kendi olmaktan çıkıp Vicdan'ının sesini dinlemesini ve bu yolla çabucak sizin söylediğinizi kabul etmesini istemeyin. Böyle bir şey hiçbir zaman olmayacak, hiç kimse tarafından pürüzsüz şekilde böyle yapılmayacak. Duyargaları –atıyorum- sadece (veya öncelikle) Silivri zulmü tabir ettiği bir şeye açık olan kişi, 65. değil 650. günde de bu konuda ölü taklidi yapacak; ya da bir AKP'linin konuya yaklaşımı limit vakalarında bile daima bir parçalı bulutlu, bir başka türlü olacak, vesaire. Bu kişilerin İnsaniyetsizliği sonucu olmayacak bu, tam tersine insaniyet hiçbir zaman o beklediğiniz gibi olmadığı için olacak. Siz de öyle değilsiniz zaten. Ne kadar yüce gönüllü olursanız olun, herkesin ölü taklidi yaptığı bir “kainatın en fena zulmü” vardır. Yapacak bir şey yok, böyle bu. Bir yerlerde bizi birleştiren bir damar olduğu yalan çünkü. İnsaniyet de yalan, vicdan da.

Onayladığım bir yöntem değil ama tarzı desteğe ilk takıldığım günler, son yıllarda iyiden iyiye zamanın ruhu haline gelen trollük müessesesine doğru bir sapma da yaşadım. Kendi kendime şu soruyu soruyordum: gerçekten ayırt edilebilir hiçbir aidiyeti, hiçbir kimliği olmayan, bütün etnik, dini, siyasi ayrımların ötesinde insan gibi insan olan jenerik, soyut bir insan (nasıl olacaksa artık öyle biri), sadece ve sadece şu anda Türkiye’de süren açlık grevlerinin sonlandırılması talebiyle, ciddi şekilde, gerçekten açlık grevine başlasa acaba nasıl olurdu? Çağrısına karşılık “Bu adam münasebetsizin biri, biliyoruz, yaptığını onaylamıyoruz, ama sonuçta söz konusu olan insan hayatı, durdurun bu işi” denmezdi herhalde. Ciddiye alınmayacağı aşikâr; fakat böyle biri, şu onayladığım bir şey değil ama artisliğini biraz sarsardı diye düşünüyorum. En azından ortada bütün sözleri, siyasi ayrımları, mevzileri bir kenara atıp sadece ve sadece insaniyet namına Vicdanının ona emrettiğini dile getiren, olaya “önce insan” falan gibisinden evrensel bir ilkeyle yaklaşan hiç kimsenin olmadığını görmüş olurduk.

Toparlayacak olursam, galiba şöyle: açlık grevcilerin açlık grevlerine çıkarkenki taleplerinin içeriklerine kategorik bir itiraz getiremiyorum, bunları tartışmalı-tartışılabilir-konuşulabilir buluyorum ama işte tam da öyle buluyorum, o sulara ait görüyorum; kişinin hayatını mematını ucuna iliştirip muhatabına postalayabileceği mutlaklar olarak görmüyorum. Açlık grevcilerinin yanlış yaptıklarını düşünüyorum. Bu yanlıştan kaçınmak istiyorum. Bu, bize ne yapılması gerektiğine dair ne söylüyor? Hiçbir şey söylemiyor. “Hadi al, gündemin bu, bir karar vereceksin, bir şey yapacaksın, seç bakalım” durumundan şikâyetçiyim zaten, bu şekilde bir bir şeyler yapmak/yapmamak seçimine çekilmek istemiyorum.

Bir de, açlık grevi eyleminin etrafındaki sözlerin çok büyük kısmından başka nedenlerle rahatsızım. Bu sözlerin rahatsız ediciliği, sözün, eylemin merkezine olan uzaklığı arttıkça artıyor. En son bir Facebook paylaşımında “Sizin için ölüyorlar! Sizin yüzünüzden ölüyorlar! Siz böyle duyarsız kaldığınız için ölüyorlar!” gibi bir sarsıp-kendine getirip-duyarlı hale getirme denemesi gördüm. Çok rahatsız ediciydi ama rahatsız edip davaya katılmayı sağlamıyordu. Rahatsız edip uzaklaştırıyordu, görüldüğü üzere.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails