10 Nisan 2013

Richter muamması


Bu, efsane piyanist Sviatoslav Richter hakkında bir film. Yukarıdaki, ilk kısmı. Piyanistin birilerine “Hadi Prokofyev dinleyelim o zaman” demesiyle başlıyor ve artık emekliliğini sürmekte olan bu yaşlı, zayıf ve karamsar adamın hayatında tarihten tarihe, konudan konuya, olaydan olaya atlayarak geziyoruz. Kaçınılmaz olduğu ölçüde birazcık kronolojik gidiliyor; çocukluk-gençlik-sonrası gibisinden; fakat sıralama, sıralılık gittikçe bulanıklaşıyor ve sonunda anlatılar sıra dizi dinlemeden o kadar birbirinin içine giriyor ki “Galiba bu ayrıntılarının üzerine giydirilmiş başka bir hikâye yok” diyebiliyorum. Hikâye hayata galebe çalsaydı böyle olmazdı. Anlatılar, anılar hizaya çekilir, sırayla yürürdü. Belki de kendini hissettirmeyecek kadar sinsiden ilerleyen fazla ustaca bir hikâye var, bilinmez. Ama öbür türlüsüne inanmak daha cazip. Bu filmde birileri Richter’i güdüyormuş, lafın oraya değil de buraya gitmesini sağlıyormuş gibi gelmiyor. Zaten bir anlatıcı da yok. Filmin yönetmeni (aynı zamanda kemancı) Bruno Monsaingeon da hafiften bu konulara değinmiş; Richter gibi biriyle de ancak böyle bir şey yapılabileceğini iddia ediyor. (Nitekim filmin ilerleyen safhalarında Richter de –bir kavgada parmağını kırıp boş kaldığı bir dönem hariç– hiç orkestra şefliği yapmadığını anlatırken “Nefret ettiğim iki şey analiz ve iktidar. Bir şefin bunlardan kaçınması da mümkün değil” diyecek.) Yönetmen biçime dair bir şeyleri ölçüp biçmiş ve en sonunda böyle bir karara varmış. Richter’in de ikna olacağı iyi kötü bir çekim yapısını bulması iki sene sürmüş. Filmin en başında, bir de ikinci yarı başlamadan önce ekrana ufak bir metin düşülmesi uygun görülmüş; ama sonradan çıkarılmış mı, yoksa bizim şansımıza mı öyle olmuş bilemiyorum ama bugün internetlerde bulunan kopyalarda bu yazılar da okunmuyor, ancak başı sonu olmayan birtakım kelimeler seçilebiliyor. Bunun yerine sadece “Hadi Prokofyev dinleyelim o zaman” ve hikâyeler başlıyor.

Bahsettiğim kaçınılmaz olduğu ölçüde izlenilen kronoloji filmin ilk yarısına, Richter’in çocukluğundan Stalin’in öldüğü tarihe kadarki hayatını ele alan kısma daha bir hâkim. İkinci bölüm Richter’in konser vermek üzere hiç hazzetmediği Amerika’ya istemeye istemeye gidişiyle (“Keşke treni kaçırsaydım” diyor) açılmakta. Ama bu bölümleme keyfî gibi; çünkü ne Stalin’in öldüğü tarihte bir şeyler bitmiş, ne de Amerika’ya gidişiyle yeni ve tamamen bambaşka bir safhaya girilmiş. Ortada Richter’in bize anlattıklarından öte bir hikâye olmadığı fikri yine su yüzüne çıkıyor –güven uyandıran bir şey bu. Kendini anlatan ve keyfine göre, hesapsızca anlatan insan; kendi dışındaki bir şeyi, bir de ipe dize dize, malzemesini hizaya soka soka, bir şeyleri hikâye ettiğini hissettire hissettire anlatan anlatıcının beraberinde getirdiği kuşkulardan azade oluyor.

Neyse, Richter’in anlattığı hikâyelere geleyim; bana göre bunların tamamı son derece ilgi çekici hikâyeler. Birkaç tanesini merceğin altına almak isterim.

1) Prokofyev. Şahsen pek aşinalık sahibi olmadığım bu besteci ile ilgili anlattıkları çok ilginçti. Güvenilmezliğini, tekinsizliğini yakınen hissettirdi. En çok hoşuma giden, Richter’in çaldığı bir eserinin seyirciden gördüğü büyük ilgiye şaşırması ve “Niye biliyorum; benim konçerto bittikten sonra bis olarak bir Chopin noktürnü çalarsın diye geliyorlar” demesi oldu. Basitçe tevazu deyip geçmeye içim elvermiyor; buraya ufak bir hikâye dayatmadan edemeyeceğim: burada hoşuma giden, Prokofyev’e sevgi duymamı sağlayan şey kendisi ve yaptığı iş hakkında asla ve kat’a bulşite mahal vermemesi. Kendini aşırı ciddiye almayabilmesi; kıymetinin –kendi kendisi için mutlak olsa da olmasa da–insanların geri kalanı için izafi olduğunun çelebivaricenek farkında olması. Üstelik bunu az buz değil, Prokofyev olarak yapıyor. Ben gene olarak böyle insanlardan yanayım. Fakat ben de oyumu Prokofyev’in eseri yerine bis olacak Chopin noktürnünden yana kullanırdım.

2) Savaş anıları. Burada iki aktarımı bende epey yer etti: sokak hoparlörlerinden Oystrah yorumu ile Çaykovski Keman Konçertosu’nun yayınlandığı harabe olmuş şehir hakkında söyledikleri; ve yine bombardıman altında 1944 yılına giriş yaptığı otel odasından gördüğü Leningrad manzarasını anlatış şekli: “Her şey karanlık, güzel ve gizemliydi.” O yılbaşından birkaç gün sonra konser verdiği, bütün camları aynı günün sabahı yapılan bombardımanla kırılmış Filarmoni Salonu anekdotu da hatırlanabilir.

3) Glenn Gould ve Richter. Richter’in kendi piyanizmini yorumlayışında müthiş güzel bir basitlik var. Hocası Neuhaus’un kendisine olan katkısını “serbest bıraktı; çalışımın açılması gerekiyordu” şeklinde ifade ediyor, ya da “Çalışınızda bir evrilme oldu mu?” sorusuna “Olduysa bile farkında değildim. Ben daima tek bir doğru çalış şekli olduğunu düşündüm. Çünkü notayı okuyordum.” gibi bir cevap veriyor. Bu da bence insanı deli edebilecek bir bulşitsizlik seviyesi. Buna karşılık filmde bir de Kanadalı eksantrik piyanist Glenn Gould’un Richter’i anlattığı kısım var. Önce müzisyenleri ikiye ayırıyor; enstrümanını kötüye kullananlar, enstrümanları ile ilişkilerini gözümüze sokanlar ve sokmayanlar vs; o kadar sıkıcı geliyor ki şimdi filmi yeniden açıp ne dediğini öğrenmek dahi istemiyorum; ezcümle kendisi dışındaki bir şeyi –tamamen kendisinden çıkan keyfi bir hikâyeye bulayarak– anlatan anlatıcı olarak hindi gibi kabarıp ortalığı “analiz ve iktidara” boğmuş. İşin güzel yanı, söylediklerinin Richter’de hiçbir karşılığı yok. İşte buna film yeniden açılıp bakılır: olanca eyvallahsızlığıyla “Schubert’in Gould’un anlattıklarıyla alakası yok” filan diyor. Gould’un analiz patlatması ile Richter’in bu analizlere doğru dürüst bir cevap bile verememesi arasındaki zıtlık keyif verici.

Bir de filmin sonunda işte esas hikâye var. Richter filmin başında “Belki de ilgi çekici olan bu hatıralar artık bana lezzetli gelmiyor” diyerek şaşırtmış; film boyunca özeleştiri kılıcını tavizsiz şekilde kendisine çevirip durmasıyla böyle bir şeyin gelebileceğini biraz hissettirmişti: Aslında kendi arşivinden alınan görüntülerde gülüp milletle şakalaştığını; kendisiyle röportaj yapan gazetecileri kâh alaya aldığını, kâh da –konserleri erteleme konusu konuşulurken ekrana gelen bir görüntüde yarı aralık kapının arkasından “Kapat kapat! Hay Allah cezanızı..” dercesine kovuşu misali terslediğini; envai çeşit muziplikler yaptığını görmüştük. Ama işte kendisine dair beğeniyi hak edilmemiş buluşunu da görmüştük. İşte bu konunun sonu şöyle bağlandı: Haydn-Mozart kıyasından, Mozart’la ilgili yaşadığı sorunlardan birden kendisine geçti. Bütün o tuhaf mizacına karşın serinkanlı tabiatlı olduğunu, yaptığı iş hakkında nesnel bir bakış geliştirebildiğini söyledi. Sinir sistemiyle ya da işitme yetisiyle ilgili bir sorundan ötürü artık notaları doğru algılayıp üretememek gibi bir felâketle karşı karşıya kaldığından, duyuşunun akortunun bozulduğundan, artık piyano çalmaktan korktuğundan, bu yüzden emekliye ayrılmış olduğundan bahsetti. Bu esnada bir Chopin etüdünü çalmaya çalışıp doğru dürüst çalamıyor, kendi deyimiyle “büsbütün başka bir şeye dönüştürüyordu”. Yönetmen incelik edip bu görüntünün görüntüsünü ekrana vermedi, piyano çalan bir fotoğrafının üzerine sesi düşürdü sadece. Ardından da birkaç sene öncesine ait bir resital kaydından aynı etüdü izlettirdi. Kendisinin beğendiği, fakat eleştirmenlerin beğenmediği bir performansmış o resitaldeki. Bence gayet güzeldi.

Filmin en sonuna denk gelen dakikalarda mutsuzluğu iyice yüzünden okunuyordu. Devam etti: Rahatsız olduğu bir çok şey varmış. Müzikten değil, genel olarak hayattan rahatsızmış. Dikkat dağıtan şeylerden, yüzeysel şeylerden. Bunları söylerken önce çok hafifçe gülüyordu, sonra yavaş yavaş bu istihzalı gülüşü kayboldu. Filmin en son repliği olarak defterinden her şeyin gelip dayandığı mevzuu okudu: “‘Kendimi sevmiyorum.’ Evet, bu.

Burada bence "Her ağacın kurdu özünden olur" gibi bir olay var. Belli ki, ömrü boyunca sanatını sürekli en tepeye doğru itecek, etrafında dolanıp duran envai çeşit bulşite bulaştırmadan saf haliyle koruyabilmesini sağlayacak şekilde "muayyen bir hadde" tutmayı başardığı bu temel özelliği, elinde olmayan nedenlerle sanatını yitirmesini takiben Richter'i içinden çıkamadığı bir depresyona itmiş. Bileği taşı en nihayet sivrilttiği kılıcı kırıp işe yaramaz hale getirmiş.  

--
Bruno Monsaingeon, internet sitesine, "Filmin çekimlerinin en sonunda" notuyla beraber Richter'le bir fotoğraflarını koymuş. Bu, her şeyin gelip dayandığı mevzuu defterinden okuduğu ana değil, filmde onun hemen peşinde gördüğümüz ve Richter'in çökmüş halde eliyle yüzünü kapadığı ana ait bir görüntü (kıyafet farkından anlaşılabilir). Herhalde kendisini teselli etmek için yanına gelen Monsaingeon'a çok değişik bir şekilde; bendeki aksini, bakınca "görüp işittiklerimi" dile getirmeye çalışıp da sakatlamaya içimin elvermediği çok değişik bir ifadeyle bakıyor:




--
Bir not: Yazıyı tamamladıktan sonra internette biraz daha dolandığımda Monsaingeon'u bu filmin genelinde, bilhassa da bahsettiğim şekildeki finalinde Richter'i doğru şekilde yansıtmamakla suçlayanlar olduğunu gördüm. Örneğin "Kendimi sevmiyorum" şeklindeki yargının aslında genel bir yargı olmayıp tek bir konserden, özel bir durumdan bahsediyor olabileceğini söyleyenler var. Yine başkaları da, Richter'i tanımış olanlar içinde, filmdeki Richter ile kendi bildikleri Richter'in epey farklı olduğunu söyleyenler olduğunu kaydetmiş. Buna göre Monsaingeon haksızlık ederek asıl Richter'e böyle memnuniyetsiz, tuhaf, eksantrik, depresif bir kılık giydirmiş, yani yukarıda ifade ettiğim parametrelere uyarlayacak olursak, insafsızcasına hikayeye katık etmiş. Hangisi doğru? Bilemiyorum doğal olarak. Belki de filmde gösterileni sanatını yitirmiş, ömrünün son yılı içindeki bir adamın geriye dönüp bütün hayatını o andaki özel umutsuzluk hissi penceresinden bakarak anlatması şeklinde değerlendirmek gerekir. Öbür türlüsü, üstelik bu kadar da filmde hikaye yok diye sevinmişken, aslında hikayelerin en sinsisinin iş başında olduğunu öğrenmek gibi bir şey oluyor. Bu seçenek doğruysa bu yazıyı da aksi yöndeki bütün çabalara karşın her seferinde su yüzüne çıkan hikâyelere kanma inadının diğer bir nişanesi olarak değerlendirebiliriz.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails