24 Kasım 2009

Devlet, Demirsporludur!

Önemli Not: Bu kaydı yazdıktan hemen sonra, ilgili konuda Yiğit Akın tarafından yazılmış Gürbüz ve Yavuz Evlatlar: Erken Cumhuriyet Döneminde Beden Terbiyesi ve Spor (2004) adlı bir kitabın bulunduğunu öğrendim ve kitap hakkında okuduğum bir iki yazıdan anladığım kadarıyla benim ortaya koymaya çalıştığım düşüncelerin epeyce gelişmiş ve kuşkusuz daha düzgün referanslandırılmış halleri bu kitapta bulunuyor. Böyle bir çalışmanın mevcut olması, meselenin ilk olarak yarım yamalak blog doğaçlamalarında değil, akademik düzeyde ele alınmış olması beni sevindiren bir şey oldu. Okumadığım bu kitaptan farkında olmadan plagiarism yaptıysam affola; şimdiden kitaba yönlendirmiş olayım.


Adana Demirspor'un İtalya'nın Livorno takımıyla bu sene yaptığı hazırlık maçıyla birlikte, futbolla ilgilenen romantik-solcu bakış'a birazcık gün doğmuş gibi oldu. Bu maça ve Demirspor'a düzülen güzellemelerin ardında ise, şöyle bir durup düşününce, karşısına oturup 1 kg. civarında rakı içebileceğimiz bir durum var: Tamam, nesnel olarak işçiler tarafından seviliyor, destekleniyor, olabilir; ama köken itibarıyla Adana Demirspor (ki buna Demir-Çelik Spor'lar, Linyitspor'lar da eklenebilir sanırım), ülkemizde yaygın algıda hasbelkader sol'da konumlandırılmış olan pek çok özel ve tüzel kişilik gibi, işçi sınıfının yahut da başkaca herhangi bir "sivil" topluluğun bağrından kendiliğinden kopmuş, otonom bir örgütlülüğe tekabül etmiyor. Bu kulüplerin devlet kurumları bünyesinde kurulduğu bilgisi bile, tek başına, bunun böyle olduğu sanısına dayanan aptal bir romantizmin bırakılması için dolaysız ve yeterli bir neden olabilirdi, ama bunun ötesi de var: ADS ve benzeri kulüplerin doğuşuyla sonuçlanan sürecin ardında, halklara ve işçilere dair bugün kabul edemeyeceğimiz, kurtulmak isteyeceğimiz bir fikriyat yatıyor.

Devlet kurumları tarafından bu tarz spor kulüplerinin kurulmasının altında yatan şey, otoriter tek parti yönetiminin taa İttihat ve Terakki'den tevarüs ettiği bir governmentality zihniyeti. İngilizceyi mazur görün, Michel Foucault kaynaklı pek orijinal bir kavramdır bu, özetini geçmeye çalışayım: Governmentality, Avrupa devletlerinin yönetim tarzlarının evrilmesine tutulan bir ayna mahiyetindedir; bu evrimleşmeyle ortaya çıkan yeni bir tür yönetim zihniyetini ifade eder. Toprak ve mülke sahip olma temeline dayanan eski, klasik egemenlik anlayışının yerini alan, çok daha belirgin, dahası kapsamlı, dahası devamlı bir yönetme anlayışının resmidir bu; ki böyle bir anlayış giderek artan bir biçimde günümüzde yönetmenin hem pratiğini, hem de teorisini karakterize etmektedir. İnsanların ve şeylerin üzerinde uygulanan minik eylemlerin sonucunda ortaya çıkan bilgi, insanlara ve şeyleri yönetmenin kurallarını belirlemek için toplanır; akabinde bu kurallar çerçevesinde bir meşruiyet sistemi oluşturulur; bu da dolaylı olarak davranışları şekillendirir. Devlet ile biz, hepimiz aynı gemideyizdir ve devlet bunun bilincine varmış, boş "denizlerin hakimi" böbürlenmelerini terk etmiş, kendi belirlediği şekliyle hepimizin iyiliği için, ipleri eline almıştır. Geminin batmaması için her düzeyde daha sıkı kontrol ve daha iyi bir bilgi toplama gerçekleşir.

Foucault'nun Avrupa'da birkaç yüzyılda oluştuğunu söylediği bu değişimi ve ortaya çıkan yeni yönetim biçimini hatırda tutarak vatana avdet edip bakalım: İttihat ve Terakki'nin ilk iktidar yılları bu bağlama biraz uymuyor mu? Biraz uymak bir yana, dönemdeki kaygıların ve uygulamaların resme uygunluk bakımından fazlası bile var bence. Foucault'nun anlattığına göre görünüşte bu değişimi çok büyük ve çok acil bir yok olma tehlikesi tarafından tetiklenmemiş haliyle tecrübe eden Avrupa devletlerinin aksine, Osmanlı Devleti için, yönetimin pratiğinin de teorisinin de [1] değişmesi, en acil bir gereklilik oldu uzun süre boyunca; yani bizde yeni yönetme yollarının bulunmasında ilave bir can havli faktörü de mevcuttu. Dışarıyla savaşlar bitmiyordu; içeride ahalinin düşüncesi yönetenlerin istediği yöne gelmiyordu, vesaire. Türkiye'de spor bu ortama doğdu ve devlet tarafından da derhal bir governmentality teknolojisine dönüştürüldü. İzcilik kurumu [2] en güzel örneğidir: cadı kazanı ortamında siyaset tarafından "mükemmel bir gençlik teşkilatı" oluşturma misyonuyla gündeme alınmış, sonra da İttihat ve Terakki'nin maksatlarına uyarlanmış haline, Osmanlı Güç Dernekleri'ne dönüştürülmüştür. Gençlerin Türkleşmesi, millileşmesi, devletin ihtiyaç duyduğu şekilde endoktrine edilmesi gibi misyonlar için biçilmiş kaftandır, öyle de kullanılmıştır. Cumhuriyet dönemine geçişle birlikte devletin hükmettiği nüfusa dair erekleri tabiidir ki terk edilmiyor; aksine, Osmanlı'nın çöküşünü engelleme gibi "reaktif" bir ereğin yerini, yeni bir ülke kurmak, yeni bir millet ve yeni bir insan yaratmak gibi daha "aktif" bir erek alıyor ve devlet daha bir şevkle sarılıyor toplumu şekillendirme işine. Artık "beden terbiyesi" biçiminde, Foucault'nun resmen arayıp da bulamayacağı kadar net bir şekilde governmentality'yi tasvir eden [3] bir sözdizimiyle tanımlanan misyonu yerine getirmek için, dolaşımdakilere ek olarak yeni teknik araçlar devreye alınıyor.

İşte idman yurtlarının, jimnastik kulüplerinin ve nihayet de 1938 yılında çıkarılan bir kanunla kamu kuruluşlarının bünyesinde kurulması emredilen bu tarz devlet kurumu spor kulüplerinin böyle bir düşünsel arka planı, böyle bir işlevi var. Evet, sonuncu teknolojik aygıt türü, bizi, tevellüdü 1940, doğum yeri devletin kucağı olan Adana Demirspor'a bağlıyor. İşçi takımı, halkın takımı, son barikat filan sandığımız Adana Demirspor'un altından da, bizzat devlet tarafından, üstüne üstlük de, hiçbir zaman ortadan kalkmayan savaş olasılığına karşı vatandaşları hazır ve nazır halde tutmak, daha genel anlamda da, 1930ların kavrayışıyla Türk Irkı'nı düzgün, sağlıklı ve gürbüz kılmak gibi saiklerle oluşturulmuş bir oyuncak çıkıyor. Bu bize devletin, Türkiye'deki devletin hiçbir zaman oyunun dışında kalmadığını, hiçbir zaman oyunun dışındaymış gibi görülemeyeceğini, başka akıllara kolaylıkla indirgenemeyecek kendine ait bir aklının ve en sivil, en kendisinin dışında görünen alanlarda ve kurumlara bile izini gölgesini, misyonunu vizyonunu bir şekilde bulaştırma yeteneğinin bulunduğunu bir kez daha gösteriyor [4].

--
NOTLAR
[1] Teori ve pratik diyorum ama -bilebildiğim kadarıyla- tartışılan ve uygulanan reformların pratik yanı hakkındaki bilgimiz kısıtlı. Onun yerine üniversitelerimizde ilgili dönemi pek de analitik ve ilişkisel olmayan bir yöntemle "silsileleştirilmiş" standart bir düşünce tarihi üzerinden geveler dururuz. Üç Tarz-ı Siyaset gibi genel anlatılar filan. Batmakta olan imparatorluğu kurtarmak için ortaya konan "fikirler" ile yapılan "işler"in arasında henüz gerekli bağlantılar kurulmuş, kıyaslamalar yapılmış değil. Hem işler ile fikirler arasında yalnızca bağlantıların olmadığını da hatırlayalım: iş fikrin doğrudan, dolaysız, doğal bir uzantı değildir hiçbir zaman; geçişlerde nice sapmalar, kırılmalar, yalpalamalar, çekingenlikler (ya da tam tersine öngörülmeyen cüretkârlıklar) olur. Böylesi zengin bir olasılıklar uzayına erişimimiz neredeyse yok, elimiz kolumuz epey bağlı.
[2] Bu konuda internette bulabildiğim en eli yüzü düzgün kaynak, Doç. Dr. Suat Karaküçük'ün şu makalesi.
[3] Bu cuk oturmayı fark etmem, Ekşi Sözlük yazarı nuri altuzer'in şu entrysi vesilesiyle oldu.
[4] Böylece hiç "Başlarken..." filan gibi karın ağrılarına katlanmadan blogu açmış oluyorum; hayırlı uğurlu olsun.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails