Bu kitapçık, Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim'in (orijinal ismi aynen böyle) projelerinden biriymiş. Projede maksat, sivil toplumun istek ve eğilimlerini, sivil toplumun bir üst katında oturan yönetenlere çıkarıp sunmak. Bu maksada nasıl yaklaşılıyor? Klasik kamusal alanın, küçük fakat "toplumun her kesimini temsil edebilecek yaygınlı[kta]" bir örneklemi oluşturularak. Önce Türkiye'nin altı bölgesindeki STK temsilcileriyle "arama toplantıları" yapılmış. Bunlar bildiğimiz toplantılardan değilmiş. Bu toplantıların, "insanların oturup pasif olarak dinlediği, kürsüye çıkanların ise görüşlerini anlatıp indikleri alışılmış modelden çok farklı bir yöntemi var. Bir kere, katılanların sayısı 20-25'ten fazla olmuyor. Demek ki farklı kesimlerin görüşlerinin dile getirilebilmesi için katılımcıları seçerek çağırmak gerek. Aynen öyle yapıldı. Farklı kesimlerin seslerini duyurabilmeleri için özen gösterildi." Daha sonra, bu toplantıların kararları, bugün var olmayan bir foruma (internet forumu) girilmiş. Bu toplantılara katılmayan kişiler de bu foruma görüşlerini yazmışlar. Son aşamada şu meşhur "Alevisi-Sünnisi" söylemini hatırlatır şekilde, "her kesimden, her inançtan, her meslekten" gelen, "her biri kendi dalında tanınmış" 24 kişilik bir Siyasi Kanaatler A.Ş. heyeti [1] de işin içine girmiş. Bu heyetin dahlinin ne olduğu net olarak belirtilmiyor. Önce her biri kendi görüşlerini de katarak bu görüşleri yorumladı deniyor, ki evet, bu insanlar yorumcu'dur; daha sonra da biraz daha eşitlikçi bir benzetme yapılarak, herkes görüşlerini şeffaf kâğıtlara yazdı, sonra hepsini üst üste ışığa tuttuk ve en koyu (kesişen) alanlar ortak paydayı oluşturdu deniyor. 2004 Türkiye'sinin ortak paydası bu şekilde bulunmuş.
Kitabın önerdiği ortak payda'nın içeriğine ilişkin çok fazla şeyler söyleyebileceğimi sanmıyorum. Ortak payda, günümüzün Türkiye'sinin nasıl bir devlet örgütlenmesine sahip olması gerektiğine dair kamusal alanda dolaşıp duran belli başlı bazı fikirlerin derli toplu bir sıralaması niteliğinde. Bence de doğru olan, fakat hayatta olmayan, hayata geçmeyen, biraz laçkalaşmış, öyle çok büyük heyecanlarla sahiplenilip karşı çıkılmayan, artık ne getirip ne götürdüğünün hesaplanması bile gereksiz addedilen, herkesin artık üzerinde mutabık olduğu, normalleşmiş, common sense'leşmiş, canım tabii ki yahu'laşmış, o konuda hiç tereddüt yok'laşmış, aktif siyasi tartışma/mücadele alanından çıkıp siyasi kültüre perçinlenmiş bazı normatif cümlecikler var ya, işte onlardan bahsediyorum. Karşı çıkmak için düşünce emeği sarfiyatı gereken, benimseyip ifade etmek içinse fazla emek gerekmeyen şeyler: "YÖK üniversitelerin her şeyine karışıyor; bunun yerine daha az yetkili, ama üniversiteler arası ilişkileri düzenleyecek bir koordinasyon kuruluna dönüşmeli", "Devlet ekonomiden elini ayağını çekmeli! Emzik bile üretiyor. Ne o öyle, ne kadar verimsiz!", "Ordumuza canımız feda, anketlerde birinci çıkıyor ama çok siyasete karışıyor", "Diyanet işleri kaldırılmalı", vesaire. Nasıl gerçekleştirilecekleri meçhûl, ama o akil adamlardan mürekkep heyet, bu külliyatı zaman içinde televizyonlardaki tartışma programlarında, köşe-yazarları-arası polemiklerde ısıtıp ısıtıp servis ederek bize benimsetmiş. Bu kitapçıkta da Kanaat AŞ şöyle bir özet geçiyor.
Kitabın maksadının naif ve iyiliksever olduğunun farkındayım, ama bütün bu liberal demokratik kurgu yerin dibine batsın çünkü su götürmüyor. Daha da ileri gideyim, bu çalışmanın sivil toplumun ortak paydasını temsiliyet iddiasını 'komik' derecesinde sıkıntılı buluyorum. Kanaat AŞ, objektif bir biçimde tuttuğunu iddia ettiği nabzı zaten bizzat kendisi inşa ediyor -bir de bunun farkında değilmiş gibi yapıyor üstelik. Allah aşkına, yıllarca medyanın dolayımıyla önce bir toplum yaratmış, sonra da ona (kâh suret-i haktan görünen bilimci mümessilleriyle, kâh ise kendi konumu hakkında bir meşrulaştırma dillendirmeye gerek bile duymayan genel-söylemcileriyle) "Şu şöyledir" fikrini pompalayan bir örgütlenmenin, sonra sözde mikrofonu sesi işitilmeyene tutup ondan da "Şu şöyledir" diye eko alması şaşırtıcı mı? Peki sonra bunu geri körüğe basıp "Bu, şunun şöyle olduğunu düşünüyor; ben de bütün bu olayda hiçbir rolüm yokmuş gibi onu temsil ediyorum" diye yayması komik değil mi?
Bağlantılı: Kanaat AŞ kendini her ne kadar alt kata yerleştirse de siyasetin tellerini titretiyor; çünkü yukarıdaki pompalama esnasında doğrudan doğruya insanların üzerinde iktidar tasarruflarında bulunuyor -bunun da farkında değilmiş gibi yapıyor elbette. Çalışmanın girizgâhındaki yöntemsel konular arasında naifliğini pek sevdiğim bir 'akla takılan sorular ve yanıtları' kısmı var; orada diyor ki, bu girişimin politik çizgisi YOKTUR (kendileri büyük harflerle yazmışlar). Halbuki elbette vardır. Bu çalışma, Kanaat AŞ'nin diğer çalışmaları gibi, geometrik olarak "ortanın malı"nda bulunup herkese her şeyin en makulü gibi gelen şeyi tanımlama çalışmasıdır. Bu bok da öyle havayla çalışmıyor, yakıtı iktidar. Ama ona sorsan, Kanaat AŞ iktidarın tamamen dışında, iktidar hep başka yerde, başkalarının elinde. İktidar toparlanıp birilerine dört beş yıllığına tevdi edilir ve bu kendisine iktidar tevdi edilen, tamamen başka bir göynek giyerek toplumun bir üst katına taşınır. Bu arada alt katta olup bitenler iktidar teknikleri açısından her türlü sorgulamanın dışındadır. Bu kurguya o kadar çok yerde rastlıyoruz ki, iktidar hakkında şimdiden 'yıllanmış' diyebileceğimiz yeni kavramsallaştırmalar bu konularda atıp tutan hiç kimsenin mi kapısına uğramamış, insan merak ediyor. Hâlâ Edward Said usûlü speaking truth to power... O orda, biz burdayız. Değiştirmek veya yeniden üretmek hassaten onun işi, bizse sadece kendiliğinden var olanı temsil ederiz. Kanaat AŞ'nin işine geldiği için kendine bakmıyor, görmezden geliyor fikri, bende uzun süredir daha baskın. O yüzden bilmiyor değil, bilmezden geliyor. (Bir diğer bilmezden gelme örneği: akla takılan sorular kısmında bir soru da "Sizin çalışma yönteminiz (toplantı gündemlerinin önceden belirlenmesi) belli bir şemanın dayatılması anlamına gelmiyor mu, diye soruluyor. El-cevap: Plansız olunca da insan bir yerlere varamıyor canım, bu pratik açıdan gerekli. "Tabii ki eksikler fazlalar olacaktır. Zaman içinde düzeltilirler.")
Bütün bu kurgu içinde pek hoşlaştığım bir diğer ufak ayrıntı da, "ortanın malı" olduğu için geçerli olan fikrin gerçekten de hep geometrik ortaya denk gelmesi. Yukarıda kitapçığın kapağı var ya, ortak paydanın armonisini görüyorsunuz değil mi? Üç tane değişik renkte küme ve kesişim noktaları tam ortada, uçlarda değil, beyaz. Bize doğru olanı kabak gibi işaret ediyor. Toplumda fikirler mükemmel çan eğrisi gibi yayılırlar, diyor. En makul olup aynı zamanda da en doğru olan, tabii ki aşırıların ortasında bulunandır; ki bunun en fazla sayıda insan tarafından benimsenen fikir olmasında da bir hikmet vardır. Uçlara isabet ediyorsan, kendini budamalısın. Ağırlık merkezine doğru yol almalısın. Bu uçta bulunanın ağırlık merkezine doğru kaymasının güzel yolları var. Kanaat AŞ'nin prodüksiyonları da zaten hep bu ortaya yönelme programını içeriyor. Gazete-dergi-televizyon tartışmaları bazen öyle bize ayrılan sürenin sonuna geldik'lerle, ama lütfen çok kısa reklama gidicez'lerle kesilse de hep iki kişinin karşılıklı gelip medeni medeni tartışmasına, birbirini ortaya doğru çekip makul'ü bulmasına dayanıyor. Barlas-Kongar komedyası artık medeniyetin, medeni tartışma kültürünün paçalardan aktığı bir zirve noktası. Onlar pek mesafe kat etmiyor olabilir ama Kanaat AŞ'nin ideali herkesin beyaz alanda toplanması. Böyle böyle bir bakmışsın, görünmez el seni ortaya doğru getirmiş.
Neyse, her zaman olduğu gibi beğenmeme böyle bölük pörçük devam edip gidecek. Yazıyı bitirmek lazım. Bu kitapçığa ben sivil toplumun aynası olarak değil, Kanaat AŞ'nin gizli tarihinin yapraklarından biri gözüyle baktım. Bir birim zamanda bir dilim çekip alınca Kanaat AŞ'nin vaazları her ne kadar öncesiz sonrasız kutsal yasalar gibi görünüyorsa da uzun vadede hepsi başka başka şekillere bürünüyor, başka insanlar tarafından temsil ediliyor. Kitapçığın bugünden bakınca o değişimi vurgulamak gibi bir önemi var işte, yoksa gerisi fasa fiso. Mesela Kıbrıs meselesi tartışılırken Ortak Payda'ya şerh düşen bir kişi "Kıbrıs bir milli meselemiz, kanla ödenmiş kırmızı çizgilerimizden birisi. Üstelik ulusal onurumuz da söz konusu. Bu konuda taviz verilemez" yazmış. Bugün (2011) bu kanaatin şerhler arasında bile olsa dillendirilmesi, böyle düşünen birinin toplumun taleplerini temsil eden altın adamlar arasında bulunması mümkün mü? Böyle bir tipleme ve fikirleri artık yalnızca çarpıştırmalı-kızıştırmalı TARTIŞMA PROGRAMLARI açısından bir kıymet ifade edebilir. Yüzüne ciddi ciddi "Hee, hee" ayağı çekilip arkasından dalga geçilen cins konuk olarak, emekli paşa Ramiz İlker gibi tıpkı. Veya bugünün bir altın adamlar kadrosu, örneğin sosyalist şair-köşe yazarı-kanaatmatik RONİ MARGULİES'i es geçebilir mi? Geçemez, kendisine ortada kocaman ev yaptı adamcağız. Sırf kendisi de değil, mensubu olduğu siyasi hareket sivil toplumun en başat temsilcisi şu anda. Bu yüzden değinmeyi bırak, ancak o klik tarafından bugün böyle bir çalışma hazırlanabilir. İşte böyle böyle, hegemonik söylemlerin rüzgârları her devirde farklı yerden esiyor. Bugünün ortak paydasının aa, gerçekten tam da ortada olan ağırlık merkezi daha başörtüsü dostu, daha asker karşıtı olurdu. Memleketten Ergenekon geçti yahu, sivilleşme konusunu ancak kısa bir değiniyle geçen 2004 ortak paydasının artık bir hükmü olabilir mi?
Bu son söylediklerimden lütfen bir durumu olumsuzlama, değişime hayıflanma almayın. Değişime hayıflanılmaz, değişim esastır. Tam ortada olanın içeriğinin bugün şu veya bu olması hiç önemli değil. Onun kendi kendisine dair iddialarına karşı uyanık olabilirsek bence yeterli olur[2].
-----
[1]: Hüsnü Öndül (eski İHD başkanı), Baskın Oran, Fikret Başkaya, Salim Uslu (HAK-İŞ), Melda Keskin (Greenpeace), Mustafa Erdoğan (Ankara Üni.), Mehmet Elkatmış (TBMM İnsan Hakları Komisyonu Bşk.), Murat Belge, Hrant Dink, James Logan (Amnesty Int'l), Nuray Mert, Yılmaz Ensaroğlu (Mazlumder), Atilla Yayla, Akın Birdal, Ece Temelkuran, Jonathan Sugden (Human Rights Watch), Sami Selçuk, Ergin Cinmen (Avukat), Mehmet Bekaroğlu, Mebuse Tekay, Aydın Engin, Hüseyin Hatemi. Alsında Şanar Yurdatapan ve Abdurrahman Dilipak da varmış ama onlar sonradan heyetten ayrılıp kendi kitaplarını yazmışlar.
[2]: Bu yazı 13 Ağustos 2010'dan beri taslaklar arasında. Hala pek memnun değilim, bu kitapçıkla ilgili çok daha önemli bir şeyler varmış da görememişim, bakamamışım gibi geliyor ama bloga yazma alışkanlığının silinmesi riskine karşı da bir harekette bulunmak gerek.