04 Eylül 2011

Edebinizle ısrar edin

Ben şimdi yazıyorum ama bahsedeceğim alternatif tiyatro mekanlarının medyayla ilişkilerini konu edinen söyleşi, ta yaz başında yapıldı; Beyoğlu civarlarında konuşlanmış yedi işletmenin bir araya gelerek oluşturdukları girişimin düzenlediği sohbet serisinin bir ayağı olarak.

Bu mekanların hikayesi birçok açıdan enteresan. Tümünü göremedim ama bildiğim kadarıyla bu mekanlar arasında, "sahne" olsun diye inşa edilmiş bir mekan yok. Bir pasajın içine sığınmış olanı da var, sahnesinin ortasından iki kolon geçeni de, bir binanın alt katındaki araba garajından devşirilmiş olanı da. Mekanlarda tabelaya çıkan repertuvarın da oldukça sıradışı oyunlardan oluştuğunu eklemek lazım. Mekanlar zaten mimari özelliklerinden başlayarak belirli şekillerde yorumlanabilecek nitelikteki oyunların tercih edilmesine neden oluyorlar. Ama benim için enteresanlığın zirvesi, bu ucube mekanlarda tiyatro yapan insanların birleşmeleri, ortak hareket etmeleri. Tiyatro alanı standartlarında, bütün mekânların birbirlerine ölümüne düşman olması, oyuncu ve işletmecilerin de bilumum internet forumunda allahlık bir dil ve üslupla, çıldırtıcı (ama gerçekten çıldırtıcı) tartışmalara girişmeleri gerekirdi. Halbuki bu işletmeler güç birliği etmiş [1] durumdalar.

İşte bu el ele vermiş, güç birliği etmiş alternatif mekanların bahsettiğim sohbet serilerinden bir halka, "medya ve tiyatro ilişkileri" gibi bir konuya ayrılmıştı. Nasıl ederiz de bu alternatif mekan hareketinin yaygın basılı ve görsel medyada daha fazla yer bulmasını sağlayabiliriz gibi bir soru eşilip deşilecekti. Katılımcılar: Radikal'den Cem Erciyes, NTV'den Yekta Kopan, Milliyet'ten Asu Maro ve Cumhuriyet'ten Özlem Altunok'tu. Biz salona girdiğimizde Yekta Kopan konuşuyordu. Kendisinden başlayarak hepsi sırayla söz kendilerine geldiğinde ağlayıp sızladılar. Sayfa sayısı az, zaten topun ucundayız, yerimiz dar, acil durumda ilk feragat edilecek dakikaları ve sayfaları biz yapıyoruz, üstlerimiz durumdan tamamen bihaber, tiyatro 'satmıyor', okunmuyor, insanlar ilgi göstermiyor (C.Erciyes: "sanatların popülerlik hiyerarşisi"), bazen çalıştığımız kurumun sponsor olduğu bir etkinlik oluyor, onu görmek zorunda oluyoruz, elimizde eleman yok, bütçemiz yok, yetişemiyoruz, yetiştiremiyoruz, vesaire vesaire... Sazı eline alan başlıyor. Bir de ekstra sinir bozucu olan, durum tespitlerini bu durumlara eleştirel bakarak, değişim için ne yapılabileceğinden bahsederek yapmayı filan ışık hızıyla geçip yarı alaycı bir üslupla yapmaları --bilhassa Cem Erciyes cynicism'in gözüne vurdu ha vurdu. Aralarda utangaç elimden gelen budur'lardan övünçlü yaa bakın bu şartlarda bile davaya hizmet ediyorum'lara uzanan kişisel parantezler de açılıp kapandı tabii. Ama sonuçta o kadar saçma sapan bir durum oldu ki, konuşmaların sonunda bozuk bir sinirle, basın mensuplarından toplum olarak kendilerini soktuğumuz zor durumlar nedeniyle özür dilememiz gerektiğini düşünmeye başladım; asla değiştiremeyecekleri, verili buldukları, azıtmışlığında hiç pasiflikleriyle pay sahibi olmadıkları durumların içinde mücadele edip yine de kendilerinden iyilikler neşet ettirebilen bu mucizevi insanlara çok ayıp ediyorduk!

Galiba kimsenin bu durumlarla bir derdi yoktu ki, seyircilerden gelen soruların geneli "Evet bu böyle, peki şimdi ne yapıyoruz?" eksenindeydi ve tartışmayı pratik bir çerçeveye taşıdı. Ne yapmalı, ama bu şartlar dahilinde, şartları dert etmeden, yine de sinekten yağ çıkarabilmek için ne yapmalı. Yeni tiyatro topluluklarından gelen genç arkadaşlar arasında, işi büsbütün kendi gruplarını tanıtmaya ve bir nevi bu kültür sanat duayenleriyle networkleme çabalarına çevirenler oldu [2]. Yazının başlığına aldığım ve bence günün manşeti durumundaki "edepli ısrar" lafı da bu arada ortaya çıktı. Basın mensupları, kendilerini tanıtma derdindeki tiyatro gruplarına edeplice ısrar etmeyi önerdiler. Kastedilen şu:  çok meşgul olduğumuzdan, çok çalışmamız gerektiğinden, ertesi günü kovaladığımızdan, tempomuz aşırı yüksek olduğundan (ağlamalı girizgâh elbette), çok çok fazla kaynaktan haber geldiğinden [3], sizin sizi tanıtmamız için bize yollayacağınız basın bülteni muhtemelen arada kaynayıp gidecektir. Bir geri dönüş alamazsanız yılmak yok. Yeniden yollayın. Kendinizi bize gösterin. Hatırlatın. Israr edin. Ama bunu yaparken de su kaçırmayın. Kararlı şekilde tekrar yollayın, görene kadar. Şık bir ısrar olsun. Lanet ettirmesin de, azminizi takdir ettirsin. O zaman seve seve görürüz.

(Burada şair artık kendini tutamayarak "MEDYA SEN KİMSİN, NE ARA BU OLDUĞUN ŞEY OLDUN VE BİZDEN NE İSTİYORSUN?" diye haykırıyor.)

Her şey olması gerektiği gibi, bir tek tiyatrocunun ısrarı ya da ısrarında edebi eksik! Bunu derken oradaki tiyatro gruplarına ve etkinliği düzenleyen mekanlara gerçekten yardımcı olmak istiyorlar, ama yine de bu yardımcı olma önerisinin sakilliği son noktada. Öneri diye ağızlarından ilk elde ancak o kadar ağlayıp sızlandıkları düzenin tüm rollerini aynen onaylayan, pekiştiren bir kurgu çıkabilmiş oldu. Bir de, tiyatro gruplarına haber olmaya çalışmaktan ziyade, köşe yazarlarını yanlarına çekmeye çalışmayı önerdiler. Hıncal nasıl bir yeri yazdı mı orası patlıyor, o hesap. Burada galiba, haberi kim göreee, kim okuya, halbuki köşe yazarlarının sıkı takipçileri var, bir kişkilediler mi [4], orayı yıkarlar, gibi bir mantık vardı. Genel gazete okuyucusundansa pirlerince tavsiye edileni uygulayan bu "hedef kitleye" atış yapmak daha verimli olur diye düşünülüyordu. Ve son bir not: bunları önerenler de, mevcut medya alanı içerisinde bu kültür-sanat mekanları açısından bulunabilen en "iyi polis" insanlar. En yüreklilerin genel çerçevesi bu, geri kalanlara bilmem ne demek lazım.

...

İnsan bir noktadan sonra gazetecilere kızmayı da fuzuli görmeye başlıyor. Bence alternatif mekanların onları geçip bulundukları yolda ilerlemesi gerekir. Gazeteciler ne ahlaken meşru, ne de 'hakikaten' bir temeli ve bir geleceği olan sanal konumlarında, bırakınız debelenip dursunlar. Gelip kendilerini vurana kadar hiçbir uydurukluğa ses çıkarmayıp uyuşuk uyuşuk uyuklasınlar. Hem bu insanlardan amaçlanan faydayı sağlayacakları da yok ki: amaçlanan, değiştirilip dönüştürülecek bir kitle oluşturma ideali olsa da buna bu medyaya yaslanılarak ulaşmak mümkün değil; sırf gemiyi yüzdürmek, mekanı döndürebilmek, ayakta kalabilmek olsa da. Gerçekten, filanca yerde filanca oyun var diye haber yapsalar, veya köşelerinde ey cemaat şu oyuna gidin diye övseler tam olarak "ne yazar"; bunu ben kestiremiyorum. Bununla mı abat olacak alternatif tiyatro mekanları? Bütün unsurlarıyla bir alternatif sunma iddiasındaki bu girişim neden kendini tanıtma konusunda böyle modası geçmiş usûllere tevessül etmek zorunda olsun ki? Ben kendi payıma, seyirci kitlesinin gönüllü SAADET ZİNCİRİ modeliyle, yani bir köşesinden halaya dahil olanın hemen beraberinde birkaç arkadaşını da bu mekanların etrafında oluşan kitleye dahil etmesi yöntemiyle büyümesinin, filanca gazetecinin yazarak çizerek oyunları tanıtmasından daha etkili olacağı düşüncesindeyim. Bir asabiye sahibi bir müdavimler heyetine böyle böyle ulaşmak, yaygın medyada konuşlu yıldızlar onu trendy gösteriyor diye oyun izlemeye gelecek yüzer gezer kültür-sanat ürünü "tüketicilerinden" müdavim yaratmaya çalışmaktan daha yerinde bir çaba gibi geliyor. Belki bu yolla kalıcı sonuç elde etmek biraz daha fazla zaman alır ama sonuçta olması gereken olur. O "zaman" da yalnızca bir değişken: belirli bir estetik/politik kaliteyi tüm mekanlarda tutturarak, pazarlama alanından geçici süreliğine ve erdemli yollarda kullanılmak üzere bazı taktikler ödünç alarak, müdavimlere bir cemaat oldukları hissettirilip gerekirse onlardan da sorumluluk almalarını isteyerek bu zaman kısaltılabilir, süreç hızlandırılabilir. Yeter ki muhtaç olunan kuvvetin, hem tiyatroya hem topluma yabancılaşmış, herhangi bir yöne doğru gitmeden topallayan medyada değil de bu girişimin damarları arasında zaten dolaşmakta olan müdavimlerde olduğu görülsün.  

-----
[1] Güç boşuna biriktirilmiyor. Öyle çok fazla tartışma takipçisi olmamama rağmen birkaç yerde, nispeten daha 'sıradan' tiyatro yapan kişilerin yazıp çizdikleri arasında, bu mekanlara ve burada yapılan tiyatroya ufak ufak çakıldığını gördüm. Hafif popülist bir yaklaşımla, ödenekli ve geniş-salon-kapasiteli-özel-tiyatroların (en azından prensipte) daha fazla sayıda insana hitap etmesi, bu alternatif mekanlarınsa daha az kişiye ulaşabilmesi üzerinden vuruluyor: "Tamam, bu da lazım, bu da iyidir, bunu da yapın, ama tiyatroyu bu sanmayın!" gibisinden. Elbette ki esas tiyatro, çakıcıların yaptığı. Alternatif salonlara bu arada bir de marjinallik yaftası asılıyor; bu mekanlar, 100 kişinin kendi arasında top çevirdiği kurtarılmış bölgelere indirgeniyor. Kitleselleşme, kitle yaratma ve onu dönüştürme konusunda alternatif mekanlara hiçbir artısı olmamasına rağmen, nicel olarak daha fazla sayıda insana seslenen, kendini oraya koyuyor işte; "biz hayatın kalbindeyiz, sizler fildişi kulelerdesiniz" demeye getiriyor. Karşı taraf bu konularda pek topa girmediyse de tiyatro ödülleri konusunda biraz ses yükseltildi. Yine de şimdilik açıktan sürdürülen bir mücadele olduğunu söylemek yanlış olabilir. Bunlar, dediğim gibi, arada geçerken yapılan ufak çakmalar. Fakat ben güçlerini birleştiren bu mekanların güç sarf ederek kendilerini, başkalarını ve tüm tiyatro alanını yeniden şekillendirme biçiminde gayet güçlü bir irade taşıdıkları kanaatindeyim ve ileride daha kafa kafaya çakışmalar görülecektir bana göre.
[2] Bu gençlerin en extrovert'ü bir kız, toplantı tamamen bittikten sonra da konuşmacıların etrafında fır dönüp durdu. Mesela: gazetecilere yandan yandan yanaşmasını unutamadığım bu kızcağızın şimdi adını sanını unuttuğum topluluğu, --nasıl olacaksa-- tiyatroda çığır açsa, fevkaladenin fevkıne geçse de ben gidip oyunlarını görmem. Derdi çok başkaydı ve bu çok belliydi.
[3] Burada söyledikleri --gerçi hiç bulunmayacak, tahmin edilmeyecek şeyler değildi ama-- benim için aydınlatıcı oldu ve basının geneline dair de bir şeyler içeriyor. Bu insanlar artık gidip haber avlamak, haber kovalamak safhalarını çoktan geçmişler. Artık ofislerinde oturuyorlar, dünya bunları haberle besleyip duruyor, bunlar da önlerine yığılan malzemenin arasından bir şeyler seçip haber oluşturuyorlar. Öyle bir genel-değerlendirici konumları var: toplum her şeyini bize sunar, biz içinden seçip değer gördüklerimizi topluma geri yansıtırız. Ne zaman, ne şekilde toplumun üzerine böyle çöreklenmişler bilemiyorum ama tamamıyla haksız bir konum olduğunu düşünüyorum. Bağlantılı olarak şöyle bir gerçek üretiyoruz: basın içinden bir mevki edinerek topluma hitap etme ayrıcalığına kavuşanlar sıradan vatandaşlara yalnızca bir tek üstünlüğe sahipler: olup bitenler hakkında hepsinden daha fazla bilgileniyorlar. Yani hikmetini beğendiğiniz gasteci o hikmeti sokaktan bulmuyor, kendisinden de çıkarmıyor, hayvan gibi beslendikten sonra bula bula onu bulabiliyor veyahut da gerizekalı gazetecinin gerizekalılığı bu bilgileyle beslenme imkanına rağmen o kadar feci durumda.
[4] Kişkilemek: Yukarı Etlik/Ayvalı Keçiörencesinde, bir sokak köpeğini "Yürü kişkişkiş! Sarı kişkişkiş!" gibi bağırtılarla bir yere veya bir şeye saldırması için teşvik etmek.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails